Giriş1
Akli dengesi yerinde olan insanlar arasında sağlam bir siyasi-toplumsal kriz yaşamadığımızı düşünen var mıdır acaba? Zannetmiyorum. Peki, varlığı su götürmeyen bu krizden yeni bir hükümet biçimi ile çıkabilir miyiz? Bu soru artık sıkça sorulmaktadır. Okumakta olduğunuz yazı da zikredilen bu soru ekseninde şekillenecektir.
(Uzun cevap tarafından kesintisiz olarak takip edilecek olan) Kısa cevap şöyle: Siyasal-toplumsal krizler yeni hükümet biçimleri önererek atlatılamaz. Kriz dediğimiz şey mevcut haliyle toplumsal yapımızın güncel ve somut çelişkilerimizi erteleme kapasitesindeki azalmaya tekabül etmektedir zira.
Çelişkilerinizi (çözemeyeceğiniz kesin ama bir de) erteleyemez iseniz ne olur? Bir dolu şey olur. Tabii “bi- dolu-şey olur” deyip geçemeyiz. İlerleyelim: [Toplumsal ilişkilerin] Taşıyıcıların[ın] psikolojileri açısından bakıldığında endişe, huzursuzluk, gelecek kaygısı ve sair sıkıntılar öne çıkar. Nevroz denilen rahatsızlığın eldeki (psikolojik, ideolojik, siyasi, iktisadi, hukuki vs.) araçlarla mevcut sorunların çözülememesinden neşet ettiği hatırlanmalıdır. Yurttaşlar kendilerini yöneten kuralların teşekkülü sürecine katılamadıkları zehabına kapılabilirler (belirli durumlarda iyi bir şeydir bu ama o belirli durumlarda olduğumuzu düşünmüyorum.)
Yurttaşlar kendilerini yöneten kuralların teşekkülü sürecinde yer almadıklarını hissettiklerinde, bu kuralların neşet ettiği bütün mercilerin (başkanlık, hükümet, parlamento vs.) ve dahi adı geçen makamlarca üretilen norm ve kararların meşruiyeti sorgulanır hale gelir. Sizi temsil etmediğini düşündüğünüz bir başkanlık makamının, hükümetin ya da meclisin kararlarına ancak şiddet muhatap olmak korkusuyla, harici zor neticesinde uyarsınız, o da uyarsanız… Nihayetinde başkanlık sistemi de temsili demokrasinin bir halidir. Şunu demek istiyorum: Uykusu kaçmış birisinin sol tarafından sağ tarafına doğru dönmesinin kendisine ferahlık getirmeyeceği ne kadar aşikar ise; temsilden mütevellit krizlerin temsili demokrasinin bir halinden ötekine geçmekle atlatılamayacağı da o kadar aşikardır.
Temsildeki sıkıntı ile meşruiyet arasında bir bağlantı kurduk, daha doğrusu açık olan bu bağlantıyı vurguladık. Şimdi meşruiyet krizinden ilerleyelim: “Yurttaşların kendilerini yöneten kuralların oluşumunda pay sahibi olduğu” inancındaki sarsılma, “toplumsal bütünlüğün olduğu haliyle sürdürülmesi” gerekliliği üzerinde sarsıcı bir etki doğurur. Toplumlar organizmalara benzemezler. Toplumsal bütünlük ön-verili olmadığından onun çeşitli şekillerde yeniden üretilmesi gerekir. Toplumsal bütünün yeniden üretilmesini sağlayan en temel amillerden birisi hakim bir cumhuriyet projesidir. Bu noktada cumhuriyet projesinin ne olduğuna bakmak lazım. Cumhuriyet projesi dediğim şey, “mevcut onca çelişkiye rağmen, ön-verili olmayan toplumsal bütünlüğü neden her gün aynen yeniden üretmemiz gerektiği” sorusuna verilen iktisadi, siyasi, ideolojik cevabın kümülatif etkisidir. Cumhuriyet projelerinin belirli bir yapıcısı bulunmaz, bunlar pek çok kimsenin, odağın, failin çoğu kez tasarlanmamış katılımlarıyla oluşan öznesiz süreçlerin ürünüdürler. Ancak bu öznesiz süreçte failliğe de yer vardır, yani bazıları diğerlerinden daha etkin olabilirler. Tarihin belli başlı noktalarında birileri yapının etkilerinin en görünür olduğu pozisyonu tutuyor olabilir.
Krizin taşıyıcılar üzerindeki etkilerinden bahsediyor idik. Bu etkilerden/semptomlardan birisi de isteksizliktir. Makro süreçler açısından bakıldığında “isteksizlik” olarak açığa çıkan tavır, toplumsal enerjinin kanalize edilememesi neticesi doğuran sınıfsal gerilimlerden mütevellit durgunluğa (çaresizlik haline) denk düşer. Çoğu “hüzünlü ödün verme faaliyetine” denk gelen tavırlardan müteşekkil olan toplumsal pratiklerimizi, olduğu halleriyle sürdürme konusundaki isteksizliğimiz, toplumsal yapımızın somut çelişkilerimizi erteleme kapasitesindeki eksikliğinden başka neye tekabül edebilir ki? Bir an gelir artık toplumsallığı yeniden üretme isteğimizi (yutkunmalarımızı, hukuka bağlı kalma hevesimizi, biraz daha sabredince işlerin düzeleceğine yönelik imanımızı) külliyen terk edebiliriz. “Külliyen terk etmenin” mevcut toplumsal konumumuzu yukarıya doğru değiştireceğine ya da beklemenin her durumda kaybettireceğine yönelik inanç arttığında her şey beklenmedik bir hızla değişir. Yani biriken enerji harekete geçer, durduğunuz yere göre hayırlı ya da hayırsız bir takım neticeler üretir.
Hükümet biçimleri, muhakeme biçimleri, güvenlik personeli istihdam biçimleri, döviz hesaplarını değerlendirme yolları, eğlence biçimleri, yeni futbol seyir nizamları, cenaze adapları, kandil kutlama üslupları, düğün biçimleri, yurtseverlik göstergeleri, bıyık biçimleri, davet biçimleri vs… hepsi bu “terk etme, hem de külliyen terk etme” ihtimalinin varlığında anlam kazanır. Sayılanlar toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde amil -bir yere kadar kendi otonomilerine sahip- biçimlerdir/kurumlardır, kabul edilebilirlikleri göreli istikrarın varlığına bağımlıdır. Hal böyle olunca kriz dönemlerinde anlam yitimine maruz kalırlar. Kriz aşılamadıkça bunlara bir haller olur, yeni istikrar imkanlarının arayışı içerisinde yeni –istikrarsız ve geçici içerikler- edinirler.
Bir cumhuriyet projesi çöküp de yenisi onun yerini almadığında toplum gerçekten evlere şenlik öznellik beyanlarıyla oldukça tuhaf bir evre içerisine girer. Diziler ya da arkadaş toplulukları ya da parklar… toplumsallığın üretildiği ya da bunun temsilinin gerçekleştirildiği her yer acayip, kimsenin içeriğini tam anlamıyla bilemediği yeni ve istikrarsız öznellik beyanlarıyla dolar taşar. Makbul olanın hangisi olduğunu gösterecek büyük bir öznenin seslenişinin eksikliğinde (birden ziyade “büyük özne adayı”nın rakip varlıklarında) tavırlar, hitaplar, jestler, mimikler, kıyafetler, tarzlar (duruş tarzları, ilişki tarzları, oturuş tarzları, başörtüsü-saç-şapka-fiyonk ve sair kıyafet tarzları) istikrarsız bir şekilde günlük yaşamın içerisine kayar. Mekânlar işlevleri ile ayrılamaz hale gelmeye başlar. Bir önceki döneme ait siyaset pozisyonlarını sabitleyen göstergeler uçuşup karışır. Kendisini meşrulaştıracak bir gelecek beklentisi sunamayan bulanıklık hali olası karşılaşmaların hoş arifesi olmaktan çıkıp, sislerin içerisinden her an fırlayıp üzerinize çıkabilecek bir kamyonun kuytusuna (pusu atma yerine) dönüşür. Artık (müstakbel ya da eski) damatlık ve gelinliklerimizle birlikte çatıların üzerinde dansa durma (raks etme) vakti yaklaşmıştır.
Krizin taşıyıcıları üzerindeki etkilerinden/semptomlarından birisi de -aşamamazlık halinden kaynaklı- fırsatçılıktır. Şunu (kaldıysa eğer) akılda tutalım: Krizin etkilerini kendi menfaati için kullanmaya çalışan eylem odakları (siyasi özneler) her durumda krizi çözmeyi (sistemin çelişkileri erteleme kapasitesini artırmayı) istemekle yükümlü de değildirler. Özellikle daha iyisini umamayacak durumda olanlar (daha kötüsünden korkanlar) çıkmazların uzamasından yana tercih bildirirler. Bu son duruma girmiş bir siyasi öznenin, sonradan toparlanıp eski güzel günlerine geri dönebildiği görülmemiştir. Nihai evre, yukarıda bahsedilen istikrarsız öznellik tarzlarının daha da çeşitlenmesiyle sonuçlanır. Toplumsal hayat büyük boyutlu bol kostümlü (ama yine de yavan) bir sosyal gösterinin etrafında çiçeklenir: Büyük cenaze törenleri, öfkeli konuşmalar, “ben diyorum bu hayvanlar bir türlü anlamıyor” bakışları, tarafların akrabalarını evlendiren düğünler, öfkeli gururlar, “belki yarın”lar ve benzerleri… (Çoğu durumda düpedüz salak olan) Kahraman daha konuşmadan, diyeceği denilmiş, suyu da verilmiştir.
İster çaresizlikten, ister yapacak daha iyi bir iş olmamasından, ister yeni “şiddet teknolojilerine”2 yönelik ihtiyaçtan olsun bugün Türkiye’de birileri anayasa yapım işine girişmiştir. Şu durumda birazdan kopacak olan vaveylayı hesaplayıp, bir takım tanım ve saptama yapmak; dolayısıyla anayasa yapım sürecinin (itiş-kakışının) -gönüllü gönülsüz- taraflarına birkaç hususu hatırlatmak yerinde olacaktır. Anılan maksatla önce konvansiyonel olmayan bir anayasa tanımı yapılacaktır. Ardından Cumhuriyet projesi kavramı üzerine birkaç tespit sunulacaktır. Bunu “bağlantılı sorular” başlığı izliyor. Dördüncü olarak (meşruiyet sorununun anlaşılmasında kolaylık sağlayabileceği düşünüldüğünden) 21, 24, 61 ve 82 Anayasalarında millet ve iktidarı arasındaki ilişkinin somutlanış biçimi üzerine yorumlar yapılacaktır. Bu çerçevede parlamenter sistem, başkanlık sistemi ve bu ikisi arasındaki pozisyonlar üzerine bir takım tesbitler sunulacaktır.
Konvansiyonel olmayan bir anayasa tanımı
1-Anayasa yapım işine girişecek kimselere getirilebilecek ilk öneri, yapacakları şeyi önce kendilerine bir tanımlamalarıdır. İnsan tanımlayamadığı bir şeyi yapamaz zira. Alın size konvansiyonel/klasik olmayan tanım: “Anayasa hâkim bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesidir!”. “Niye klasik bir tanım verilmedi?” diye sorabilirsiniz. Hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, konvansiyonel/klasik anayasa tanımlarınız bir işe yaramaz. “Devletin yapısını ve yurttaşların devlet karşısındaki temel haklarını içeren bir metin” olarak anayasa (klasik) tanımı anlamını yitirir; klasik bir tanım verilememesinin sebebi budur. Bir başka deyişle, “Hak ne?”, “Bir hak ne zaman temel/esas hak olur?”, “Temel olmayan haklara ne yapacağız?”, “Çatışan temel haklar arasında hangisini seçeceğiz?”, “Devletin karşısı neresi?”, “Devletin biçimi içeriğini nasıl etkiler”, “İstanbul’un orta yeri hala sinema mıdır?” ve sair bir milyon soru ile başa çıkmak mümkün olmadığından söz konusu anlam yitimi kaçınılmaz hale gelir.
Kıssadan hisse, hâkim bir cumhuriyet projesi oluşturmadan anayasanın ne olduğunu tanımlamaya kalkışmayın. Tanımlayamadığınız şeyi de – sakın ama sakın- yapmayın. Şu da kulağınıza küpe olsun: (Anayasa hâkim bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesi olduğundan) projeniz, hakim bir projeniz yokken –haliyle- bunun normatif ifadesi de olmaz. Cüssesi olmayanın gölgesi olur mu hiç? Tekrar edelim: Anayasa yaparak hâkim bir cumhuriyet projesi oluşturamazsınız. Kendisi yokken normatif ifadesini aramayın, olmaz, önce hâkim bir cumhuriyet projeniz olmalıdır (kime söylüyorum ben?).
“Cumhuriyet projesi” ve bunun “hâkim olması hali”
2- “Cumhuriyet projesi, hem de hâkim bir cumhuriyet projesi” olacak deyip duruyoruz. Girişte kısa bir tanım da verdiydik. Onu biraz açalım: Tanım 1: Cumhuriyet projesi dediğimiz şey, “mevcut onca çelişkiye rağmen, ön-verili olmayan toplumsal bütünlüğü neden her gün aynen yeniden üretmemiz gerektiği” sorusuna verilen cevabın toplumu oluşturan öbeklerin en az birisi içerisinde kabul görmesi durumunun kelli felli ismidir. Cumhuriyet projelerinin belirli bir yapıcısı bulunmaz, bunlar pek çok kimsenin, odağın, failin çoğu kez tasarlanmamış katılımlarıyla oluşan öznesiz süreçlerin ürünüdürler. Birinci tanım kapsamında cumhuriyet projeleri bir yüzü geleceğe bakan bir diğer yüzünü ise muhayyel bir geçmişe dayandıran silindirik (boru kılıklı) rüzgâr/yel makinelerine benzetilebilir. Tanım 2: “Cumhuriyet projesi” verili bir toplumsal zaman ve uzamda bulunan kimselerin, geleceği, kapitalist toplumsal formasyonlara mündemiç onca çelişkiye rağmen (verili sınırlar içerisinde) bir arada kurma gerekçelerini içeren birbiriyle tutarlı (aynı ideolojik formasyondan neşet eden) hikâyeler, inançlar, ön-kabuller, gerekçeler, mitler, hesaplar ve dahi planlar, toplamına verdiğimiz “uygun ad”dır. Söz konusu “uygun ad” kendisine denk gelen anlatıları taşımaya hevesli insan öbeği içerisinde çöreklenen çeşitli illete -en başta da isteksizlik illetine- melhem/merhem olabilecektir.
Geleceği bir arada kurmak şart olmadığı, toplumsal çelişkiler çoğu kez katlanılabilirlik sınırlarını aştığı ve kendi içinde haklı öfkelerin bir kısmı uçarken bir diğer kısmı biriktiği için, hâkim bir cumhuriyet projesinin (ve bunun ürünü olan toplumsal bütünlüğün) varlık ya da yokluk durumunun küçük hayatlarımız üzerine doğrudan ve büyük etkiler üretebileceği zahmetsizce söylenebilir.
“Anayasa hâkim bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesidir” dedik. Ardından cumhuriyet projesinin anlamını sorguladık. Peki, projenin hâkim olması ne ifade eder? İlgili projenin en velut, keskin hasımları için dahi mevcut diğer olasılıklara nazaran “ehveni şer” haline gelmesini ifade eder. Belirtelim: Projenin hasımsız – herkes için doğrudan istenebilir- olması durumunda, iktidar “tadından yenmez” bir hale gelir. Ama “ehveni şer” formülü bile işe yarar. Bu durumda da sisteminiz (şer ve şiddetin yanı sıra) rıza (dahi) üretecektir. (Hâkim olma hali için daha fazla lakırdı arayabilecek ilgili okur, Ana Fikir sitesinde yayınlanmış bulunan “Hipokrasi ve Hegemonya” başlıklı çalışmayı da karıştırabilir.)
Bağlantılı sorular
3-“Hâkim bir cumhuriyet projesi bulunmasa ne olur?” Evvelden bulunduydu da ne olduydu?” gibi sorular üretilebilir. Toplumsal bütünlüğü sağlayan en temel unsurlardan birisi başta da ifade edildiği gibi hâkim bir cumhuriyet projesidir. Ve şu noktada biliyoruz ki toplumsal bütünlük ön-verili değildir. Hâkim bir cumhuriyet projesinin bulunmaması durumunun bu nedenle geçici olması gerekir. Söz konusu durum kalıcı hale gelir ise ya olağan üstü usullerle yeni bir proje oluşturma teşebbüsleri gündemi kaplar ya da toplum parçalanır. Olağan-üstü usuller deyince aklınıza yalnızca bir taraf/bir reçete gelmesin. Herkes kendince bir şeyler yapacaktır artık.
Millet ve iktidarı arasındaki ilişkinin somutlanış biçimi
4-Kaynağını ulustan/cumhurdan almayan bir iktidar bugünün gelişmiş kapitalist toplumları için mümkün gözükmemektedir. Cumhur ve iktidarı arasındaki ilişkinin (bilebildiğimiz kadarıyla) üç modeli bulunmaktadır.
Buna göre hükümet,
ya milleti temsil etme (milletin doğrudan ve yegâne temsilcisi olma) yolu ile devlet iktidarının sahibi olduğu varsayılan bir meclise karşı sorumludur, o meclisin iradesini realize etmektedir (birinci durum);
ya parlamentonun ve yargının yanı sıra, milletin/halkın iradesini ifade ettiği kurumlardan yalnızca birisi olarak yönetim “işlevini” yerine getiren bir organdır (ikinci durum),
ya da halk tarafından parlamentonun yanı sıra, başkanın şahsında doğrudan yetkilendirilmiş bir temsili aygıttır (üçüncü durum).
İlk durum güçler birliği ilkesi tarafından belirlenen meclis egemenliği sistemine denk gelir. Burada millet ve onun tahdit kabul edilmez, üstün iradesi meclis tarafından temsil edilmektedir. Meclis yürütme ve yargının içerisinden çıktığı temel temsil makamıdır3.
Anılan sistem İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’da ve onun çevresini oluşturan toplumlarda büyük ölçüde terk edilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri hegemonyası altında yeniden4 baskın hale gelen güçler ayrılığı prensibi ve –“medeni” (civilised)5 milletlerce benimsendiği haliyle- hukukun evrensel prensiplerine riayet ilkeleri, kendi egemenliği üzerinde hiçbir tahdit kabul etmeyen meclis egemenliği sistemiyle örtüşmemektedir.
Güçler birliği esasına (birinci durum) dayalı temsil anlayışı ABD hegemonyasıyla bütünüyle uyumsuz bir hale gelmiştir. Bir başka deyişle güçler birliği prensibiyle işleyen ve egemen olan meclise:
“senin iradenin üzerinde medeni milletler tarafından yorumlandığı haliyle insan hakları var”
ya da
“senin çıkardığın yasayı senden bağımsız olarak millet iktidarını kullanan anayasa mahkemesi anayasaya uygun bulmadı”
kabilinden cümlelerle hitap edilemeyeceğinden ABD merkezli uluslararasılaşma süreçleri ilk durumla uyuşmaz hale gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bağdaşıklarına ve Üçüncü Dünya ülkelerine dayattığı yeni bir devlet formunu ve sermayeyi uluslararasılaştırırken, meclis egemenliği sistemini (güçler birliği prensibini) devre dışı bırakma siyasetini gütmüştür ve hala gütmektedir.
ABD hegemonyası bir devletin kendi bünyesinden başka yerlerden neşet eden sermaye gruplarına ve (farklı menşeleri olan) sermaye gruplarının da birden ziyade devlete bağlı olarak hareket edebildiği bir stratejiyi sunarken; kendi içerisinden kalkıp da Tokyo’lara, Berlin’lere operasyon çekecek sermaye gruplarının önünde kontrol edilemez, üstün, haris, milli ve sair sıfatlarla donatılmış meclis iradeleri bırakmak isteyebileceğini düşünmek mantıklı ise burada yazılanlar da mantıksızdır tabii.
İkinci Dünya Savaşı sonrası benimsenen meşrulaştırıcı kurgular silsilesi içerisinde, “milletlerin kendi iradelerini doğrudan kullanmaları” (tam yetkili temsilcileri olan meclislerinin iktidarını kırpmaları, onları ‘organlardan biri’ konumuna sokmaları) –şık- formülünün arkasındaki neden ABD Hegemonyası sürecinde yeni formüllerle (1-millet kendi iktidarını kendi organları aracılığıyla kullanır. 2- Özgürlük (yatırım özgürlüğü- sermaye birikimi) bir milli devletin sınırlarına kapatılamaz. ABD özgürlüğün koruyucusu olacak, yedi denizde bayrak dolaştıracaktır vs.) izah edilen yeni bir uluslararasılaşma dalgasıdır. Söz konusu uluslararasılaşma salt sermaye hareketlilikleri için değildir, devlet biçimlerinin de uluslararasılaşmasını gerektirir.
Bizim 61 ve 826 Anayasalarımızın dayandığı/benimsediği ikinci durum (zannedildiğinin aksine CHP DP kapışmasının deneyimlerinden değil) yukarıda bahsi geçen meşrulaştırıcı kurgular silsilesinin yerelleşmesidir. O aynı zamanda günümüz parlamenter sistemlerinin kurgusudur. Bu kapsamda 61 ve 82 Anayasalarında ortaya çıkan güç şemasının kökeni Türkiye’nin özgül tarihinden çok sistemin tarihi ve mantığı içerisinde aranmalıdır.
61 ve 82 Anayasalarında normatif ifadesini bulan (mevcut) güç şemasına göre meclis, bakanlar kurulu ve yargıyla birlikte milletin iradesini kullandığı organlardan sadece birisidir. Anılan organlardan herhangi birisi bir diğerinin türevi değildir. Millet temsilini yalnızca mecliste bulmaz. Artık Millet iradesini üç ayrı erkin somutlaştığı ve biri diğerini denetleme iktidarına sahip üç ayrı teşkilat aracılığıyla (yetkili organlar eliyle) kullanacaktır.
Tesis edilen bu yeni düzende (güç şemasında) yetkili organlar, iktidarlarını/yetkilerini doğrudan milletten alıp millet adına kullandıklarından, Anayasa’ya göre aralarında bir hiyerarşi tertiplemek (seçilmişleri atanmışlara tercih etmek) mümkün olmayacaktır.
Artık güçler ayrılığı prensibine göre işleyen meclise
“senin iradenin üzerinde medeni milletler tarafından yorumlandığı haliyle insan hakları var”
ya da
“senin çıkardığın yasayı senden bağımsız olarak millet iktidarını kullanan anayasa mahkemesi anayasaya uygun bulmadı”
kabilinden cümlelerle hitap edilebilecektir.
Cumhurbaşkanının yetkilerini doğrudan milletten alan bu üç organ üzerinde esaslı bir iktidarının olmaması gerekliliği de bu kurgunun doğal sonucu olarak karşımıza çıkar. Ancak merkez ülkelerde Reagan ve Thatcher, çevre ülkelerde ise seçilmiş Allende’yi askeri darbe ile alaşağı eden Pinochet’nin Şili’si ile başlayan neo- liberal dönemde hükümet etmenin gereklilikleri, cumhurbaşkanlığının yapısında parlamenter sisteminin kurgusuna uymayan değişiklikleri gündeme getirmiştir. Kanun hükmünde kararname yoluyla yapılan düzenlemeler ve Cumhurbaşkanlığının simgesel rolünü dönüştüren anayasal düzenlemeler neo-liberal dönemin yürütme iktidarını yargı ve yasama karşısında güçlendirmeye yönelik hukuk politikalarıyla açığa çıkmıştır.
Son durum (üçüncü durum) başkanlık sistemine denk gelir. Yürütme işlevini yerine getiren (bu erki kullanan) organın başının da tıpkı parlamentonun/meclisin kendisi gibi millet/ulus tarafından seçilmesi durumu, Türkiye’nin yabancısı olduğu bir başka sistemi, başkanlık sistemini (ya da kimilerine göre “yarı başkanlık” olarak adlandırılabilecek bir durumu) gündeme getirecektir.
Başkanlık sistemlerinde (halk ya da milletten aldığı varsayılan yetkiyle) hükümet eden dolayısıyla yürütme iktidarını kullanan, inisiyatif alıp politika üreten ürettiği politikalar neticesi toplumsal artığın üretimi, bölüşümü, paylaşımı ve tüketimi üzerinde esaslı etkiler doğuran bir organ görmekteyiz.
Başkanlık sisteminin ikinci durumda verilen güç şemasına uygun olduğu da kolaylıkla söylenebilir. Kümülatif bir temsilcisi olmayan millet iradesini organları aracılığıyla gerçekleştiriyor ve işte doğrudan milletten neşet ettiği düşünülen yürütme organı başkanın çatısı altında yerli yerinde duruyor.
Peki fark nedir? Hatırlayalım parlamenter sistemlerde de millet yürütme erkini hükümet üzerinden kullanmaktaydı. Ancak burada hükümet meclis içerisinden çıkıyor, bu suretle iktidarda bulunan gruplar hükümet edebilmek için meclis içerisinde hâkimiyet kurmak durumunda kalıyorlardı.
Bu son durumu “güvenoyu”, “gensoru” gibi hükümeti düşürebilecek imkânlarla birlikte düşündüğümüzde, parlamenter sistemlerde yürütme iktidarına sahip olmanın önkoşulunun, yasama iktidarını elde tutmak olduğu hususu göze çarpacaktır.
Başkanlık sistemlerinin ayırt edici yanı, bir kez seçilen başkanın, iktidarını yeniden üretmek için seçildiği süre boyunca meclisi kontrol etme zorunluluğunun/önkoşulunun esaslı olarak zayıflamasında (erozyona uğramasında) bulunabilir. Bir başka deyişle, parlamenter sistemde bakanlar kurulu ve liderinin parlamentodaki çoğunluğa olan bağımlılığı, başkanlık sisteminde çok daha azdır.
Tekrar edelim: Parlamenter sistemde bakanlar kurulu ve liderinin parlamentodaki çoğunluğa olan sürekli bağımlılığı, başkanlık sisteminde görülen bir özellik değildir.
Parlamenter sistemlerde yürütmenin başı eyleme iktidarı ile mücehhez olup (yani politika belirleme araçlarıyla donatılmış olup), seçilmiş meclise karşı doğrudan sorumludur.
Devletin başı ise –iktidarını doğrudan milletten alan üç kuvvetin sorumlu başları karşısında- sorumsuz olacaktır. Devlet başkanının sorumsuzluğu onun iktidar kulanamamasından –bu iktidarın milletin organlarına bırakılmış olmasından- mütevellid bir durumdur.
Dolayısıyla parlamenter sistemlerinde cumhurbaşkanına tanınan iktidar (olumsalın karşıtı olarak) negatiftir. Cumhurbaşkanı eyleyebilmek (politika belirleyebilmek; köprü yaptırmak, su kanalı açmak) için değil, eyleyenlerin (eyleme iktidarı ile mücehhez olanların) eylemlerini düzenleyebilmek için yetkilendirilmiştir, o da sınırlı olarak.
Gelinen noktada başkanlık sistemini (yarı-başkanlık ve parlamenter sistemlerden ayıran iki temel hususu şöyle sıralayabiliriz:
Başkanlık sistemlerinde:
1-Başkan yürütme erkini kullanır. İktidarı negatif değil olumsaldır, pozitiftir. Dolayısıyla başkan tercihlerde bulunur, hükümet eder. Bir başka deyişle inisiyatif alıp politika üretir. Ürettiği politikalar neticesi toplumsal artığın üretimi, bölüşümü, paylaşımı ve tüketimi üzerinde esaslı etkiler meydana getirir.
Hükümet iki şehrin arası iletişim ve etkileşimi yeni demiryolu döşeyerek mi yoksa deniz yoluyla mı sağlayacaktır? İki şehir arasındaki etkileşimi artıracak önlemlere gerek var mıdır? Niye ulaşım ve iletişim alanındaki kısıtlı yatırımlar o iki şehre gidecektir de diğerlerine gitmeyecektir? Alternatif ulaşım ve iletişim rotaları nasıl olacaktır? Subvansiyonlar nasıl dağıtılacaktır? İmar politikaları nasıl şekillenecektir? Döviz politikası ne olacaktır? İthal ikameci mi yoksa ihraç ikameci bir politika mı benimsenecektir? Az önce verilen sorular ve benzerleri (ister iktisadi ister siyasi ya da kültürel esaslı) politika üretiminin teknik bir şey olmadığı, her kararın bir miktar menfaati korurken bir seri menfaate de halel getireceği gerçeğini hatırlamanıza yardımcı olacaktır.
Başkanlığın uhdesine verilen eyleme imkanı, tercih etme (dolayısıyla dışarıda bırakma), başlatma, ilerletme, tatbik etme ve neticelendirme iktidarını içerir.
2-Başkanlık makamının elinde tuttuğu erkin (yürütme erkinin) bekası/sürekliliği iktidar partisinin parlamentodaki üstünlüğünün hergün yeniden üretilmesi koşuluna bağlı değildir. Başkan, parlamento karşısında iktidarını hergün aynen yeniden üretme zorunluluğundan [büyük ölçüde] kurtulmuş olan kimsedir.
Yarı başkanlık sistemi ya da partili cumhurbaşkanlığı gibi isimler altında zikredilen öneriler parlamenter sitemlerle başkanlık sistemleri arasında olduğu varsayılan birtakım durağa işaret etmektedir.
Bizim sunduğumuz kriter açısından bir sistemi yarı başkanlık sistemi yapan husus makama gelen kişinin nasıl seçildiği sorusuna verilebilecek bir yanıtla belirlenemez. En baştan söylemek gerekir ki : “Parlamenter sistemi” ve başkanlık sistemini” makamların işlevleri üzerinden anlatıp/açıklayıp, iş yarı-başkanlık haline gelince kişinin göreve getirilme yöntemine referansla tanım yapmak çelişiktir. Ya üçünü de atanma usullerine ilişkin betimleyici bir üslupla sıralamak ya da hepsini işlevsel açıklamaya tabi tutmak gerekir.
İşlevsel yorumdan gidersek, bir sistemi yarı-başkanlık sistemi yapan şeyin başkanlık sistemini belirleyen ve yukarıda verilmiş olan unsurlardan birisinin bulunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre:
1-Verili bir meclise karşı sorumlu olan (iktidarını hergün yeniden ilgili meclis karşısında üretmek durumunda olan) (seçilmiş) başkanın inisiyatif kullanabilmesi ve olumsal müdahalelerle politika belirleyebilmesi
ya da
2-ilgili başkanın iktidarını yeniden üretmek için meclise karşı bağımlı olmaması ama bu sefer meclise karşı sorumlu bir hükümetin katılımıyla
olumsal politikalar üretmesidir. Bu son hal, partili cumhurbaşkanlığı diye birşey olabilecek ise, işte onun mantığına denk düşer.
Söz konusu mekanizmaya uygun şekilde, yarı başkanlık sisteminde
• devlet başkanı ve hükümet ayrı ayrı seçilir; makamların farklı seçim zamanlarında doldurulması da önerilebilinir;
• birinci varyantta yarı- başkan hükümetin yerini ele geçirecektir. Bir başka deyişle hükümete dönüşecektir. Dolayısıyla cumhurbaşkanının negatif, kolaylaştırıcı (eyleyenlerin eylemlerini etkinleştiren) iktidarı yanı sıra politika üreten iktidara da (iktidarın pozitif vechesine de) sahip olacaktır.
• ikinci varyantta başbakan(lık makamı) varlığını korur, başbakan parlamento karşısında sorumlu olmaya devam eder ve yasama sürecine tasarı formatında öneri sunma iktidarını korur. Bu durumda başkan olumsal-eyleyici iktidar kullanamaz; kullanması durumunda başkanın işlemlerinin hukuki denetimi ciddi sorunlar yaratır.
• ikinci varyantta bakanlar -başkanlık sisteminde olduğunun aksine- başkanın adamları statüsünde olmayıp zayıflamış olan başbakan çevresinde, eskisine (parlamenter sistemin hükümetine) nazaran daha müstakil hale gelmiş pozisyonları tutarlar. Söz konusu varyantta başbakanlık makamının koordine edici imkanları azalır. Söz konusu makam kendisine ait olmayan eylemlerin siyasi/hukuki sorumluluğunun kaydırılacağı bir makama dönüşebilir.
• her iki varyantta da bakanlar yasama meclisine karşı sorumlu olmak durumundadırlar (bir başka deyişle yarı-başkanlık sistemlerinde de yürütme iktidarını kullananlar parlamento üzerindeki iktidarını her gün aynen-yeniden üretmek durumundadır).
• siyasetin en temel mekanı meclistir.
Şu durumda yarı-başkanlık sistemi olarak adlandırılan ve esasını yarı- başkanın
1-(sorumsuz olmaya devam ederken) belirli (sınırlı) alanlarda kişisel (bakanlar kurulundan bağımsız) iktidar tatbik edebilmesi
ya da
2-(hükümetin yerine geçmek
suretiyle) sorumlu olup aynı anda cumhurbaşkanlığına ait negatif iktidarı da kullanması
esasına dayandıran yarı-başkanlık sisteminin bir sentezden ziyade parlamenter sistemin yasama aleyhine zayıflatılmış bir versiyonunu oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Netice
Nihayetinde, bugünün Türkiye’sinde (yani hâkim bir cumhuriyet projesine sahip olmayan bir ülkede) “anayasa yapım becerisi” ya da “başkanlık sistemini getirme kabiliyeti” krizi yükselerek aşmaya yarayabilecek imkânlar sunmamaktadır.
Krizi uygun şekilde aşabilmek için isteksizliğimizi adanmışlığa çevirebilecek bir rüzgâr makinesi gerekir. Bu da yetmez rüzgâr makinesinin ürettiği yel bütün değirmenlere dönme gerekçesi üretebilecek kadar güçlü olabilmelidir. Bir başka deyişle hegemonik cumhuriyet projesi denilen şeyin tesisi ve etkisi, rıza üretebilme kapasitenizle (göreli de olsa istikrarlı hale getirebileceğiniz bir birikim rejimi sunma becerinizle) bağlantılıdır.
Rıza değil de şiddet üreterek hükmetmeyi hedefleyenler (başkanlık sistemini krizi yükselerek aşmak için değil de sunabileceği ek şiddet imkânları için isteyenler) için çok ama çok güçlü küresel müttefikler gerekir. Bunlardan da mahrumsanız, hem doğa-üstü hem de ikna edici hikâyeler yazabilmeniz ve hikayenizi dinleyenleri geçici olarak değil uzun süre için ikna edebilmeniz beklenir.