AKP’li yılları yargı/hukuk alanını veri alarak parçalara ayırmak istersek sanırım üç dönemi bitirip dördüncü döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Kuşkusuz farklı tarihler/olaylar tercih edilerek farklı dönemlere de ayırmak mümkün. Bunun yanında, aşağıdaki dönemlendirmenin tartışmalarımızda yol açıcı olabileceğini düşünüyorum.
1. Dönem: 3 Kasım 2002 Seçimleri – 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu
2. Dönem: 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu – 17/25 Aralık 2013 Operasyonları
3. Dönem: 17/25 Aralık 2013 Operasyonları – 21 Nisan 2016 Ergenekon Davası kararının Yargıtay tarafından bozulması
1.Dönem: İktidara geliş
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinin hemen ardından yargı merkezli tartışmalar da Türkiye’nin gündemine oturmuş oldu. Bu dönem daha sonra “iddianameler çağı” olarak tanımlandı. Dönem, kişilerin bir savcı, üç polis tarafından terör örgütü kapsamına sokulduğu dönemdi.
Türkiye Cumhuriyeti “tasfiye” sürecine sokulup, ardından da “yeniden yapılandırma” adımları atılırken,1 hukuk en başından itibaren bu sürecin önemli enstrümanlarından oldu. Hukuk süreç boyunca baştan sona yeniden yapılandırılırken, yargı da bu sürece paralel bir şekilde tüm unsurları ile birlikte biçimlendirildi.
Bu süreçte görülen her davanın kendi içinde bir önemi var. Ancak bundan öte, bu dönemin davalarının toplamda neye işaret ettiği, ne için işlevlendirildikleri önem kazandı. Davalar ile öne çıkan bu süreç, iktidardaki güçler tarafından hedeflenen “yeni Türkiye” açısından kritik bir aşama idi. Ergenekon soruşturmasını (ve sonrasında davasını) başlangıç olarak alabileceğimiz bu süreçte, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah, KCK, Hopa, Askeri Casusluk, 28 Şubat ve bir dizi benzeri dava aynı işlevi gördüler.
Esasen Anayasa Mahkemesi’nin 2007 Mayıs tarihli Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis’in toplantı ve karar yeter sayılarına ilişkin “367” kararı, ardından Mahkeme’nin 2008 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini saptaması ama partiyi kapat(a)maması sonrasında yargı hızlıca “ele geçirilerek” yeni bir rejimin inşası yolunda temel araçlardan birine dönüştürüldü.
Açılan soruşturmalar (sonrasında davalar) ile bir yandan siyaset alanı kriminalize edilirken, diğer yandan “tüm muhalefet” yok edilmeye çalışıldı. Bu dönemin davalarının ortak yönleri üzerine çokça yazıldı çizildi. İlhan Cihaner’in “AKP Davalarında Ortaklaşılan Yönler ya da İddianameler Çağının Eleştirisine Giriş” başlıklı çalışması tabloyu açık seçik gözler önüne sermektedir.2
Yargılamaları önceleyen, bir süre sonra ise paralel yürümeye başlayan (hatta arkadan gelen) ve ihtiyaca göre sürekli değiştirilen “yasal düzenlemeler” de bu süreçte hayata geçirildi.
2004 yılında “yeni” TCK ve CMK’nin yasallaşması başlangıca ilişkin hemen ilk akla gelen örnekler. Bir de, aynı yıl Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılması, yerine “özel yetkili” mahkemelerin kurulması diğer bir örnektir.3
Bu dönemde ardı ardına gelen yargı paketleri, torba yasalar ile özel soruşturma ve yargı usulleri birlikte değerlendirildiğinde, hukuksuzluğun kendisinin bir hukuk düzeni haline getirilme çabası görülmektedir. Bu dönem bir anlamı ile başlangıç dönemidir. Artık başlanmıştır!
2. Dönem: Yollar ayrılıyor
2010 Referandumu bir döneme ilişkin konulan son nokta idi. Ardından gelen Haziran 2011 Seçimleri ile birlikte AKP iktidarı tarafından devletin hemen bütün kurumları ele geçirilmiş, yeni bir rejimin inşası için yol alınmaya başlanmıştı. Diğer yandan, bu nokta iktidar cephesinde yaşanan anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasının da başlangıcı oldu. Polis ve yargı içerisindeki etkinliği ile süreci yönlendiren “Fethullah Gülen Cemaati” referandum sonrasında buralardaki gücünü ve etkinliğini daha da artırdı.
AKP ile Gülen Cemaati arasında kurulan ortaklık Cemaat’in yargı içerisinde rahatça örgütlenmesini sağlamıştı. AKP’de bu örgütlenmeyi arkasına alarak, bir yandan toplumu şekillendirme çabasını sürdürmüş, kendi iktidarını sağlamlaştırmış, diğer yandan da muhaliflerini tasfiye etmişti. Nihayetinde AKP ile Cemaat el ele Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesini tamamlamışlardı. Yargı da bu tasfiyede kritik bir role sahiptir.
Taraflar arasında anlaşmazlık denilince, hemen ilk akla gelen, Oslo görüşmeleri ile bağlantılı MİT soruşturmasıdır. Ancak Deniz Feneri soruşturması, İlker Başbuğ’un tutuklanması, Şike Davası gibi örnekler de yaşananların istisnai olmadığına ilişkin o zamanın işaretleri idi.
Onursal başkanı Fethullah Gülen olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 13 Ağustos 2013 tarihli 11 maddelik açıklaması ise, kendisi için yaklaşan tehlikeyi fark etmiş olan Cemaat’in 17/25 Aralık Operasyonları öncesi bir işaret fişeği olarak değerlendirilebilir. Kendisini “Hizmet Hareketi” olarak tanımlayan cemaat yapılanması bu bildiri ile aslında kendine yakın (bağlı) yargı mensupları olduğunu, bu sayede Başbakan’ı dahi tutuklama gücüne sahip olduğunu ve bir savcı üç polisle kişileri ve/veya kurumları terör örgütü ve çete kapsamına sokabildiğini ve bitirdiğini ikrar ediyordu.4
AKP’nin uzunca bir dönem süren kader ve hedef ortaklığının bir parçası olarak Cemaat’in yargı içerisindeki örgütlenmesini kabul etmesi anlaşılır bir durumdu. Kaldı ki, bir tehlike görmesini gerektiren durumda bulunmamakta idi. Ancak özellikle 2013 Haziran Direnişi sonrasında kendisi için de ciddi tehlike olabilecek ve bunun işaretlerini de açıktan göstermiş olan bir mekanizmayı kontrolü altına alma hedefi ile hareket etmeye başladı.
Nitekim “özel yetkili” mahkemelerin kaldırılıp yerine terör mahkemelerinin konulması, bir dönem Yargıtay’ın ve Danıştay’ın kapatılıp tek bir temyiz mahkemesi kurulmasının dillendirilmesi, sonrasında bu öneriden geri adım atıp, HSYK’yi yeniden yapılandıracak adımların atılmasının bir yargı reformu olmadığı açık.5
3. Dönem: İnisiyatif (artık) AKP’de
Anayasa’nın 26 maddesinin oylandığı 12 Eylül 2010 referandumunda esas olarak HSYK’nin ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının ve işleyişinin değiştirilmesi hedeflenmişti. Referandumu sonrasında yapısı değiştirilen HSYK da İkinci Cumhuriyet’in ihtiyaçları doğrultusunda yargıyı dizayn eden bir araca dönüştürülmüştü.
Referandumun hemen sonrasında yargıda yeni bir yapılanmaya gidilmişti. İktidarın istediği kararların alınması için mahkemelere uygun yargıçlar atanıyor, muhalifler yargı yolu ile tasfiye ediliyordu. O tarihten bugüne kadar yargıdaki her türlü teamül bir kenara bırakılarak binlerce savcı ve hakimin yeri değiştirildi.
Sonrasında AKP ile Cemaat arasındaki ortaklık sona erdi. 17 ve 25 Aralık Operasyonları sonrasında da taraflar arasındaki çatışma açık bir hal aldı. 17 Aralık Operasyonu sonrası AKP önce kendi önlemlerini hayata geçirdi, ardından karşı atağa geçti.
Bunun sonucunda ise HSYK’de bir “iktidar boşluğu” oluştu. Politik davalarda yaşanan tahliyeler de bu dönemdedir. Oluşan boşluk var olan dengeler üzerinden doldurulamadı.
17/25 Aralık sonrası AKP’nin tek hedefi kendi kadrolarını yargı içerisinde etkin hale getirmekti. 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan HSYK seçimleri bu açıdan kritik bir yerde durmaktadır. Taraflar kendi ağırlıklarını oluşturma hedefi ile seçimlere girdiler.
AKP, Yargıda Birlik Platformu’nu “cemaat öcüsü”ne karşı bir koalisyon olarak sundu ve bunda da başarılı oldu.6 Böylece bir kez daha, ulusalcı ve liberal solun bir kısmının desteğini aldı.7 Bir yandan seçimi kaybetme olasılığı üzerinden, seçimleri gayrı meşru ilan edebileceğini söyleyip aba altından sopa gösteren AKP, diğer yandan da disiplin affı, maaş zammı gibi vaatler ile seçmene mavi boncuk dağıttı.8
AKP, HSYK seçimlerini kazandıktan hemen sonra iki adım atmıştır. Birincisi HSYK’nin kurumsal yapısının ve seçim yönteminin bir kez daha değiştirilmesidir. Her ne kadar seçimlerde başarılı olmuş olsa da, sandıklar açılana kadar soğuk terler döken AKP bir kez daha seçim riski almak istememektedir. İkinci adım ise, Cemaat’e yönelik yapılacağı artık herkes tarafından dillendirilmeye başlanmış olan operasyonun zeminini hazırlamak için ceza yasalarında yapılacak değişikliklerin yer aldığı yargı paketidir. Bunun yanında yasa teklifine şöyle bir bakıldığında dahi paketin aslında AKP iktidarına muhalif herkesi hedefine aldığı görülmekte idi. AKP önündeki dönemin “yasal” altyapısını hızlıca tamamlamaya çalışıyordu. Bu yasal değişiklikler AKP iktidarı açısından iki nedenle mutlak olarak gerekli idi. Birincisi; tüm muhaliflerin susturulması ve gerektiğinde tasfiyesi ile “sıkıyönetim” uygulamalarının süreklileşmiş bir hal alabilmesi için. İkincisi ise, kendilerine yönelmesi olası soruşturma ve davaların önden bertaraf edilmesi. Özellikle 17 ve 25 Aralık Operasyonları ile ortaya dökülen -ve şüphesiz bunlardan ibaret olmayan- suçların soruşturma konusu dahi olamaması bakımından da bu yasal düzenlemeler oldukça kritik bir yerde durmaktadır.
Ardından yargıda operasyonlara sıra geldi. Cemaat’e yakın isimler tasfiye edildi. Hakim ve savcı tutuklamaları gerçekleşti. Bugünlerde ise Yargıtay, Danıştay, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin bazı üyelerine Cemaat soruşturmasının gündemde olduğu dillendiriliyor.9
Hukukun AKP açısından anlamı ve işlevi bu kadardır.
4. Dönem: Gericiliğin hukuku tesis ediliyor
Nasıl önceki dönemlerde Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilmesinde bir dizi dava özel bir rol oynadı ise, şimdi iktidarlarını (İkinci Cumhuriyeti) kalıcılaştırmak için de davalara özel bir rol biçileceği görülüyor. Görülen o ki, memleketi davalar üzerinden hizaya sokma dönemi bitmediği gibi, bu işin tek faili de Cemaat değilmiş.
Fazıl Say davası (dini değerleri aşağılama iddiası) ile Rennan Pekünlü davası (türbanlı öğrencilerin eğitim hakkını engelleme iddiası) bu davalara tipik örnekler. Keza Fethullah Gülen Cemaati ile Can Dündar ve Erdem Gül’e yöneltilen “casusluk” ve “hükümete darbe” suçlamaları ile yüzlerce “Cumhurbaşkanına hakaret” davası önümüzdeki dönem muhaliflere yöneltilecek davaları bize gösteriyor. Tüm bu davalar gericiliğin siyasal ve toplumsal alana tamamıyla hakim olma çabasında önemli birer araç. Cezalandırılan doğrudan düşünce. Eğer farklı düşünürsen, eleştirel yaklaşırsan suçlusun!
Yargıtay’ın Ergenekon davasındaki bozma kararı böylesi bir ortamda verildi. Bu kararın yeni dönemin başlangıcı olarak alınabileceğini düşünüyorum. Bunun yanında Yargıtay’ın “bozma” kararı geniş bir çevrede de sevinçle karşılandı. Aynı anlamları yüklemesek de sanırım “yeni bir dönem” olarak gören başkaları da var.
Bir örnek sanırım açıklayıcı olacaktır. Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek kararı “mükemmel” olarak yorumluyor ve ekliyor “Dünya hukuk tarihine geçecek, derslerle dolu bir karardır. Türkiye’nin ufku, önü açılmaktadır.”
Yukarıdaki alıntı doğrudan yeni rejime adapte olmakla ilgili. Yalnızca bu politik çevre ile de sınırlı değil. Yargıtay kararına ilişkin mahcup yaklaşım ise Türkiye’nin önüne gelen muhteşem bir demokratikleşme ve kirliliklerden arınma fırsatının “paralel iktidar hırsı” yüzünden heba edildiği yönünde. Bu da liberallere ait.
Sanırım baştan sona siyasi bir davanın, bundan öte AKP iktidarının pekişmesini sağlayan bir davanın Yargıtay aşamasında hukuki bir değerlendirme ile bozulduğuna inanmamız istenmiyordur. Öyle ise Yargıtay’ın siyasi davalara ilişkin bundan sonraki incelemelerine bakarız, olur biter. Ama bence buradan devam edilmemeli.
Evet, yerel mahkeme ölçüyü kaçırmıştı ama bu karar ile yargıya güven tekrar oluşmaya başlayabilir! Tabi ki mahkemelerin “tarafsız” ve “bağımsız” olduğuna dair inanç bir kez daha tesis edilmelidir! Bu yaklaşımlar yeni dönemin hukukunun kendine aradığı meşruiyet çabasında önemli bir yerde durmaktadır. Aynı zamanda yeni ittifakları da sağlamaktadır.
Bundan on beş yıl önce aynı noktadan yola çıkan ulusal ve liberal “sol” farklı yolları izleyerek 180 derecelik seyahatlerini tamamladılar ve yine aynı noktada buluştular. Şimdi de birbirlerinin bir önceki yollarını takip ederek tekrar yola koyuldular. Yine aynı noktada buluşmak üzere. Bu sayede herkes onların “farklı” olduğunu konuşuyor.
AKP’nin önümüzdeki yıllara ilişkin izleyeceği yol, siyaseti net. 1 Kasım 2016 seçimleri ile bir dönemin kapandığını söylüyorlar. O da “Gezi” parantezinin kapanması. Gezi ile eski Türkiye’nin tasfiye edilip, yeni Türkiye’nin inşa sürecini engellemek isteyen güçler sokakları harekete geçirmişti. Buna 17- 25 Aralık Operasyonları ile de devam edilmişti. Tez bu. 1 Kasım seçimleri ile birlikte de dengeler yeniden dizayn edilmiş oldu. Gezi süreciyle açılan parantez kapatıldı ve yeni Türkiye’nin startı (tekrar) verildi! Şimdi sırada esas parantezin kapatılması var. Cumhuriyet parantezinin kapatılması.
Sistem (Türkiye), yazılımını (anayasa), donanımını (kurumsallaşma) ve sistem güvenliğini (adalet, denetim ve güvenlik) yenilemeli.10
Tüm çabaları havada asılı duran sistemin ayaklarının yere bastırılmasına, İkinci Cumhuriyet’in yerleştirilmesine yönelik olacaktır. Olası konsensüsün bağlanacağı yer ise AKP tarafından daha seçim akşamı ilan edilmişti: “Yerli ve milli bir anayasa.”
Şimdi önümüzde bu tartışma var. Başkanlık meselesinin öne çıkartıldığı bir anayasa tartışması. Bu tartışma esas olarak Türkiye’nin idari yapısının, başkanlık sisteminin, adlı adınca İkinci Cumhuriyet rejiminin hukuki zemininin yaratılması, sistemin o zemine oturtulması tartışması ve bahsettiğimiz yeni dönemin hukukun tesisi ile de doğrudan bağlantılı. Kısacası, ne anayasa tartışmaları başkanlıktan ibaret, ne de önümüzdeki dönem tek başına anayasa tartışmalarından ibaret.11
Sonuç yerine
AKP dönemi yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmakta. Ancak, ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden, Birinci Cumhuriyet’i sonlandıran, İkincisini ise tesis etme gayreti içerisinde olan aktörlerin hukuk ile kurdukları ilişkiyi eğer yalnızca buradan açıklama çabası ile yetinirsek eksikli kalacaktır.
Yaşanan tüm bu süreç karşı cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlandı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu.12
Bu yaklaşımın “demokrasi mücadelesi” verilmesi ile bir ilgisi olduğu açık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist bir ülke olduğunu herkes kabul eder. Ancak, sermaye sınıfının egemenliği reddedilmese de, en iyi ihtimalle ihmal edilir. Bir toplumsal sınıfın egemenliğinden söz edilmediğinde de (ya da arka plana atıldığında) çeşitli siyasal aktörler arasındaki sürtüşmeler büyük bir heyecanla karşılanabiliyor.
Devleti sınıfsal özelliklerinden soyutlayarak merkez-çevre ikilemi ile açıklama çabası hep oldu. Türkiye tarihi, İttihat ve Terakki’den beri ceberut devlete karşı mazlum halkın demokrasi mücadelesi olarak okundu. Hukukçular ise buna zaten hazırdı. “Hukukun büyüsü”ne kapılmış, ellerindeki “hukuk anahtarı” ile her kilidi açanlar için “demokrasi mücadelesi” hep daha kabul edilebilir oldu. Oysa hukuk bir yandan bireylerin haklarını tanımlarken, diğer yandan ve esas olarak iktidarı meşrulaştırma çabası içindedir. Ait olduğu toplumsal yapının tarihsel gelişimi ile ayrılmaz bir bağ içerisinde olup, içerisinde devindiği sosyo-ekonomik formasyonlara uygun biçim alır durur. Nihayetinde “Egemen sınıfın yasalaştırılmış iradesi”dir.
Bu kısa hatırlatmayı yapmamın sebebi, AKP hukukunda da (hukuksuz hukukun da) kapitalizmin gelişimine aykırı bir yön bulunmadığına işaret etmek içindi. Yargı alanına hızlı bir bakış dahi bunu göstermekte. Mahkemelerin yeniden örgütlenmesi, arabuluculuk ve tahkim gibi çözüm yolları, uluslararası hukuk bürolarının serbestçe hareket etmesi, işçileşen avukatlar…
Bu tablonun bütününe bakınca ilk akla gelen sorulardan biri de, yargı içerisindeki ilerici, sol güçlerin ne yapacağıdır. Yaşanan yolsuzluklar ve hukuksuzluklar üzerinden milyonların toplumsal adalet arayışı ve beklentisi içerisinde olduğu bir dönemde bu soru daha da önem kazanmaktadır.
Soru önümüzde durmaktadır.
II- Maddi gerçeğin açığa çıkarılmasına yönelik etkin soruşturma yapılmaması.
III- Silahların eşitliği ve çelişmeli yargı ilkesinin uygulanmaması.
IV- Lehe delil toplanmaması.
V- Ucu açık soruşturmalar yapılması ve ‘imkansız’ davalar.
VI- Medyaya servis yapılarak masumiyet (suçsuzluk) karinesi ilkesinin ihlali ve peşin hükümlülük algısı yaratılması.
VII- ‘Terör’ ve ‘örgütsel’ sözcüklerinin sihri!
VIII- Teknoloji Fetişizmi; telefon dinleme, dijital delillere dayanan iddianameler. Konuşma tutanaklarının (tapelerin) seçilerek iddianameye konulması.
IX- Hukuk dışı/kanuna aykırı delillere dayanarak açılan davalar.
X- Masumiyet (suçsuzluk) karinesi ve ispat yükümünün terse çevrilmesi.
XI- Soruşturmayı savcının yapmaması, soruşturma sürecinin nerden geldiği belli olmayan ihbar, gizli tanık ve polis raporlarına dayanması (yargının taşeronlaşması/ neoliberalizasyonu!).
XII- Birbirini ilk kez duruşmada tanıyan, aynı anda birden fazla örgüte üye olan sanıklar.
XIII- Kronoloji ve mantık hatalarının sorgulanmaması, delil uydurma iddialarının ve kanunsuz dinlemelerin üzerine gidilmemesi.
XIV- Örgüt kurma, yönetme, üyelik, örgüt adına
faaliyette bulunma, örgütün amacının propagandası suçunun belirsiz hale gelmesi.
XV- AKP davalarının bazılarındaki suçlamalar “yüksek motivasyonlu” siyasi suçlar olmasına rağmen hiçbir şüphelinin eylemini kabul ederek siyasi savunma yapmaması.
XVI- Savunmaya baskı yapılması avukatların tutuklanması savunma sırasında söylenenlerin suç sayılması, avukatların duruşmadan men edilmesi. İlhan Cihaner, “AKP Davalarında Ortaklaşılan Yönler ya da İddianameler Çağının Eleştirisine Giriş”, Derleyen: Erhan Nalçacı, Suat Özeren, İkinci Cumhuriyet’in Düzeni, Yazılama, Ekim 2012, s. 129-136.
Yönetim Kurulu üyesi Faruk Özsu 2013 yılının yaz aylarında kendisi ile yapılan bir söyleşide uğradıkları hayal kırıklığını şöyle anlatıyor: “Nitekim, bu sürece (Ergenekon süreci – yn.) bu gerekçeyle (derin devletle hesaplaşma – yn.) Demokrat Yargı Derneği olarak biz de destek vermiştik. Ancak, gelinen noktayı özetlemem gerekirse, tek kelimeyle hayal kırıklığıdır. … İlk tereddüdüm Balyoz soruşturmasının başlaması ile oldu. … referandum sonrası beliren yeni iktidarın açık ve net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte, bu sürecin eksik ya da aksak bir süreç değil, yeni bir hegemonyanın tesisi için kurgulanmış kirli bir iktidar oyunu olduğunu anladım ve tüm desteğimi çektim. Tabii buradaki ‘ben’le Demokrat Yargı’nın mevcut kadrosunu kastediyorum.” Faruk Özsu, “Demokratçılık temsilinin son perdesi”, Söyleşi: Yücel Göktürk, Express, Ağustos-Eylül 2013, Sayı 2013-137, s.8.
Bunun yanında, Demokrat Yargı “yetmez ama evet”çi yaklaşımından geri adım atmadı. Bugüne dair “yanlış okuma”larında da bu yaklaşımın izleri görülmekte. Orhan Gazi Ertekin bir söyleşide, konuya ilişkin bir soruya verdiği yanıtta şunları söylüyor: Referandum sürecinde “evet” dememizin birden çok sebebi var. En önemli nokta şudur: “hayır” seçeneği, bizi geçmişin despotik idaresinin statik mekânlarına sıkıştırmaktan başka bir şey vaat etmiyordu. Esas olarak böyle bir seçenekte politikanın hiçbir imkânı yoktu. Eski yapının içinde dinamik bir konum almak mümkün değildi. Sadece sizi kendi yapısının bir yedeği olarak konumlandırıyordu.http://www.sendika.org/201 1/07/orhan-gazi-ertekin-yargida-yeni-kavgaakpnin-ic-gerilimlerinden-tureyecek/