Başkanlık Anayasası tartışmalarında gölgede kalan temel bir değişiklik daha var. 15 Temmuz’da yaşanan kanlı darbe denemesinden sonra ilan edilen “olağanüstü hal” dahi yeterli ölçüde tartışılamazken Başkanlık Anayasası teklifinin 12. maddesinde mevcut Anayasa’daki “olağanüstü yönetim usulleri” bölümünün tamamen yeniden düzenlenmesi de ilgi çekmiyor. Oysa, 16 Nisan’da Türkiye, esas olarak, başkanlık ile birlikte bir olağanüstü hal rejimine geçip geçmemeyi de oylayacak.
AKP’nin MHP ile birlikte getirdiği Anayasa değişiklik teklifinin ilk halinde, başkanlık, devletin idari yapısının bütünüyle Meclis düzenlemelerinin konusu olmaktan çıkartılarakbaşkanlık kararnameleri ile düzenlenmesi ve olağanüstü hal yönetiminin yeniden ve ülkenin olağanüstü hal boyunca tamamen başkanın kararlarıyla yönetileceği şekilde düzenlenmesi öngörülmüştü. Ancak nedeni açıkça ifade edilmese de, başkanlık tartışmalarının yumuşak karnı olan “bölünme” endişelerine imkan vermemek için bu bölümler tekliften çıkartıldı.
Teklifin “başkanlık” düzenlemeleri yoğun olarak tartışılırken, ülkenin sürekli bir olağanüstü hal durumunda bırakıldığı ve başkanın dilediğince ve keyfince yönetmesine imkan veren yeni düzenleme ise mevcut Anayasa’daki olağanüstü hal ve sıkıyönetim gibi yönetim usullerine rahmet okutacak cinsten olmasına rağmen gündeme gelmiyor.
Kısa bir karşılaştırma
Mevcut Anayasa’da iki temel olağanüstü yönetim usulü öngörülüyor. Bunlardan birincisi “Tabiî afet ve ağır ekonomik bunalım sebebiyle” veya “Şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması sebepleriyle” ilan edilebilen olağanüstü hal iken diğeri ise özünde askeri yönetim biçimleri sayılması gereken sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali olarak düzenlenmiş.
Olağanüstü hal ilanı için doğal afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinin veya “hür demokrasi” düzenini veya temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması gerekiyor.
Olağanüstü hal her durumda süresi altı ayı geçmemek üzere ilan edilebiliyor. Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen olağanüstü hal süresi Meclis tarafından değiştirebilirken her defasında dört ayı geçmemek üzere uzatılabiliyor veya kaldırılabiliyor.
Yine, yürürlükteki Anayasa’ya göre, olağanüstü hal ilanı halinde, yurttaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri, temel hak ve özgürlüklerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, gereken tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usullerinin yasayla düzenleneceği öngörülüyor.
Ayrıca, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabiliyor. Bu kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulurken bunların onaylanması için ise 30 günlük bir süre öngörülmüş.
Bununla birlikte sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali ise Anayasa’nın tanıdığı “hür demokrasi” düzenini veya temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya yurt veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle ilan ediliyor.
Temel olarak, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde de olağanüstü hal ile benzer usul ve esaslar uygulanıyor.
Öte yandan, “Olağanüstü hal yönetimi” başlığıyla önerilen yeni düzenleme ise tüm bu olağanüstü yönetim biçimlerini tek başlıkta toplarken kararı sadece başkanın alabileceğini düzenliyor.
Savaş, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, seferberlik, ayaklanma, yurt veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, doğal afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde ilan edilebilen olağanüstü hal düzenlemesinde süreler yönünden değişiklik olmadığı gibi yine Meclis’in onayı korunuyor.
Önerilen düzenlemedeki önemli üç değişiklikten ilkinde, yurttaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile temel hak ve özgürlüklerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı ve hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceğinin yasa ile düzenleneceği kabul edilirken mevcut düzenlemede yasayla düzenleneceği öngörülen gerekli tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri ise madde metninden çıkarılıyor.
Burada, teklifin komisyon görüşmelerinde idari yapının başkan tarafından düzenlenmesini öngören bölümlerinin çıkartılmış olması nedeniyle bir boşluk doğduğu ve AKP’lilerin telaş içerisinde yürüttükleri Meclis görüşmelerinde bu boşluğun gözden kaçtığı söylenebilir.
Ancak bu değişiklik ile başkanın yasaların ötesinde herhangi bir kısıtlama ve kural olmadan dilediğini yapabilmesinin idari altyapısının oluşturulduğu açık. Burada temel hak ve özgürlüklerin durdurulmasına ilişkin “geçici” vurgusu ya da sıkıyönetim usulünün kaldırılmış olması gibi makyajlar ise durumu değiştirmiyor.
İkinci değişiklik ise daha vahim. Mevcut Anayasa’ya göre temel hak ve özgürlüklerin kanun hükmünde kararnameler ile düzenlenmesi mutlak olarak yasak. Ancak değişiklik teklifiyle, olağanüstü hallerde başkan, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda hiçbir sınırlama olmaksızın kararname çıkarabilecek.
İçinden geçtiğimiz olağanüstü hal döneminde patronlara teşvikler ve televizyon kanallarının seçim dönemlerinde eşit yayın yapma yükümlülüğünün kaldırılması gibi “olağanüstü” ihtiyaçların da karşılandığı düşünüldüğünde AKP’nin bu düzenleme ile başkana tanıdığı yetkinin sadece fiilen değil yasal olarak da sınırsızlaştığı görülüyor.
Aslında, sadece bu düzenleme dahi tek başına bu değişikliğin reddedilmesi için yeterli bir sebep oluşturuyor. Düzenleme, AKP eliyle kurulan İkinci Cumhuriyet rejiminin bütün derdinin esas olarak Meclis’ten tamamıyla kurtulmak olduğunu da açıkça gözler önüne seriyor.
Son değişiklik ise kararnamelerin onaylanması için Meclis İçtüzüğü’nde öngörülen 30 günlük sürenin uzatılarak kanun hükmündeki kararnameler için öngörülen olağan süre olan üç aya çıkartılması oldu.
Türkiye’nin “olağan”ı olacak mı?
Bir yanda bugün artık 8. ayına giren olağanüstü hal uygulaması diğer yanda ise bu denli geniş yetkilerle düzenlenen anayasa değişiklik teklifi var. AKP’nin, kelimenin tüm anlamlarıyla ve çıplaklığıyla, devletin tüm zor gücünü kullanarak sürdüregeldiği fiili durum aynı zamanda bu teklifle yasal bir zemine de kavuşturulmak isteniyor. Türkiye, aslında genel olarak, kapitalizmin bir türlü çözemediği tıkanma halinin bir sonucu olan ve uzun süredir bahsedilen İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşememe sorununu “olağanüstü hal” sürekliliği dışında yönetememe noktasına kadar gelmiş durumda.
Aslına bakarsanız, İkinci Cumhuriyet rejimi, Türkiye’nin 12 Eylül darbesi ile birlikte etkisi altına girdiği “güçlü yürütme” tezinin mantıksal sonuçlarına götürüyor. Bu sonuçların adı, artık tartışmasız olarak,“kuvvetlerin tekleşmesi” olarak konulabilir. Türkiye’nin özünde 15 Temmuz darbe girişiminden bağımsız olan ama ondan çıkartılan fırsat ile tamamen yerleştirildiği bu yönetim biçiminin temelinde sermayenin giderek daha hızlı ve karmaşık araçlarla karşılanması gereken ihtiyaçlarının yattığı açık.
Nitekim AKP’nin ekonomik krizi ötelemek için hazırladığı ve sürekli yenilerini eklediği teşvikleri kanun hükmünde kararnamelerle uygulamaya geçirmesi de buna bir örnek teşkil ediyor.
AKP, zaten iktidara geldiği ilk günden beri yargıyı bir kambur, üzerine basılıp geçilmesi gereken bir engel olarak görüyordu. İkinci Cumhuriyet rejimi için alan düzlemesi yapan operasyonlar dışında, işi “üzerinden greyder ile geçmek”ten “yargı darbesi” laflarına kadar vardıran AKP’nin Başkanlık Anayasası teklifinin içerisindeki bu düzenleme ile yasama erkinin de üzerinden “greyder ile geçme”nin önemli bir adımını attığı anlaşılıyor.
Ancak meselenin AKP’yi aşan Türkiye’nin dünya emperyalist sistemine uyum ile ilgili boyutunu ve Türkiye’nin tarihselliğini de unutmamak gerekiyor. 12 Mart ve 12 Eylül ile başlayan yürütmenin güçlendirilmesi hamlelerinin 90’ların sonlarından itibaren “temel kanun” ve ardından gelen “torba kanun” uygulamalarıyla yasamanın hızlandırılmasıyla taçlandırılmasının ardından yeni bir aşamayı yaşıyoruz.
Türkiye için, tıpkı kapitalist diğer ülkeler gibi “olağan” olanın artık sadece “olağanüstü hal” olduğu anlaşılıyor.
Türkiye dünyada yalnız mı?
Dünyaya baktığımızda Cezayir’de Selefi İslamcıların iktidara gelmesini engellemek için askerin yönetime el koymasıyla başlayarak 1992’den 2011’e, Suriye’de Baas’ın iktidarı almasıyla başlayarak 1963’ten 2011’e veMısır’da1967’den 2012’ye dek süren olağanüstü hal uygulamalarını görüyoruz.
Bu ülkelere bakınca siyasal İslam’ın temsilcilerinin yıllarca “demokrasi havariliği” yaptıktan sonra iktidara gelmeleriyle son birkaç yıl içerisinde bu toplumları ne hale getirdiği akla gelmeli. AKP’nin de dönüp dolaşıp vardığı noktanın her fırsatta eleştirdiği bu ülkelerle aynı olması siyasal İslam’ın görece kısa sürede tükenen nefesini gözler önüne seriyor.
Bunların yanı sıra, İsrail 1948’den bu yana, daha önce 1939-1952 arasında 2. Dünya Savaşı ve 1950-1978 arasında “komünizm tehdidi”nedeniyle olağanüstü hal ilan eden ABD Eylül 2001’den bugüne ve Fransa Paris saldırılarının ardından Kasım 2015’ten beri olağanüstü hal içerisinde. Kısacası, “hür dünya” da o kadar “hür” değil.
Dahası 2010 yılından sonra Demokratların Kongre’de çoğunluğu tamamen kaybetmesiyle Barack Obama’nın 6 yıl boyunca ülkeyi “idari emir”lerle yönettiğini de not edelim.
Kolaylıkla görülebileceği üzere yürütmenin güçlendirilmesinin ve olağanüstü hal uygulamalarının esas olarak dünya pratiğinden ayrı ve Türkiye’ye özgü olmadığı açık. Meselenin sadece “üçüncü dünya”ya ait olmadığı da.
Ayrıca, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın özünde siyasal İslamcı olmaları ve siyasal İslam’ın yönetim başarısızlığı da görülmeli. Nitekim AKP ve Erdoğan’ın bir dönem her türünü ayaklar altına aldıklarını iddia ettikleri milliyetçiliğe yelken açmış olmaları da sağ alternatiflere karşı “son şans” olarak görülebilir.
Dolayısıyla AKP ve Erdoğan’ın bu anlamda yalnız olmadığı ve yalnız kalmayacağı söylenebilir.
Sonuç yerine: Türkiye’nin merkezileşme tercihi
Kapitalizmin içerisinden geçtiği dönemin en temel özelliği zenginliğin giderek daha az kişide ve daha yoğun olarak birikirken yoksulluğun yaygınlaşması ve derinleşmesi. Bu durum, kitlelerinin değişim isteklerinin temel motivasyonunu oluşturuyor. Ancak buna karşılık verilemedikçe, giderek daha sık, daha hızlı, daha teknik, daha anlaşılmaz, daha takip edilemez ama doğrudan veya dolaylı olarak daha baskıcı rejimlerle ilerleniyor. Sermayenin ihtiyaçları sevimli ve sempatik “solcular” ile kızgın ve halkla “aynı dili” konuşan sağcılar tarafından karşılanmaya çalışılıyor.
AKP’li Türkiye, kendi özgünlüğünde yapılan hataların da getirdiği sıkışmışlığını devlet iktidarını “merkezileştirmek” ile aşmaya çalışıyor. Hukuk, bu anlamda, bir yapı kurumu olarak, fiili durumun adının konması adına yeniden yazılıyor. Sadece “seçim meşruiyeti” hamaseti ile her şeyin hallolabileceğini düşünmek mümkün değil ama Türkiye kapitalizmi sermaye için fazlasıyla verimli geçen 2000’li yılların ardından yeniden “o güzel günler” için güç biriktirmek istiyor.
Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında yürürlüğe konulan “olağanüstü hal” ile bir yandan yeni dönem için alan düzlenirken bir yandan da yeni dönemin “olağanüstü hal” rejimi düzenleniyor. Bu planın işlememesi, sadece referandumun boşa çıkarılmasıyla değil ancak sonrasında gerçek bir değişimin öncülüğünün üstlenilmesiyle mümkün.
Hukuk ise idealin değil var olan toplumsal ilişkilerin yansıması olmayı sürdürüyor.