Sınıf ilişkileri bağlamında anayasa Bir toplumun sınıfsız ve gerçek anlamda ortak çıkarları için birarada yaşaması, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyuma bağlıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumlarda ise, üretim araçlarını elinde bulunduranlarla üretici güçlerin arasındaki bağımlılık ve sömürü ilişkisi sebebiyle, bu kesimler arasında bir uyumun değil, bir çıkar çatışmasının olduğu kabul edilmelidir. Dolayısıyla kapitalist toplumlar sınıflı yapıyı sürdürmekte olup, bu toplumun hukuku her şeyden önce üretim araçlarına sahip olan sermayedarların çıkarlarına uygun olarak şekillenmektedir. Yine bu çıkarlar doğrultusunda, kapitalist devletler varoluşlarının devamlılığı ve halkın gözündeki meşruiyetlerinin sağlanması için tarih boyunca iktidarlarında kimi sınırlamalara gitmişlerdir. Bu sınırlamaların şekillendirilmesinde elbette üretici güçlerin yani işçi sınıfının mücadeleleri yadsınamaz.
Modern hukuk sisteminde anayasalar ise, devlet ve kurumlarının, halk karşısında bahsettiğimiz iktidarını sınırlandırma işlevini gören en önemli metinler olagelmişlerdir. Bu bir anlamda devletin keyfi eylemlerine karşı bir güvence sağlarken, diğer anlamda ise iktidarın müdahalelerine de hukuki bir kılıf hazırlamış ve bu müdahalelere meşruiyet sağlamıştır. Örneğin kökenleri Rousseau ve Hobbes’a kadar dayanan sözleşmeci gelenek, modern devletin toplumsal sözleşme ile oluştuğunu ve toplumsal sözleşme ile söz sahibi olan iradenin devlette egemenlik sahibi olduğunu vurgular. Bunun en önemli göstergesi de anayasalardır. Anayasalarının temelinde tüm toplumun oluşturduğu bir konsensüsün olduğu söylenerek, burjuva devletinin meşruiyeti bu toplumsal sözleşmeye dayandırılır.
Modern devletin oluşumu ve anayasalar elbette tarih boyunca aynı kalmamıştır. Sermayenin ihtiyaçları, üretici güçlerin yani işçi sınıfının mücadelesi devletin ve anayasaların oluşumunu belirlemiştir. Örneğin;
II. Dünya savaşı sonrası yapılan anayasaların çoğu devletlerin birçok alana müdahale gücünü arttırmış, güçlü merkezi kurumlar yaratmıştır. Ancak bu dönemin özelliği bu güçlü merkezi kurumların yanında vatandaşlara verdiği temel ve sosyal özgürlük alanlarıdır. Ve bunların gerçekleşmesinde devlete verilmiş olan pozitif yükümlülüklerdir. Bu dönemde, güçlü merkezi yapıların birçok alana müdahalesi düzenlenmiş olsa da denetim mekanizmaları ayrıntılı olarak öngörülmüştür. 1973 petrol kriziyle başlayan dönem ise, kapitalizmin krizinin neo-liberal politikalarla bertaraf edilmesini öngörüyordu. Özellikle 90’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılmasıyla daha hızlı ilerleyen bu politikalar ile, ulusal otoritelerin daha esnekleşmesi, küçülmesi ve böylece sermayenin daha serbestçe hareket etmesi talep edilmiştir. Günümüzde de uygulamasıdevam eden ve bu dönemde yapılan anayasalarda veya anayasa değişikliklerinde devletin sosyal haklar konusunda pozitif yükümlülüklerinde gerilediği ayrıca devletin üretim ve ticaret alanından yavaş yavaş el çektirilmeye çalışıldığı gözlenebilmektedir. Sermaye bu otoriteyi devletlerin yanında, sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte kullanabileceği bir yapı talep etmiştir. Hatırlanacak olursa, bu politikaların en önemli adımlarından biri özelleştirme hareketleri olmuştur.
Ne var ki, neo-liberal politikaların etkisiyle, özelleştirmelerin hızlıca yürütüldüğü, merkezi otoritenin daha küçültüldüğü bir düzen, bekleneni getirmemiş ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılayamamıştır. Dünya ekonomik ve siyasal kriz dinamikleriyle karşı karşıyadır. Sermayenin taleplerini karşılayamayan neo- liberal politikaların nasıl revize edileceği ya da bunun yerine tam olarak neyin geleceği belli değilken, buradaki boşluklar doldurulmaya başlanmıştır. Örneğin bu durum, ABD’de olduğu gibi, merkezi otoritelerin tekrar güçlenmesi yönünde bir talebi doğurabilecektir. Peki Türkiye’de AKP tarafından bu taleplerin cevabı nasıl verilmeye çalışılıyor?
Güçlü merkezi otorite mi gücün tek elde toplandığı başkanlık mı?
Gazete Manifesto’da 15 Kasım 2015 tarihinde yazdığım “Gericiliğin yaratılmak istenen hukuku” başlıklı yazıda1, AKP’nin, Türkiye’deki kurumların dönüşümünde ve I. Cumhuriyet’in tasfiyesinde kullandığı en önemli araçlarından birinin hukuk olduğunu, gerek dava yoluyla gerekse çıkardığı torba kanunlarla bu tasfiyeyi gerçekleştirdiğinive II. Cumhuriyetin yerleşmesi için adımlar attığını belirtmiştim.
Bu adımlar bakımından 15 Temmuz Darbe girişimi AKP’ye farklı imkanlar sağladı. Darbe teşebbüsünü adeta fırsata çeviren AKP, OHAL süresini ikinci kere uzatıp, terör ve darbecilerle mücadele bahanesiyle KHK’ları hem Meclisten geçiremediği birçok düzenlemeyi kanunlaştırmanın hem de muhalifleri temizlemenin bir aracı olarak kullanıyor. Bununla birlikte yeni bir anayasa yapımının halkın geniş kesimleri tarafından kabul görmemesi, Meclisteki Anayasa yapım komisyonunun uzlaşamaması, AKP tarafından bu konuda başka bir öneri hazırlanmasına sebep oldu. AKP, – yeni bir anayasa yapımı yerine- MHP ile mutabık kalınan anayasa değişiklik önerisini Meclis’e sundu.
Bu öneride AKP, anayasa konusunda da I. Cumhuriyet’in tasfiyesinde kullandığı torba yasa aracını kullanarak, son haliyle 18 madde teklifi ile Anayasa’nın 50’den fazla maddesini değiştirmeyi planlıyor. Ancak öyle düzenlemeler ki ne anayasa hukukçuları yapılan değişiklikleri sistematik açıdan birşeye benzetebiliyorlar ne de kendileri açıkça bunun ne olduğunu belirtebiliyorlar. Adeta ihtiyaçları için mevcut sistemlerin bazı özelliklerini alarak bu özellikleri Cumhurbaşkanında birleştiriyorlar2. Adının ne olduğunu kendileri bilmediğinden Türkiye’ye özgü başkanlık vb. kavramları önümüze koymaya çalışıyorlar.
AKP tarafından bu anayasa değişikliği ile; merkezi otoritenin güçlenerek istikrarın sağlanacağı, yapılan reformlar ile daha hızlı ve daha etkin bir yürütmeye sahip olacağından ekonomik kalkınma ve büyümenin geleceği, yasama ve yürütme doğrudan halk tarafından seçileceği için darbe anayasalarıyla kurgulanmış Cumhurbaşkanlığı makamı vesayet makamı olmaktan çıkacağı, temel iki işlevi yasa yapmak ve iradeyi denetlemek olan yasamanın, kuvvetler ayrılığı esas alındığı için asli işlevlerini daha etkin biçimde yerine getireceği, küresel ve bölgesel düzeyde risklerin farklılaştığı bir dönemden geçerken, iyi işleyen yönetim sisteminin Türkiye’yi uluslararası alanda daha etkin hale getireceği iddia ediliyor3 . Yani kısacası tüm sorunların çözümü olarak halka anayasa değişikliği gösteriliyor. Akla gelen bir soru ile bunu bertaraf etmek mümkün. Erdoğan ve AKP, bu değişiklik ile gerçekleşecek tüm imkanlara şu anda sahip değil mi? Bunun yanıtı elbette olumlu olacaktır. Buradaki asıl mesele, her burjuva devletinin ne olursa olsun eninde sonunda yasal ve meşru bir zemine ihtiyaç duymasıdır. Erdoğan, güçlü merkezi yapıdan öte erklerin tek bir merkezde (yani somut olarak kendisinde) toplandığı bir rejimi Anayasa değişikliği ile yasal zemine taşımak, atacağı adımlarda sürprizler olmadan devam etmek istemektedir.
AKP’nin anayasa değişikliği için sunmuş olduğu ihtiyaçlara ilişkin iddialar toplumsal uzlaşının yani halkın çoğunluğunun ikna olmasının talebidir. Bunu ifrada kaçıranlar da yok değil. Örneğin 2010 Anayasa referandumunda yetmez ama evet diyen ve sonrasında Cumhurbaşkanı başdanışmanı olarak devam eden Av. Mehmet Uçum, 15 Temmuz Darbe Teşebbüsünde halkın darbecilere karşı tutumunu milli demokratik halk devrimi olarak tanımlayıp, yıkmanın tamamlandığını şimdi ise inşa sorunun ortada bulunduğunu ve bu anayasa değişikliğinin de buraya oturduğunu açıklaması, aslında toplumda bulunmayan toplumsal uzlaşıyı sağlama çabasıdır. Bu açıklamayı bir not daha düşmeden geçmek istemiyorum. Uçum’un açıklamasında altının çizilmesi gereken bir yer daha var. Uçum, anayasa değişiklik önerisinin rejim değişikliği olmadığını söyleyen AKP’lilerin aksine, ortada “bir inşa sorunu” olduğunu ve anayasa değişikliğinin de buraya oturduğunu belirterek, tam da meselenin rejim değişikliği sorunu olduğunu ağzından kaçırmıştır4 .
Bu toplumsal uzlaşının hangi noktada sağlanmaya çalışılacağını tahmin etmek ise, bir buçuk senedir yaşadıklarımıza baktığımızda zor değil. Anayasa değişikliği görüşmeleri ve referanduma gidilirken, büyük olasılıkla Türkiye’de bombaların patlamaya ne yazık ki devam etmesi,milli söylemlerin daha güçlü çıkmasıve böylece bu şekilde toplumsal uzlaşının sağlanmaya çalışılması büyük bir olasılık olarak karşımızda durmaktadır.
İstikrar mı yeni krizler mi?
Son olarak üzerinde durulması gereken bir noktanın altını çizerek bu tartışmayı şimdilik sonlandıralım. Yukarıda bahsettiğimiz sermayenin talepleri, yasama, yürütme ve yargının neredeyse tek bir kişide toplandığı bir rejim ile karşılanabilecek midir? Güçlü merkezi yapı ile gücün tek elde toplandığı bir yönetimin kesişişim noktaları olsa da aynı kavramlar olarak açıklanamazlar, gelecekleri noktalar da aynı olmayacaktır. Türkiye’nin tarihinin 90 yıllık devlet geleneğine bakıldığında, AKP’nin toplumda yarattığı ayrışmalar, bu toplumsal uzlaşıyı sağlamanın çok uzağındadır. MHP ile anlaşıp bir an önce Meclis’ten anayasa değişikliklerinin geçmesi istenmekte, toplumsal talepler göz ardı edilmektedir. Zaten bu Anayasa değişikliklerinde halkın farklı kesimlerinin talepleri hiçbir şekilde yer almamaktadır.
15 senedir iktidar olan AKP’nin iktidarı almak için Gülen Cemaati ile birlikte hareket etmesi ve kadrolaşmasına izin vermesi sonucu darbe teşebbüsü yaşanan, iç ve dış politikada atılan adımlarla katliamlar yerine dönen, birçok gazetecinin, akademisyenin tutuklanarak cezaevine konduğu, laikliğin rafa kaldırılarak dinselleşmenin önünün açıldığı bir ülkede, anayasa değişikliği referandumdan geçse bile her geçen gün toplumdaki gerginliği daha da arttıran bir iktidarın, rejim değişikliğiyletoplumsal uzlaşı sağlayabilmesi olanaklı değildir. Meclis’te anayasa değişikliği görüşmeleri yapılırken Meclis önünde bunu protesto eden halka polisle saldıran, görüşmeleri devlet televizyonundan yayınlamayanbir hükümetin bu uzlaşıyı sağlayabilmesi mümkün gözükmemektedir.Bu anlamda, bu rejim değişikliğinin sürdürülebilir olmadığı ve bu sebepleistikrarı değil, nihayetinde yeni krizleri beraberinde getireceği hesaba katılmalıdır.