1- “Küresel kapitalizmin son kırk-kırk beş yıllık eğilimi “güçlü yürütme/yürütmenin güçlendirilmesi”dir ve bu, kaçınılmaz olarak kapitalist Türkiye’ye de yansımaktadır.”
Küreselleşme, sermayenin gezegen ölçeğindeki dolaşım hızının artması, neoliberalizm ise bu hıza uygun politikaların bütünlüklü bir şekilde hayata geçirilmesi olarak tanımlanabilir. Sermayenin dolaşım hızının artması ile birlikte kapitalizmin temel eğilimi, ekonomi ile siyaseti ayrıştırarak ekonomiyi siyasal karar alma mekanizmalarının dışına taşımak ve bir teknik idare meselesine indirgemek olmuştur. Böylelikle devlet aygıtı sermayenin hızına uygun bir şekilde çalışabilecek, ekonominin işleyişine dair meseleler kamusal müzakerelerin ve siyasal taleplerin bir parçası olmayacaktır. Bu ise kapitalist devletin temel müzakere aygıtı olan parlamento kurumunun devre dışı bırakılması anlamına gelmektedir. Ekonomiye dair politikalar giderek parlamentonun konusu ve meselesi olmaktan çıkarılmakta, teknokratik karar alma süreçleriyle düzenlenmektedir. Kanunlar yerine Kanun Hükmünde Kararnamelerin temel idare tekniğine dönüşmesi bunun en somut örneğidir. Böylelikle ekonomi yönetimi parlamento denetiminden kaçırılmakta/uzaklaştırılmakta ve birtakım kurulların aldığı kararların parlamento aracılığıyla parlamentoyu bypass ederek onaylandığı bir görünüme kavuşmaktadır. Aynı şekilde başta özelleştirme ya da acele kamulaştırma kararları örneklerinde görüldüğü üzere, ekonomi politika-ları yargı denetiminin dışında bırakılmakta, dava konusu yapılamamaktadır. Bu da devletin göreli özerkliğini azaltmakta, onu “egemen sınıfın icra heyeti” statüsüne daha fazla yaklaştırmaktadır.
2- “12 Mart 1971 darbesi sonrası yapılan anayasal düzenlemeler, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası oluşturulan 1982 Anayasası ve 12 Eylül 2010 referandumuyla yapılan değişiklikler, yürütmenin güçlendirmesi sürecinin anayasal uğrakları olarak okunmalıdır.”
27 Mayıs Anayasasının aksine hem 12 Mart sonrası yapılan anayasal düzenlemeler, hem de 12 Eylül Anayasası, yasamayı zayıflatırken yürütmeyi güçlendiren bir nitelik taşımaktadır. Bunda yükselen sol muhalefet ve işçi hareketi karşısında devlet aygıtını güçlendirme kaygısı kadar yaşanan kapitalist dönüşümün de büyük etkisi vardır. Devletin planlı-kalkınmacı ve iç pazara yönelik ekonomi politikaları izlediği ve buna uygun bir şekilde “sosyal devlet” olarak kurgulandığı 60-80 döneminin aksine, neoliberal 24 Ocak Kararları ile birlikte açılan yeni dönemde anayasa da buna uygun olarak hazırlanmış, iktisadi liberalleşmeyle otoriterleşme ve yürütmenin güçlendirilmesi el ele gitmiştir. Özellikle Özal dönemi bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Özal bir yandan ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetirken, öte yandan özelleştirme sürecini hızlandırmış, ekonomi-siyaset bağını koparmaya çalışmıştır. 90’ların krizinin ardından AKP’nin Özal’ın mirasını üstlenerek ileriye taşıması şaşırtıcı değildir ve 12 Eylül referandumu da buna uygun bir nitelik taşımaktadır. Referandumla yapılan değişiklikler hem yürütmeyi güçlendirmeyi, hem de yargının özelleştirme süreçlerine müdahalesini engellemeyi amaçlayan bir perspektife hazırlanmıştır. Tam da bu nedenle AKP rejimi ile 12 Eylül arasında bir süreklilik ilişkisi vardır ve neoliberalizm ve otoriterleşme bu sürekliliğin karakteristiğini oluşturmaktadır.
3- “Türkiye’de bugün fiili olarak “kuvvetler ayrılığı”ndan söz etmek mümkün değildir. Yasama bütünüyle ve yargı büyük ölçüde yürütmenin kontrolüne girmiş durumdadır. Yürütmede ise güç esas olarak cumhurbaşkanında toplanmış ve ortaya fiili bir başkanlık durumu ortaya çıkmıştır.”
Kuvvetler ayrılığı elbette ki burjuva demokrasileri açısından mutlak bir gerçeklikten ziyade bir “ideal durum” yani “olması gereken” niteliği taşır ve zaten hiçbir burjuva demokrasisinde mutlak kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değildir, bu nedenle kuvvetler ayrılığının derecelerinden söz etmek daha doğru olacaktır. Gelişmiş ve istikrarlı kapitalist ülkelerde normal zamanlarda bu ayrılığın derecesi daha yüksekken, istisna durumlarında, yani olağanüstü hallerde daha düşmektedir. Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında batı dünyasında yargı olağanüstüleşmiş, anayasal hak ve özgürlükler askıya alınmış, dost-düşman ayrımına dayalı siyaset, yürütmenin gücünü ve yargı üze-rindeki denetimini artırmıştır. Türkiye’de ise klasik anlamda bir kuvvetler ayrılığından söz etmek hiç mümkün olmamış ise de karşımızda yeni bir durum vardır. Yüksek yargıya ilişkin son düzenlemelerin de göstermiş olduğu üzere, yargının “göreli özerkliği” minimum seviyeye inmiş, yasama ile birlikte yargının da bütünüyle yürütmenin en tepesindeki isme bağlandığı bir durum ortaya çıkmıştır. Parlamento ise yine yürütmenin en tepesindeki ismin mutlak kontrolünde olan partinin çoğunluğu elinde tuttuğu ve istediği yasaları kolaylıkla geçirebildiği bir nitelik taşımakta, bu nedenle de yine tek adama bağlı bir görünüm arz etmektedir. Dolayısıyla ortada açıkça fiili bir tek adam/tek parti devleti bulunmaktadır.
4- “Türkiye’de bugün ne “demokratik bir anayasa”, ne de bir “başkanlık tartışması” vardır, söz konusu olan iktidarın fiili duruma anayasal statü kazandırma girişimidir.”
Bunun görülmesi önemlidir, çünkü meseleyi “demokratik bir anayasa yapmak mümkün mü?” ya da “başkanlık modellerinden hangisi Türkiye’ye daha uygun?” gibi bir naiflikle tartışmak açıkça apolitizm anlamına gelecek ve tek adam rejiminin inşasına dolaylı katkı yapmak gibi bir durumla sonuçlanacaktır. Takınılması gereken tutum çok kesin bir şekilde, iktidarı ve onun anayasa yapma meşruluğunu, yani kurucu iktidar olma iddiasını reddetmek ve nasıl bir anayasa yapılabileceği ya da nasıl bir başkanlık modelinin Türkiye’ye uygun olacağı gibi tartışmalara girmemektir. Bugün öncelikli görev, “fiili durumun anayasal statüye kavuşturulması” adı altında yaşanan sürece, yani parti-devleti rejiminin anayasasının ilanına karşı durmak ve bunu durdurmaya çalışmaktır, bu da herhangi bir müzakereyi, diyaloğu, pazarlığı reddetmek anlamına gelmektedir.
5- “Türkiye’deki bugünkü tartışma sadece kapitalizmin eğilimlerine ve sermayenin ihtiyaçlarına indirgenemez, odaklanılması gereken yer fiili duruma statü kazandırma girişimidir ki, bu fiili durumun adı “rejim değişikliği”dir.”
AKP rejim inşa eden bir partidir ve rejim basitçe parlamenter sistem-başkanlık sistemi tartışmasına indirgenemeyeceği gibi, kapitalizmin ihtiyaçlarına da indirgenemez. Bugün Türkiye siyasal İslamcı bir parti eliyle siyasal İslamcı bir perspektifle yönetilmekte ve bir rejim inşa süreci yaşamaktadır. Rejimlerin kurucu ilkeleri ve kurucu felsefeleri vardır ve bu bağlamda AKP’nin inşa ettiği rejimin kurucu ilkesi ve felsefesi dindir. Kurucu ilke olarak dini seçmek, egemenliğin kaynağını değiştirmek demektir. 1923 Cumhuriyeti’nde egemenliğin kaynağı “ulus”tur, AKP rejiminde ise egemenlik “millet”e aittir. Millet ise esas olarak Müslüman olmak üzerinden tanımlanmaktadır ki, bu, dolaylı/fiili olarak egemenliği tanrıya vermek demektir, çünkü millet dinsel bir kolektif kimliktir ve rejimin terminolojisi bağlamında bakıldığında ancak tanrıya atıfla tanımlanabilmektedir. Tanrı adına milleti yöneten ise fiili monark, yani fiilen padişah ve halifedir. Sandık ise burada bir dekor, bir müsamereye dönüşmüş durumdadır. Seçmenlerden düzenli aralıklarla sandığa gitmeleri ve fiili durumu onaylamaları beklenmektedir. Dolayısıyla anayasa tartışmaları da, başkanlık tartışmaları da bu bağlama yerleştirilerek yapılmalı, rejim değişikliğinin ideolojik/politik yönü daha güçlü bir şekilde vurgulanmalı, otoriterleşme, dinselleşme ve piyasalaşma arasındaki varoluşsal ilişki güçlü bir şekilde teşhir edilmelidir.
6- “Rejim değişikliğinin anayasal statüye kavuşturulması çabası AKP’yi “asli kurucu iktidar” olarak değerlendirmemizi gerektirmektedir.”
Yani ortada bir “tali kurucu iktidar” yoktur, rejimi radikal bir şekilde değiştirmek isteyen ve dolayısıyla da kurucu niteliği haiz bir irade vardır. 1923 Cumhuriyeti’nden sadece parlamenter sistemin ilgası anlamında değil, devlet-toplum, devlet-yurttaş ilişkisi ve esas olarak egemenliğin kaynağı ve kurucu ilkenin dinselliği anlamında mutlak bir kopuş arayışı söz konusudur. Anayasa tekniği olarak bugünkü Meclis’in “kurucu iktidar” niteliği taşımaması fiilen herhangi bir anlam ifade etmez. Asli kurucu iktidar olmak bir “karar” meselesidir. Karar hayata geçirilirse “başarılı” olunacaktır ve başarılı olunursa iktidar “asli kurucu iktidar” olarak kabul edilecektir. Siyasetin “fiili olağanüstü hal ilanı” üzerinden bütünüyle “dost-düşman siyaseti”ne indirgenmesi de, toplumun bu siyaset ekseninde kutuplaştırılarak tek adamlığın anayasal statüye kavuşturulması çabası da bu bağlamda okunmalıdır. 7 Haziran’daki seçim sonuçları rejim tarafından tanınmayarak tekrar seçim kararı alınmış, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen süreçte ülke şiddet üzerinden kutuplaştırılmış, toplumun sandığa güvenlik kaygısı ve istikrar talebiyle gitmesi ve gücün etrafında kenetlenmesi amaçlanmış, bunda da başarılı olunmuştur. 1 Kasım’dan sonra ise süreç benzer minvalde ilerlemiş, dost-düşman siyaseti ve süreklileşmiş olağanüstü hal altında, başkanlığa giden yolun taşları döşenmeye devam etmiştir.
7- “Tali değil asli kurucu iktidar olma iradesi aynı zamanda komiseryal değil, egemen bir diktatörlük arzusu anlamına gelmektedir.”
İnşa edilmekte olan rejim, anayasal düzlemde resmi olarak bir diktatörlük ya da monarşi anayasası olmayacaktır elbette, bir şeriat devleti de olmayacaktır. Ancak gücü yürütmede tekelleştiren ve ebedileştirmek isteyen bir nitelik taşıyacaktır. Bu nedenle de ortaya resmi olarak değilse de fiili bir monark yönetiminin çıkacağını, anayasanın ilgili hükümlerinin de bu yönetimi adını koymadan yerleşik kılmaya/güçlendirmeye yönelik olacağını iddia etmek mümkün görünmektedir. Bunun doğal sonucu, olağanüstü hal tespitiyle düşmanı yok etmek ve devleti korumak için geçici bir süreliğine diktatoryal yetkilerle donanmış bir yöneticinin iş başına gelmesi anlamına gelen komiseryal diktatörlükten farklı olarak, sonsuza kadar iktidarda kalmaya ve devleti tek adam olarak yönetmeye hevesli bir kişinin iktidarı anlamında egemen diktatörlükten söz etmemizin olanaklı hale gelmesidir. Yeni rejim kendisini geçici bir diktatörlük olarak değil, kalıcı bir diktatörlük olarak tahayyül etmekte, planlarını da ona göre yapmaktadır. Tüm bu olan biten bir “istisna durumu/olağanüstü hal” içerisinde yaşadığımızı göstermektedir. Tam da bu nedenle birtakım tezlerden oluşan bu yazıyı, Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine Tezler”inin sekizincisi ile bitirmek yerinde olacaktır: “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda ‘olağanüstü hal’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütülen kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır.”