Bir genel kurullar dönemine daha girdik.
Evet, önceki senelerin heyecanı ve hareketliliği yok. Kuşkusuz bunda salgının etkisi de var. Ama yine de hiçbir şey olmamış gibi seçimlere gidilmesi yalnız bana mı garip geliyor!
Çok değil, daha iki ay önce “çoklu baro” gündemi nedeni ile ortadaki her bir başlık formüller ile tartışılırken, bugün, 2. baronun İstanbul’da dahi halen kurulamamış olmasından mı kaynaklanıyor bu durum? Bir rahatlamamı var? Ya da “çoklu baro” gündemi “sayesinde” kriz birileri tarafından fırsata mı çevriliyor? (Bu yazı kaleme alındığında 2. baro hala kurulamamıştı.)
Bugüne kadar, yaşanan tüm süreçlere rağmen hep savunmanın teslim alınamadığını ifade ettik. Evet, bu doğru. Ama bu gerçeklik başka bir gerçekliğin üzerini örtmemeli. Hele ki var olan durumdan memnun olmamıza, asla neden olmamalı.
AKP iktidarı neredeyse tüm kurumları teslim alıp, kendisinin uydusu haline getirirken baroların, bundan öte savunmanın bir bütün olarak teslim alınamadığı bir gerçek. Bunun yanında teslim alınamayanların önce etkisizleştirilip, ardından da tasfiye edilmesi çabasına girilmesi de diğer bir yöntem oldu. Büyük kent barolarında yönetime gelmesi neredeyse olanaksız olan AKP, işte bu nedenle bir yandan “çoklu baro”yu gündeme getirirken, Türkiye Barolar Birliği (TBB) delegasyon seçimine yaptığı müdahale ile de savunmanın üst örgütü üzerinden barolar üzerinde hakimiyet kurma çabasına girdi. Böylece bu iki “araç” ile yani çoklu baro modeli ve yeni TBB delegasyon seçim yöntemi ile bir yandan var olan baroların etkisizleştirilmesi, diğer yandan da savunma içerisinde kendi taraflarında bir ayak oluşturulma hedefi hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu müdahaleyi yalnızca var olan durumdan memnuniyetsizliğin bir tezahürü olarak okumak da hatalı olacaktır. Esasen önümüzdeki dönem avukatlığa yönelik düşünülen “yeni” düzenlemelere ilişkin önden tahkimat yapılmaktadır.
Bu nedenle “yandaş” baroların halen kurulamamış olmasına erken sevinmemek gerekiyor. Kendilerinin de bu kadarını beklemiyor olduğu açık, ama AKP cenahının zaten binlerce avukatla “yeni” barolar kurma hedefi taşıdığı da söylenemezdi. Hedeflenen esasen kurumsal olarak “yeni” baroların kurulması idi. Öncelikle İstanbul’da olmak üzere eninde sonunda bu baro(lar) kurulacaktır. Bu gerçeklik üzerinden hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Üye sayısı tabi ki önemsiz olmamakla birlikte, yaşanacak taraflaşmanın kriterleri esasen baroların üye sayısından öte olacaktır.
Buradan devam etmek için tekrar ifade edeyim; savunmanın teslim alınamadığı gerçekliği başka bir gerçekliğin üzerini örtmemelidir. Evet, tüm geçen bu yıllar boyunca avukatlar ve örgütleri olan barolar iktidarın ağır saldırılarına maruz kaldı. Ancak buna mutlaka bir ek yapmak zorundayız: Bu yaşananlara karşı bir bütünlük içerisinde direnç oluşturulamamıştır.
Son aylarda yaşadıklarımız dahi baroların doğru dürüst bir yol haritasına sahip olmadığını bize göstermiyor mu? Siyasetsizlik neredeyse baroların alameti farikası olmuştur. Yazının başındaki sorunun cevabı da burada aranmalıdır. Salgın olmasa da aynısı olacak, yine hiçbir şey olmamış gibi davranılacaktı.
Yalnız şu bilinmelidir ki, artık gidecek yer kalmamıştır. Sırt duvara dayanmıştır, daha ötesi de yoktur. Siyasetten kaçarak, üç maymunu oynayarak varlıklarını sürdürebileceklerini sanan baro yönetimleri için artık gidecek yol kalmamıştır. “Çoklu baro”ya karşı yürütülen mücadelenin biçimi ve nihayetinde alınan sonuç önümüzdeki dönem mücadele başlıklarına dair bizlere yeteri kadar çok şey söylemektedir. Barolardan sonra, sırada avukatlık mesleği bulunmaktadır. Avukatlar, cezalar ve meslekten çıkarılma tehditleri ile susturulmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında uzun zamandır kamu hizmeti vasfı törpülenen, piyasalaşan avukatlık mesleği “yargı dışı” yollar ve yeni uygulamalar ile dizayn edilmeye, neredeyse bitirilmeye çalışılmaktadır. Buna (yalnızca) üye sayınızın çok olması ile karşı koyamazsınız! Onun için, tekrar olacak, 2. baronun halen kurulamaması ya da üye sayısı değildir önemli olan.
Son örnekten devam edelim. Peki, “çoklu baro”ya karşı nasıl mücadele edilmeli idi? Cevap oldukça basittir ve aslında herkes tarafından da bilinmektedir. Saldırılar ancak avukatların gücünün harekete geçirilmesiyle savuşturulabilir. Mücadelesine avukatı katmayı başaramayan baro yönetimlerinin her çabası etkisiz ve yetersiz kalacaktır. Bugün de durum budur. Barolar ise bırakın avukatları, delegeleri dahi dışarıda bırakan, başkanların sembolik eylemlerine indirgenen bir tarzı tercih etmişlerdir. Sonuç ortadadır.
Yanlış anlaşılmasın, sonuçtan kastım düzenlemenin yasalaşması değildir. AKP’nin “yasa yapma yöntemi” düşünüldüğünde bu sonucun değişme olasılığının pek olmadığı söylenebilir. Ancak avukatların örgütlü gücünün harekete geçirilmesi, bunun sürekliliğinin sağlanması mutlak olarak sıçramalı gelişmelere yol açacaktır. Başka türlüsü de mümkün değildir. Avukatların mücadele geleneklerinde de bu vardır.
Yine de bahsettiğim tüm yetersizliklere rağmen avukatların eylemlilikleri, bu eylemliliklere katılım sayıları oldukça önemlidir. Önümüzdeki dönemin belirleyeni de bu tarz olmalıdır. Avukatlar bağımsız ve güçlü baroların varlığı ile mesleklerini bağımsız bir şekilde yürütebilirler. Var olan yönetimlerle ya da onların benzerleri ile bunun olamayacağı ise açıktır. Katılımcılığa kapalı yapılar çürümektedir.
Devletin temel organları, artık anayasadaki kurallara ya da yasalara göre davranmamaktadır. Önümüzde yeni bir yargılama pratiği de durmaktadır. Ne yazık ki bu yeni yargılama pratiğine karşı “eski” savunma pratiği ile karşılık verilmeye çalışılmaktadır. Her şey bir yana, genel doğruların sürekli tekrarından ibaret hale gelen “tarz” ile hala neden yol alınmaya çalışılmaktadır, bu anlaşılmaz bir durumdur.
Tüm bunlar üzerine düşünmeliyiz.
Ama şunu söyleyebiliriz; savunmanın kendini nasıl konumlandıracağı ve örgütleyeceği tartışması anlaşılan o ki genel kurul tartışmalarının ötesinde olacaktır. Bu seneki genel kurulların ötesinde, esasen genel kurulların sonrası daha da önem kazanmaktadır.