15.07.2016 tarihinde, siyasi iktidarın beraber yürüdüğü, her şeyi birlikte planlayıp yaptığı, “Paralel Yapı / FE TO “terör örgütü” şeklinde isimlendirilen örgütün “askeri darbe kalkışması” nı yaşadık. Bunun sonucunda ortaya çıkan bilgilerden bu örgütün çok uzun zamandır, devlet içinde örgütlendiğini, devlet kadrolarına yerleştirildiğini öğrendik.
Fethullahçı Örgütün devlet kadrolarına sızma çabalarının da en yüksek olduğu dönemin Bülent Ecevit’in başbakanlık yaptığı dönem olduğu ortaya çıkmıştır. Tüm bunların sonucunda modern dünya tarihinin en büyük cezaevi vahşetinin yaşandığı dönemin özellikle sosyal demokrat görünümlü bir koalisyon döneminin seçilmesinin tesadüf olmadığı, bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünmekteyiz.
19 Aralık 2000 saat sabaha karşı 4.30’da, toplam 20 Cezaevinde kalan binlerce tutsak aynı anda yükselen dumanlar, patlayan bombalar, makineli tüfeklerin sesleri ile uyandılar. Devlet, 19 Aralık günü hapishanelerde denetim kuracağını, artık kendi kurallarının dışına çıkılamayacağını ilan ederek koruması altında olması gereken insanlara karşı planlanmış, provası yapılmış savaş taktikleri ve savaş silahları ile saldırıya geçti.
Operasyona giden süreçte devreye sokulan manipülasyon araçları ile içerde çok sayıda silah, patlayıcı ve tuzak olduğu ilan edilerek, kamuoyu oluşturulmaya ve toplum hapishanelerin devlet kontrolünde olmadığına ikna edilmeye çalışıldı. Ardından savaş düzenindeki birlikler cezaevine sokuldu. Uykularından uyanan tutsaklar bir yandan henüz uyuyan yoldaşlarını kaldırmaya, diğer yanda dört bir taraftan gelen kurşunlardan, atılan bombalardan korunmaya çalıştılarsa uygulanan şiddetin büyüklüğü karşısında, kendileri korumaları dahi mümkün olamadı.
Uluslararası literatürde hapishanede kalan tutuklu ve hükümlüler mahpus olarak tanımlanır. Devletlerin üzerinde anlaştığı ve uymayı taahhüt ettiği üzere, mahpusların hakları ve onları koruyan bir hukuk var. Oysa 19 Aralık günü hapishanelerde hak da yoktu, hukuk da. Yaşanan bir savaşsa, düşmanla savaşın da bir kuralı var, ama 19 Aralık günü yapılan savaşın kuralı da yoktu.
Operasyonun bilançosu ağırdı. İkisi operasyona katılan güvenlik görevlisi olmak üzere, 32 insan yaşamını kaybetmiş, yüzlercesi ağır şekilde yaralanmıştı. Sonradan yapılan Adli Tıp incelemelerinde güvenlik görevlileri de dahil olmak üzere ateşli silah yaralanmasına bağlı olan tüm ölümlerin devlet görevlilerinin kullandığı silahlardan kaynaklanmış olduğu saptandı. Raporlara göre ölümlere neden olan silahlar yüksek kinetik enerjili harp silahı tabir edilen silahlardı. Otopsi raporlarında ölenlerin vücutlarından çok parçalı metalik maddeler elde edildiği belirtildi. Mermi kalıntılarının çok parçalı olması, vücuda girdiğinde patlayan, dolayısıyla tahrip gücü son derece fazla, uzun namlulu yüksek kinetik enerjili silahlara işaret ediyordu.
Operasyon sonrasında hapishanelerde yapılan incelemelerde içeriden dışarıya atış yapılmadığı saptandı. Bilirkişi raporlarında yer alan bu tespit, sadece güvenlik kuvvetlerinin silah kullandığını, mahpusların bulunduğu bölgeden atış yapılmadığını ortaya koyuyordu. Oysa devlet yetkilileri birbiri ardına yaptıkları açıklamalarda “çatışma” dan söz edip durdular. Ölümlerin tamamı güvenlik kuvvetleri tarafından yapılan atışlardan kaynaklı yaralanmaya bağlı olarak gerçekleşti.
İnceleme yapan Adli Tıp Görevlisi uzman bilirkişiler, hapishanelerde çok sayıda mermi çekirdeği ve patlamış bomba materyali buldular. Yapılan incelemelerde son derece önemli olan bir bulgu daha saptanmıştı. Güvenlik kuvvetleri menşei tam olarak saptanamayan çok miktarda gaz bombası ve yanıcı maddeyi hapishanenin içine, kapalı mekanda bulunan insanların üzerine atmış ve bu durum ölümlere neden olmuştu. İnceleme sırasında içeride öldürücü dozun üzerinde gaz bulunduğu saptandı. Kullanılan bomba kapsüllerinin üzerinde, kapalı yerde kullanılmasının kesinlikle yasak olduğu ibaresinin yer aldığı açıkça görülüyordu.
Kullanılan bu bombaların menşei tam olarak saptanamadı. Ancak operasyon sırasında binbaşı sıfatı ile görevli olan Zeki Bingöl’ün sonradan yaptığı açıklamalar ve dava dosyasına gönderdiği beyanlarında, kullanılan bombaların armut biçiminde olduğunu ve bunları ilk kez gördüğünü söyledi. Ardından bu bombaların envantere kayıtlı olmadıklarını açıkladı.
Hapishanelerin içine atılan bombaların ve gazların niteliğini anlamak için mağdurlar üzerindeki izlere ve anlatımlara bakarsak ölümlere ve yanmalara neden olan bu maddeleri ve operasyona ilişkin gerçekleri daha iyi görebiliriz.
Özellikle Bayrampaşa Hapishanesi C1 ve C2 kadınlar koğuşundaki tablo, hem kullanılan yöntemler ve operasyona hakim olan anlayışın görülmesi açısından çarpıcıdır. Koğuşlar delinerek çatılardan ve duvarlardan atılan bombaların yanı sıra, içeriye bir boru aracılığı ile gaz verilmiş bu nedenle de koğuşlarda ani bir yangın çıkmış, koğuş kapılarının dışarıdan kapatılmış olması nedeniyle dışarı çıkamayan kadın tutsakların tümü yanmaya terk edilmiştir. “Açın kapıyı dışarı çıkalım” sözleri ve bu sözlere karşılık kapıların açılmadığı, o dönemde asker olan bir tanığın anlatımıdır.
Nihayet dışarı çıkmalarına izin verildiğinde ise, geride tamamen kömürleşmiş 6 ceset ve tanınamayacak kadar yanmış şekilde çıkarılan onlarca yaralı kalmıştır. Bu bilinçli ve toplu katliam girişiminden sağ kurtulan mağdurlar, yanmayı şöyle tarif ediyor: “Üzerimizde giysilerimiz vardı ve onlar yanmamıştı. Ama altında etlerimiz yanmış, pul pul dökülüyordu.”
Böyle bir yanmaya neden olabilecek maddeler hakkında yapılmış olan incelemeler, çoğunlukla beyaz fosfor kullanılan vakalarındaki bulgulara uygun düşmektedir.
Operasyon sonrasında ortaya çıkan bilgiler operasyona giden tüm sürecin bir toplumsal algı yaratmak üzere planlandığını ortaya koyuyor.
Dönemin Adalet Bakanı ölüm oruçlarının bir anlaşma sağlanarak bitirilmesi için görüşen demokratik kitle örgütü temsilcileri ve aydınlara, F Tipi hapishanelerin toplumsal bir mutabakat sağlanıncaya kadar açılmayacağını taahhüt etmesine karşın yapımına devam edilen F Tipi hapishaneler tamamlanmıştı. Bakanlığın sorunun çözülmesini istediği ancak, tutsakların anlaşmaya yanaşmadığı görüntüsü yaratılarak operasyon için uygun kamuoyu algısı yaratmayı hedeflediğini dava dosyalarına gelen belgelerde açıkça görebili- yoruz.
Bayrampaşa Cezaevi operasyonu hakkındaki davada ortaya çıkan bilgi ve belgeler gerçeğin tam da bakanın açıklamalarının aksi yönde olduğunu ortaya koymaktadır. Operasyonun basit bir bakanlık planı olmadığını bir devlet kararı olduğunu, operasyon kararının yıl önce MGK toplantısında alındığını ve planlandığını, operasyonun her aşaması için kroki ve maketler üzerinde çalışma yapıldığını, cezaevlerinde sorunun çözümü için görüşmeler yapıldığı açıklanırken diğer yandan cezaevlerinde tatbikatlar yapıldığını ortaya koymaktadır. Dönemin Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın tanık sıfatı ile verdiği ifadeler de bu bilgileri teyit etmektedir.
18 Aralık günü saat 20.00’da, yani operasyondan çok kısa bir süre önce, İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman bir kez daha Bayrampaşa Cezaevi koordinasyonu temsilcileri ile Adalet Bakanı’nın bilgisi ve izni ile görüşmüştür. Görüşme gece yarısı tamamlanmış. Yücel Sayman’ın mahkemede tanık olarak verdiği ifadeye göre görüşme olumlu geçmişti. Sorunun çözülebileceği, ölüm oruçlarının sona erdirilebileceği izlenimi ile Bayrampaşa Hapishanesi’nden ayrılan Yücel Sayman, Adalet Bakanı ile telefon aracılığı ile görüştü ve olumlu görüşlerini paylaşarak kendilerine biraz daha süre verilmesini istedi.
Bu görüşmeden oluşan olumlu havanın aldatıcı olduğu ise kısa sürede anlaşıldı. Görüşmeden sadece 5 saat sonra Bayrampaşa operasyonu başladı. Dava dosyasına gelen belgeler, tanıkların anlatımları Adalet Bakanlığı’nın organize ettiği tüm bu görüşme süreçlerinin samimiyetsizliğini ve kamuoyunun aldatılması, oyalanması amacı ile yapıldığını görmemizi sağlamıştır.
Operasyon hakkındaki planlara bakıldığında 25 Eylül 2000 tarihine kadar operasyonun tüm planlamasının tamamlandığı görülmektedir. Son olarak kontrol etmek ve eksiklikleri tamamlamak için 25 Eylül günü Jandarma Komutanlığı’nın Balmumcu’daki karargahında savcıların ve komutanların da yer aldığı bir toplantı yapılarak, hapishanelerde yapılacak son bir incelemenin ardından operasyon yapılması kararlaştırılmıştır. Tüm bunların ardından operasyon birlikleri Ankara ve diğer illerden gelerek eğitim amacı ile kışlalara yerleştirilmiş ve operasyon yapılması için tüm hazırlıklar tamamlanmıştır.
Operasyon planlarından operasyona katılacak personelin operasyonun kanlı olacağını, çok sayıda insanın ölebileceğini öngördükleri ve bu nedenle de sonradan yargılanabileceklerinden endişe ettikleri anlaşılıyor. Bu endişenin giderildiğini ve yargılanmayacaklarına dair güvence verildiğini aradan geçen 14 yılda yaşanan çok sayıda olay ortaya koyuyor. Bu koşullarda özel olarak eğitilerek hazırlanan operasyon timinin sakınacak, çekinecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Böylece hapishaneleri yakar, yıkar, öldürmekten, yakmaktan çekinmeden görevlerini tamamlarlar.
Operasyonun ardından uygulanan şiddetin mağduru durumunda olan tutsaklar yıllarca ceza tehdidi ile yargılanmasına karşın, tam bir korumadan yararlanan güvenlik görevlileri ne yazık ki yargılanmadı, açılan birkaç göstermelik dava da beraat kararı ile sonuçlandı.
Yüzlerce hayatı karartan 19 Aralık operasyonunu ironik şekilde “hayata dönüş’’ olarak adlandırdılar. Operasyonun adının “hayata dönüş’’ olmadığı Jandarma Genel Komutanlığı’nın gönderdiği plandan öğrendik. Operasyonun adı uygulanan yöntemlere uygun olarak “TUFAN”, amacı ise hücre tipi hapishanelere geçişi sağlanmaktı.
Hücre tipi cezaevi modeline geçiş denemeleri 19 Aralık’tan öncede pek çok kez yapıldı. İlk kez Eskişehir Cezaevi’ne sevkler ile gündeme gelen tüm hücre tipi cezaevine geçiş denemeleri, direnişler ile karşılanmış ve her seferinde vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Sonraki tarihlerde Diyarbakır, Ümraniye, Buca, Burdur, Bergama, Ulucanlar hapishanelerine yapılan operasyonlarda da, koğuşlara girilmiş ve tutsaklar alınarak başka cezaevlerine sevk edilmek istenmiş, ancak gerçekleşen direnişler sonucunda devlet gasp edilen hakları iade etmek zorunda kalmıştır.
Devlet yetkilileri 19 Aralık operasyonu ile birlikte hapishaneleri boşaltarak bir süreci kapattıklarını düşünseler de gerçek hiç de düşünüldüğü gibi olmadı. 19 Aralık ile uygulamaya konulan F Tipi hücreler ise yaraya adeta tuz basarak kangrenleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. Özgürlükleri ellerinde alınarak cezalandırılan insanlar, ikinci bir ceza olan izolasyona tabi tutularak toplumdan, insanı insan yapan tüm değerlerden koparılmaya çalışıldı. Operasyonun ardından F Tipi hücrelere konulan tutsaklardan günlerce haber alınamadı. İşkence ve baskı ile başlayan F Tipi hücrelerde birbirlerinden, dış dünyadan, tüm sevdiklerinden izole edildiler. Uygulamaya konulan tredman yöntemi ile siyasal kimlikleri rehin alınmaya çalışıldı. F Tipi Hapishaneler operasyonun üzerinden geçen 16 yıl boyunca yaşanan hak gaspları ile gündemde oldu.
19 Aralık operasyon süreci ve öncesi de dahil olmak üzere bu ülkede hapishanelerin tarihi aynı zamanda hak gaspları, baskılar ve bunlara karşı yapılan açlık grevlerinin, direnişlerin tarihi olmuştur. Çoğu zaman en küçük hakların elde edilmesi için pek çok hayatın karardığı, devletin en temel hakları dahi yapılan direnişler sonucunda kabul ettiği, elde edilen hakların yasal güvencesi olmadığından her an geri alınabilir olarak gördüğü, böyle de davrandığı bir hapishane anlayışı nedeni ile hapishaneler Türkiye’nin kanayan yarası olmaya devam etmektedir.
Bu katliamda cezaevlerinde vahşice katledilen devrimciler, sosyalistler, bizlerin umudu ve onuru olmaya devam edecektir. Sivas/Madımak’ta katledilen aydınlarımız gibi karanlıkları aydınlatan ışığımız olacaktır.