I
GİRİŞ
Uluslararası insan hakları hukukunun bir neoliberal fenomen olduğunu kabul etmek fazlasıyla yaygındır. Bu yaklaşımın zamanlaması da yerindedir: insan hakları devrimi ve piyasa temelli düzenin başarısı en nihayetinde birlikte ortaya çıkmıştır. Ortaya konan yeni bir makalede, Marksist uluslararası hukukçu Susan Marks, Naomi Klein’ın The Shock Doctrine kitabını, benim 1970’li yılları bu iki fenomenin yükseliş noktası olarak nitelendiren uluslararası insan haklarının yakın tarihi çalışmam ile karşılaştırmaktadır. Susan Marks her iki tarihsel yaklaşımda da insan haklarının yeni keşfedilen yüzünün doğuda ve batıda uygunsuz ve tehlikeli görülen çekici siyasi yönelimleri bastırma vaadini içerdiğini gözlemlemektedir.1 Marks, Klein’ı kastederek “Bugün bildiğimiz insan hakları hareketi 1970’li yıllarda şekil almakta ve bu yeni hareketin belirleyici özelliklerinden biri apolitik motivasyonlar olarak karşımıza çıkmaktadır.”2 Ancak Marks’a göre Klein, makalesindeki asıl başarıya insan haklarının içinde bulunduğu neoliberal koşulların kendi hedeflerini belirlemesinde etkileyici rol oynadığına dikkat çekerek ulaşmaktadır.
“Klein hareketin ortaya çıkmasındaki bağlamın önemli bir ayağının Moyn’un belirtmeyi unuttuğu açı olduğunu düşünüyor: o dönemde, şimdi aşina olunan özelleştirme, serbestleştirme ve devletin sosyal tedarikten elini çekmesi gibi politik talimatlarla ‘özel’ kapitalizmin neoliberal şeklinin ortaya çıkışı. O zaman ve şimdi etkili olan entelektüeller için bu son ütopyadır… Klein’in bakış açısına göre, o halde, insan haklarının tarihçesinin kapitalizmin tarihçesinden soyutlanarak açıklanması mümkün değildir.”3
Neoliberalizm gurusu Friedrich Hayek, 1970’lerdeki insan hakları devriminin en çok etkilenen tanıklarından biridir. Ancak enteresan olan şudur ki, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü gibi temel hakların anayasallaştırılmasına destek olmasına rağmen Hayek bu devrimin iğneleyici eleştirmenlerindendir. Bir röportajında, Jimmy Carter’ın Amerikan başkanlığına seçilmesiyle ilişkilendirilen insan haklarına ilişkin sohbetinde (tüm modalarda gibi) bu durumu riski yüksek olan geçici bir ilgi olarak tanımlamaktadır:
“On sekiz yaşındaki bir kişinin insan hakları kavramının mevcut idarenin buluşu yahut daha eski tarihli bir buluş olup olmadığı konusunda emin olmayacağı kesindir, ancak bu fenomenin tamamen yeni bir keşif olduğunu söylerseniz, buna da doğrudan inanmayacağını düşünüyorum. Bu kişi Amerika Birleşik Devletleri’nin 200 yıldır insan haklarına bağlı olduğunu düşünecektir ki bu da aslında oldukça absürt bir çıkarım olacaktır. Aslında ABD insan haklarını iki yıl önce ya da en fazla beş sene önce keşfetmiştir. Bir anda bu Amerika Birleşik Devletleri’nin ana amacı olmuştur ve bu amaç diğer ülkelerin politikalarına müdahaleyi temellendiren bir seviyeye ulaşmıştır. İnsan haklarının genel amacını desteklesem dahi, bunun diğer ülkelerin politikalarına müdahale bağlamında hiçbir şekilde gerekçe sağlayabileceğini düşünmüyorum… Ancak ABD’de şu an baskın görüş bu şekildedir.”4
Buna karşın, bu son moda popülerliğinden beri insan haklarının dayanıklılığı ekonomik liberalizm ile uluslararası insan haklarının gerekli olan –bir eşdeğerlik olmasa da– uyumunun birçok olumlu neticelerine sebep olmuştur. Doğrusu Marksist sol, piyasa özgürlüğü ile insan hakları arasındaki ilerlemenin işbirliği ilişkisine yönelik iddia ortaya koyan neredeyse tek kaynaktır.5 Düşünüldüğünün aksine, neoliberalizmi insan haklarının ilerlemesi için bir araç olarak tanıtmak, bunların ikisini suç ortağı olarak lanse etmekten çok daha yaygın bir yaklaşımdır.
Bu hususta muhtemelen en dikkat çekici yaklaşım Ernst-Ulrich Petersmann tarafından savunulmaktadır. Ernst-Ulrich Petersmann’a göre insan hakları hukuku çok verimli gözükmese de, ekonomik özgürlük ile insan hakları arasındaki genel ilişki en nihayetinde kazançlı ve güçlü bir ilişkidir. Bunlardan ilkini veya ikincisini desteklemek aslında aynı sonucu verecektir.6 Petersmann şu ifadeleri kullanır:
“İnsan haklarından istifade etmek, en verimli ve demokratik şekilde işlerin hür vatandaşlar arasında bölünmesini sağlamayı; ekonomik refahı, seçim özgürlüğünü korumayı; sınırlar arasında sıkışmış olan kıt kaynakların, hizmetlerin, bilgilerin vatandaşların talep ve ihtiyaçlarına uygun olarak liberal ticaret aracılığıyla serbest akışını desteklemeyi, dağılmış bilginin ve ekonomik kaynakların kullanılmasını gerektirir.”7
Bu bakış açısı altında, uluslararası insan haklarının ilerletilmesi ile ekonomik özgürleşme arasında su sızmamaktadır. Petersmann’ın bu iki fenomenin aidiyeti hakkındaki iyimserliği eleştiri oklarının hedefinde olsa dahi, ana akım uluslararası insan hakları hukukçuları genel olarak kendi normları ile standart piyasa düzenlemeleri arasında geniş bir uyumluluk öngörmektedir. Bununla birlikte, uluslararası insan hakları değerlerinin “küreselleşmenin” kötü gitmesi durumunda, bundan bağımsız olarak her zaman ayrı tutulması gerektiğini ifade etmektedirler.8 Kabul gören bu görüşe göre, uluslararası insan hakları, genellikle insanların hayat şartlarını geliştiren uluslararası piyasa serbestleşmesi dönemine yol göstermek, ehlileştirmek ve “medenileştirmek” için hukuki ve diğer standartlar sunabilmektedir.9
Bu makalede – analitik olan durum ile tarihsel olan diğer arasında – insan hakları ve neoliberalizm arasındaki Marksist ve diğer ana akım pozisyonları kabul etmenin çok erken olduğu savunulmaktadır. İlk pozisyon dikkate alındığında, bazı zamanlarda birbirine çok kolay bağlanabilen iki fenomen arasında basit bir konjonktürü kanıtlamak dışında çok daha fazla analitik belirginlik gereklidir. İkinci pozisyon dikkate alındığında ise, günümüze kadar yaşananlar ve “neoliberalizm” başlığı altında çeşitlenmiş eleştiriler de göz önünde bulundurulduğunda, insan haklarının kapitalizmin kendi tarihi boyunca ortaya çıkardığı noksanları onarmada (tersine çevirmeyi bir yana bırakın) sunduğu katkının çok minimal düzeyde kaldığını gösteriyor. Temel insan haklarının elde edilmesi veya ihlal edilmesi noktasında kapitalizmin doğrudan ilişkilendirilmesi zorlama bir saptama olacaktır. Ancak şu kesindir ki, kapitalizme ilişkin tüm tarihsel kayıtlar göz önünde bulundurulduğunda, kapitalizmin en büyük kurbanı hem ulusal hem de küresel düzlemde “eşitliktir”. Bu “eşitliği” (mevcut kaynakların ve olanakların kullanılmasındaki eşitliği) 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve benzer şekilde ortaya çıkan uluslararası insan hakları hareketlerinde savunmaya tenezzül etmediği bir gerçektir. Şüphesiz küreselleşen neoliberalizm ile uluslararası insan hakları arasında aynı dönemde ortaya çıktığından ve paralel olarak geliştiğinden dolayı çok sıkı bağlar bulunmaktadır. Ancak Marksistlerin iddia ettiğinin aksine insan hakları ile neoliberalizm arasındaki etkileşimler o kadar da belirgin değildir. Aslında, bu ikisi arasındaki en önemli bağlantı kaçırılmaktadır: İnsan hakları devrimi sürekli olarak kendisini koruma altına almak adına normatif, gerçek bir zemin yaratma peşindedir; bu koşturma sırasında da neoliberalizmin eşitsizlik tavanını yükseltmesine karşılık vermede -bu duruma bir tanı koyma konusunda dahi– başarısız olmuştur.
“Neoliberalizm”, özellikle sol söylemde, gerçekliklerinden ziyade, başka açıklamalar yapmak için bir zemin olarak kullanılmakta, genellikle daha geniş tartışmalar bağlamında önemli bir çıkış noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte, gerektiğinde güvenli bir liman olarak da konumlandırılmakta, uğruna şeytani düşünceler uzaklaştırılan, bir kutsal su gibi de kullanılmaktadır. Anlaşılabilir bir öfkeyi yansıtabilmesine rağmen, neoliberalizmin zaman zaman kötülüklere karşı koruyucu bir tılsım olarak yükselmesi aslında büyük bir kafa karışıklığının göstergesidir.10 Yine de, David Singh Grewal ve Jedediah Purdy’nin belirttiği üzere, piyasa çözümleri ya da yerel ve uluslararası düzlemde devlet tasarrufları açısından bu konunun en azından tartışmaya dahil edilmesi, Amerikan hukuk camiasının şu zamana kadar bu konuyu sürekli olarak göz ardı etmesinden daha faydalı gözükmektedir.11
Ancak Amerika’nın ötesine geçildiğinde, neoliberalizmin insan haklarına ilişkin bir bilim kategorisi olarak öne çıkması bu ikisi arasındaki bağlantının doğasının, sonrakini düşünürken ilkini ihmal etme düşüncesi kadar ilgiyi hak ettiğini gösterir. Stephen Hopgood, yeni çalışmasında kişisel bir gözlem olarak “insan hakları, güç ve parada olduğu gibi, küreselleşen neoliberal demokrasinin sonuçlarından biri haline gelmiştir”demektedir.12 Ayrıca şimdiye kadar Wendy Brown, Susan Marks ve başkaları gibi Marksistler insan hakları ile neoliberalizm arasındaki kronolojik rastlantıları makul bir saptamaya yetmeyecek kararsız ve doğrulanmamış iddialarla sunmuşlardır. Öyle ki, tarihsel “rastlantı” ve arkadaşlıklardan – ki neoliberalizm ve insan hakları arasında bunlar kesinlikle vardır– gerçek nedensellik ve ortaklığa daha çok uzun bir yol vardır. Brown, mevcut açıklamalarının merkezindeki klasik suçlamasında şu şekilde bir görüşle yola çıkmaktadır. “İnsan hakları söyleminin merkezinin diğer siyasal seçenekleri daha zayıf bir şekilde açıklayabilip açıklayamadığı veya nasıl açıkladığını ölçmeye çalışacağız.”13 Brown’un güçlü bir sonuç sunmak yerine açıkça daha fazla tartışma talep etmesi söz konusudur. Bu da diğerlerinin eş zamanlı olarak sunduğu kesin arkadaşlık ithamları ve yer değiştirme teorileri karşısında daha zayıf durmamaktadır.14
Farklı adalet düzenlerinin yer değiştirmesinin insan haklarının yükselişi sebebiyle etkilendiği görülse de, bu konuda daha kesin bir iddianın işe yaramayacağını düşünüyorum.15 İnsan haklarının her neoliberal kazanımın içeriği ile çakıştığını söylemek daha çok şey söylemek değil – tam aksine daha az şey söylemektir. Özellikle bu söylem yanlış bir şekilde neoliberalizmin dünyada her ilerlemek istediğinde insan haklarınagereksinim duyduğunu ya da vice versa insan haklarının her ilerlemek istediğinde neoliberalizme gereksinim duyduğunu ortaya koyacaktır. İnsan haklarının yükselişinin günümüzün piyasa temelciliğiyle ne kadar zayıf bir şekilde bağlantılı olduğunu belirtmek önemli bir çıkış noktasıdır. Kanaatimce, ikisi arasında yalnızca zayıf bir ilişki bulunduğunu saptamanın insan haklarının son birkaç yüzyıldaki olağanüstü yükselişinin tarihsel yargılamasında önemli sonuçlar ortaya çıkaracağını düşünmekteyim.
İnsan haklarını neoliberal çağın serbest piyasa zaferini nedensel olarak azmettirdiği konusunda mazur görmek, sonuç olarak bu durumun bugünkü önemine ilişkin herhangi bir savunma içermeyecektir. Bu durum yadsınmamalıdır. Zira insan haklarının neoliberal gelişmelere karşın bir nevi vicdani kaldıraç etkisi sağladığını düşünmek kayda değerdir. Ancak insan haklarının sağladığı normatif kılavuzluğun değeri tartışılmaz olsa dahi, burada ortaya çıkan sorunun saptanması gerekmektedir. İnsan hakları kılavuzluğu çoğunlukla bir dizi tembihten başka anlam taşıyamamaktadır. Daha da kötüsü ise, insan hakları neoliberalizmin basit sonuçlarına yönelik asgari bir koruma alanı yaratmaya odaklandığında (ki bunlar bazı durumlarda önemli katkılar da sunabilir) eşitsizliğin yerel ve küresel alanda açtığı yaralarla yüzleşmekte yetersiz kalmaktadır. Daha az tedirgin edici olmakla birlikte, insan haklarının kısa zamanda neoliberal kardeş düşmanıyla küresel düzlemde paylaştığı alanda yeterli değişiklikleri yapmadığını savunmak çok daha kolaydır. İkisi de bu düzeni seyrettikleri için ayıplanmış ancak bu düzeni engellemede güçsüz olmuşlardır. İnsan haklarının en azından hukuki olarak benimsenmiş, kurulmuş olduğu hallerde dahi neoliberalizmin tehdit ettiği ana değer olan eşitliğe dair söyleyecek hiçbir sözü olmamaktadır. Bu durumda her ikisinin de faydalı kaynaklar olduğunu söylemek zorlaşmaktadır.
Eğer benim Marksizm ile ana akım görüş arasında konumlanan görüşüm kabul edilir ise, neoliberalizme ilişkin anlaşılır öfkeden dolayı insan haklarına karşı çıkmakta eleştirel veya siyasal hiç bir zemin bulunmayacaktır. Bunun yerine, mevcut dönemin ekonomik dönüşümleri, bu dönüşümleri formüle etmek veya bunlara ilişkin daha ciddi analitik açıklamalar bulmak isteyenlere ağır bir yük yüklenecektir ve onlara bu zamana kadar karşılaştıklarından çok daha çetin bir politik direniş gösterilecektir. Dolayısıyla insan hakları söylemleri ve hareketlerinin eşitsizlik konusuna geldiğinde bir şey sunacakları mümkün görünmediğinden ve bu konu için mücadele vermediklerinden – insan hakları söylemleri, yaklaşımları ve hareketleri tarihsel yoldaşını suç ortağı yaptığı yönündeki eleştirilerden kaçınmak için sosyoekonomik alan dışındaki minimalist görevlerine odaklanacaktır.
Bu makale, güncel tartışmalardaki kendine özgü önemi ve bunlara uygulanması sebebiyle, Karl Marx’ın haklar teorisi ile başlayarak, neoliberalizm ile insan hakları arasındaki ilişkiyi Marksist pozisyonlar bütününde inceleyerek bu sonuçlara ulaşmayı amaçlamaktadır. Daha sonrasında, bu teorinin uluslararası insan hakları ile kapitalizmin neoliberal dönemini benzer şekilde irdelemek için yalnızca bir başlangıç noktası olduğu vurgulanacaktır. Makalenin diğer kısmında bu ikilinin yirminci yüzyılın sonlarında yaşadığı yoldaşlığa odaklanacak, bunlar arasındaki uyum ve uyumsuzluğu irdelemek için eşzamanlı kayıtlarını not düşecektir. Son kısımda ise neoliberalizmin asıl sonucunun eşitsizliğin azaltılmasını engellemek olduğu hallerde insan haklarının ne kadar minimum düzeyde koruma sağlayabildiği anlatılacaktır. Görülecektir ki, mevcut insan hakları rejimleri tek bir formül üzerinde yoğunlaşırken hiyerarşik eşitsizlik tavanı tutarsızca yükselmiş ve bunun yeniden inşa edilmesi için çok az çaba gösterilmiştir.
II
Hakların Cennet Bahçesi
İnsan haklarını “neoliberal” kapitalizm için bir “özür” gibi görmek için çok çalışmanın yapılması –şu zamana kadar yapılmışlardan kesinlikle çok daha fazla çalışma yapılması- gerektiğini söyleyerek başlamalıyız. Bunun sebebi kısmen de olsa Karl Marx’ın metinlerinin bıraktığı boşlukların doldurulması ile ilgilidir. Bu konuda iki çakışan sebep bulunmaktadır. İlk olarak, Marx’ın haklara ilişkin kendi beyanında, uluslararası insan haklarının bugün kurumsal olarak ne kadar yeni olduğunu hatırlatan değişik fazlar bulunmasıdır. İkinci olaraksa, Marx’ın tanıklık ettiği küreselleşen kapitalizm ile günümüz arasında önemli farklılıklar bulunmasıdır. Marx’ın çalışmaları hak kuramı üzerinde düşünmek için önemli kaynaklar sağlamaktadır. Buna karşın günümüz kapitalizminin “neoliberal” formuna ve yine günümüz hak hareketlerinin küresel reformculuk özelliğine karşı yabancı ve sessiz kalmaktadır.
Marx, elbette, “insan haklarına” dair en ünlü eleştirisini Yahudi Sorunu Hakkında adlı eserinde vermektedir. Bu eserde Marx, kendi tasavvur ettiği “insan özgürleşmesi” ile kıyasladığı “siyasal özgürleşmenin” Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi nezdinde ne kadar başarısız kaldığına dikkat çekmektedir.16 Ancak bu dönemsel metinde, Marx insanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca insan haklarının ana niteliğinin ne olduğu hakkında faydalı bir görüşe varmaktadır: insanlar uzun bir süre boyunca sadece devlet yapısı içinde varlık ve farkındalık kazanabilmiştir.17 Kuşkusuz, doğal haklara ilişkin siyasal söylemin karşılıklı empati ile ortaya çıktığı, daha da önemlisi kapitalist sosyal ilişkilerin doğumu ile genişlediği konusunda hiç şüphe yoktur. Marx neticede hak kavramını özgün devletçi çerçeveyle sınırlamanın yanıltıcı olduğunu anlamıştır.18 Ancak Fransız Devrimi’nin 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’ni erken bir kaynak olarak ele almakla, Marx, doğal hakların ahlaki felsefesinin tarihsel olarak devletin (ulus devletin dahi) siyasal olarak işlevselleştirilmiş temsiline dayandığına da inanmaktaydı.19 Marx bu birlikteliği tesadüfi bir hata olarak değerlendirmemişti; onun için bu tam tersine hakların yükselmesinin temel özelliklerinden biriydi. Lafzi olarak başka bir anlatımla, Marx’ın insan haklarına ilişkin eleştirisidevlet içindeki siyasal özgürleşmeye yönelik kalmıştır. Eğer Marx’ın eleştirisi hakların soyutlanmasına yöneltilirse, bu halde (kurumsal olarak somut ve tarihsel olarak belirgin olmaktan ziyade) bir devlet tarafından sağlanmış siyasal vatandaşlık forumunun içinde bir soyutlanma olarak karşımıza çıkacaktır.20
Marx’ın, özgürleşmenin temsilcisi olarak, devletin sınırlandırılması açısından ısrarı ve devlet eliyle yapılan hareketlere karşı rahatsızlığı, yirminci yüzyılın anti-kolonileşme çağında birçok kişi tarafından küçümsenmişti. Aslında kendisi de bireysel haklara verdiği önemi çerçevelendirirken,en temel yaklaşımında global kapitalle ilişkisini kurmamıştır. Marx’ın eleştirisi ahlak temelli felsefe açısından hakların kolayca soyutlaştırılmasına dönüşebilecektir. Ancak dönüşse de dönüşmese de nihai olarak bu bakış açısını modern uluslararası ve küresel insan hakları siyasetine uygulamak önemli ölçüde teorik çalışma gerektirecektir. Aslında pozitif hareketlilik yaratan ve yeni kanuni opsiyonlar sunan uluslararası insan hakları siyaseti Marx’ın devletçi düzlemdeki yöntemler ve Fransız devriminde gözlemlediği kurumsallaşmış hak siyaseti eleştirilerine cevap niteliğindedir. En nihayetinde, insan hakları aktivistlerinin tercih ettiği yol bu olmasa da, devletin burjuva merkeziyetçiliğive bu düzende çalışan insanları hareketlendirmesi, küreselleşmenin hak alanında ana oyunculardan biri olduğunu göstermektedir.
Tüm bunlar “insan hakları” ile “modern kapitalizm”in (“neoliberalizmi” de içerecek şekilde) birbirini tetikleyebileceği anlamına gelmektedir ve bu Marksistler dahil, hatta özellikle onlar için her zaman aşikâr olmayabilecektir. Marx’ın Yahudi Sorunu Hakkında adlı metninden sonraki teorik gelişimi hak alanında sağlam bir zemin sağlamaktadır. Ancak bu gelişim bir o kadar da önemli engeller barındırmaktadır. Güncel araştırmaların gösterdiği üzere, ilk başlarda Marx ilerici bir reformun ortaya çıkmasında hak arama alanına başvurmaya sıcak bakmamaktadır.21 Gerçekten de, Andrew Sartori’nin de belirttiği üzere, liberalizmin kurucu özgürlük vaadi ve onun Marx’ın anladığı biçimde haklara ilişkin söyleminin, kapitalizmin yükselişini ve bunun aleni olarak meydana getireceği zararları gizlediğini belirtmektedir.22 Ancak asıl zorlu kısım Marx’ın haklara ilişkin nihai eleştirisinin genel kaldığına ilişkindir. Marx -kendi zamanında varsa da ilgisini çekmeyen- uluslararası insan hakları rejimlerine ve hareketlerine karşı dar analizler yapmaktan kaçınmıştır. Bu kısıtlı analizlerden ziyade Marx, sermayenin küreselleşmesi, mülkiyet anlayışı ve sosyal soyutlanma ilişkilerine odaklanmıştır.
Yahudi Sorunu Üzerine adlı gençlik dönemi eserinden sonra Marx, önceki tariflerindeki devletçi vurguyu değiştirmek için burjuva haklarına ilişkin sunumunu değiştirmiştir. Ancak bu teorik kaymalar aslında gerçekten (potansiyel olarak) küreselleşen piyasa ilişkilerinin bireysel hakları rahatlıkla yasal form olarak değerlendirebilecek sosyal soyutlamaların gerektiği izahatına dikkat çekmekteydi. Bu sebeple Marx’ın Kapital’deki iddiasına göre kapitalist piyasa:insanların doğuştan gelen hakları için bir Cennet Bahçesidir (Garden of Eden)..[Orada bireyler] kanun önünde eşit olan özgür insanlar olarak anlaşmalara varırlar. Onların anlaşması müşterek iradelerinin ortak hukuki ifadesinin sonucudur..Bazı şeylerin önceden tesis edilmiş uyumuna uygun olarak veya alim bir öngörünün teşviki altında, bu kişiler müşterek faydaları, ortak mutlulukları ve ortak çıkarları için çalışırlar.23
Marx’ın eleştirisinin değişmiş formunda bile,- piyasaların modern küreselleşmesi ve mülkiyet hakkına uygun olan- genel izahatı ile son yıllardaki uluslararası insan hakları rejimlerinin ve hareketlerinin özelliklerini yakalama ihtiyacında olan daha spesifik izahatı arasında çok önemli değişiklikler bulunmaktadır.24
En nihayetinde “neoliberal kapitalizm” kapitalizmin tarihinde Marx’ın hiç bilmediği bir alandır. Benim buradaki amacım açısından çok daha önemli olan, bugün insan haklarının küresel piyasa ilişkilerinin mevcut şeytani formunu değiştirebilecek ve hatta tersine dönüştürebilecek bir güç olarak sunulmasıdır (ancak savunduğum üzere, bunun gerçekleşmesi noktasında sağlam bir inancım bulunmamaktadır). İnsan hakları kuramı hukuki düzenlerle, sürekli değişen siyasetle, sözleşme özgürlüğünün korunmasıyla ve özel mülkiyet ile etkileşimini kaybetmiştir. Buna karşın, Birleşmiş Milletler’den sözleşme yapma mekanizmalarına kadar insan hakları rejimlerinde ve Uluslararası Af Örgütü’nden küresel anti-yoksulluk kampanyalarına kadar insan hakları hareketlerinde amaç diğerlerinin yaşadığı zorlukları iyileştirmek, hatta hakkaniyetli bir paylaşımda ısrar etmektir. Bugün insan hakları ile ilgili ne denilmek istenirse istensin, bu düşünceler Marx’ın önceki eserinden keskin bir şekilde uzaklaşmalı ve temel olarak Marx’ın sonraki eserleri üzerine yoğunlaşmalıdır. Zira Marx’ın neoliberalizm ve insan haklarını bugünkü bilinen şekliyle teorileştirmesi mümkün değildi. Ancak, insan hakları noktasında yapılan ana itiraza Marx’ın da katılacağını söylemek yanlış olmayacaktır: Neoliberalizm ile aynı tarihsel dönemi paylaşmasına rağmen, insan hakları neoliberalizmi yerinden etmek için hiç çaba sarf etmemiştir.
III
İnsan Hakları ve Neoliberal Ekonomi Birliktelik ve Uyumsuzluk
Neoliberalizmin ortaya çıkış teorileri geçmişten günümüze hızlı ve heyecan verici bir literatürün konusu olmaya devam etmekle birlikte, aslında temeli fazlasıyla basittir. Yirminci yüzyılın ortasında devlet temelli büyüme ve dağılım beklentisi belirginleştiğinde, Friedrich Hayek ve ilk başlarda pek tanınmayan yurttaşları, on dokuzuncu yüzyıl ekonomik liberalizm anlayışının kompleks bir yeniden doğuşunu teklif ederek, batının refah devletini komünist ekonomi planlaması ile ilişkilendirmiştir (tam da aslında refah devletlerinin liderleri komünist meslektaşları ile global bir mücadelenin içine girmek üzere iken). Otuz yıl sonra 1970’lerin ortasında, refah devleti projesinin yarattığı ekonomik krizin içinde, neoliberaller bir anda kendi görüşlerini ileri sürebilecekleri bir açıklık bulmuştur.25 Neoliberalizm tarihinin geri kalanı bu dönüm noktasından sonra bilinir hale gelmiştir: Kuzey Atlantik endüstri bölgesiyle birlikte uluslararası programlar global güneye doğru (daha da önemlisi eski komünist Doğu Avrupa’ya doğru) karşıt güçlerin zararına kapital hareketini canlandırmıştır.26 Şaşırtıcı şekilde, bu basit hareketlenme insan haklarının yükselişi ile sayısız paralellikler içermektedir. En nihayetinde uluslararası insan hakları 1970’lerde yeni bir kavram değildi ancak bu on yılın ortasında yeni koşullarla birlikte bir gecede prestijini arttırmayı başarmıştı. Ve 1970’ler boyunca (günümüzde de) uluslararası insan hakları politikalarının birincil hedefi post-kolonyal ve kalkınmacı devletler olmuştur (ve olmaya da devam etmektedir). Bu rastlantılar (Marksist tabirle) “kaza eseri değildir.”
Bu çıkarım için verilebilecek en makul açıklama insan hakları ve neoliberalizmin hem bir selef, hem de bir hedef paylaşmasıdır: Refahçı batı ve kuzeyde zaten mutlak hakim olan kalkınmacı devletçilik artık global güney ve Doğu Avrupa’da da belirgin etki yaratmaya başlamıştır. Farklı şekilde belirtmek gerekirse, insan hakları ve neoliberalizmin ikili çıkışında karşılarında duran ortak geleneksel düşmanlar ve negatif koşullar en sonunda prestij kaybetmiştir. Kuzey Atlantik boyunca görülen ulusal-refahçı taahhütler normalde kolektivist şartlarda savunulurken, tam da insan hakları ve neoliberalizm başarıya ulaşmaya başlarken güçsüzleşmiş, hızlı büyüme ve özerk ekonomi peşindeki post-kolonyal kalkınmacı ulusal-devlet eğilimleri buna katılmıştır. Söz konusu ayrılıklar yaşanmadan, bu ortak geçmişe karşı çıkılan yolda ne uluslararası insan haklarının ne de neoliberal politikaların 1970’lerin ortasında benzer şekilde aniden yükselmesi mümkündü.
Neoliberalizm ve insan hakları temel ideolojik yapıtaşları da paylaşmaktadır. En açık olanı, her ikisinin de bireye verdiği birincil değerdir. Her ikisinde de bireyin özgürlüklerine kolektivist girişimlerden daha fazla değer atfedilmektedir. Daha da ilginci, devlete, özellikle de ulusal-devlete karşı ortak bir antipati ya da en azından bir şüphe beslemektedirler. Zira her ikisi de devletin ahlaki değerlerini (politik reformları kanunlaştırmak adına o yapıyı kullanmalarına rağmen) reddetmektedir.
Neoliberalizm ve insan hakları benzer negatif tarihsel koşullar ve ideolojik yapı taşları paylaşsa da, sorulması gereken soru bu ortak izlerin iki fenomenin nedensel bağlılığının boyutlarını yanlış yansıtıp yansıtmadığıdır. En nihayetinde insan haklarının piyasa temelciliği ile dostluğu belli bir yere kadar gidebilecektir. Açıkçası insan hakları taraftarlarına göre de, insan hakları bir umut ve reform ışığı olarak kabul görmekte ve tipik olarak totaliter ve otoriter devletlere karşı yöneltilmektedir. Bu tür devletler bugünün dünyasında pek çok yerde bulunmakta ve insan hakları savunucuları da bu devletlere karşı politikalarını ekonomik ilişkilere hiçbir bilinçli bağlılık hissetmeden sürdürmektedir (daha doğrusu, bilinçli ancak sosyal adaletin sağlanması temelinde düşünerek sürdürmektedir). Devletlerin zulmü, despotluğu ve yanlış yönetimlerine karşı dikilen insan hakları hareketi sonuçta ulusal refah devletinin geri dönüşüne yönelik bir tarife sağlamamaktadır. Böylesi bir geri dönüşü tek başına sağlamasına da zaten imkan bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, insan haklarının neoliberal çağın ortaya çıkışını nasıl takip ettiğini hızlıca değerlendirmek gerektiğinde, sorunlu bir kronolojik eşzamanlılık, negatif koşullar ve belirsiz akrabalık tanımlamaları içinde kaybolunabilmektedir. Tüm bunlar belki de neoliberalizm ve insan hakları arasında zayıf da olsa bir suç ortaklığına işaret etmektedir; ancak bu kesinlikle zalimane bir sinerjiye tekabül etmemektedir. Bu iki fenomen arasındaki paralelliklere rağmen, bütüne bakıldığında 1970’lerdeki başarı anlarının birbirlerinin başarılarına dayanıp dayanmadığı bambaşka bir konudur. Söz konusu durumun varlığından şüphe duymak için de pek tabi birçok sebep bulunmaktadır.
Global prensipler aracılığıyla uluslar üstü bir siyasi hareket şekillenmeye başlamış, insan hakları kuramı Birleşmiş Milletler belgeleri ve usulleri altında çok belirgin şartlarda değişmiş ve canlandırılmıştır (1948 yılına ait İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve ona dayalı uluslararası denetim prensipleri de buna dahildir). Birleşmiş Milletler’in dışında bu hareketin yayılmasında üç temel sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır: (1) Soğuk Savaş’a dayalı kişisel bağlılık hissedilen değerlere (özellikle de sosyalizme) inancın kaybolması ve bunun varsayımsal olarak yeni “apolitik” hareketlere yaraması; (2) uluslararası sistemde devlet meşruiyetinin sağlanması için insan haklarının bir dil olarak öne sürülmesi, sürpriz şekilde bu durumun ilk önce Amerika başkanları ve Batı Avrupalı liderler tarafından desteklenmesi; (3) anti- kolonileşmenin başarıya ulaşması; batı başkentleri tarafından yeni hak temelli bir uluslararası denetimin talep edilmesi ve bunun bir anda kabul edilebilir görülmesi.27
Neoliberalizm ve uluslararası insan haklarının paralel yükseliş rastlantısına yönelik yapılan tartışmalardan biri,Amerika kıtasının güneyinde 1973 sonrası yaşanmış bir örnek ile somutlaştırılabilmektedir. Bilindiği üzere, General Augusto Pinochet 1973 darbesindeki düşüşü sonrası Milton Friedman’ı danışmanı olarak atamış ve neoliberal Mont Pelerin Society ile birlikte Şili’de belli toplantılar yapmıştır. Gerçekten de Naomi Klein bu örneği kendi neoliberal “şok” yaklaşımının başlangıcı olarak nitelendirmektedir.28Bugüne kadar yazılmış en popüler neoliberalizm tarihi olarak nitelendirilebilecek bu kitabın bir bölümünde Klein insan haklarının nasıl kapitalizm ve terör arasındaki ilişkiyi “at gözlüğüyle” göz ardı ettiğini ele almaktadır.29 Bu çerçevede Klein haklı olarak, Uluslararası Af Örgütü’nün salt belirli devlet ihlallerine karşı bilgisel politikalara yoğunlaşmak adına yapısal sorunlara gelindiğinde (örneğin sınıf mücadelesinde ve Marksist’lerin gördüğü karşı devrimde) tavır almadığını ifade etmektedir.30 Susan Marks da bu duruma katılarak “neoliberal yapılaşmanın sonuçları toplumu ısırmaya başladığı zaman, aktivistlerin eleştirilerini devlet ihlallerini açıklamakla sınırlandırdığını, asıl bu ihlalleri mümkün kılan koşulları sorgulamadığını” belirtmektedir.31
Latin Amerika’daki yanlış yönetim şekillerine karşı yeni uluslarüstü bir hak hareketinin varlığı yerinde (ve tabi ki önemli) olmakla birlikte, tam olarak neyin amaçlandığının neyin amaçlanmadığının açıklığa kavuşturulması önem teşkil etmektedir. Günümüz itibarıyla bilindik olan bu bilgisel aktivizmin ilk çıkış sebebini kimse darbelerin kendilerine ya da Pinochet hükümetine karşı getirilen eleştirilerin bastırılması veya diğer otoriter rejimler olarak nitelendirmemektedir.32 Marks’a nazaran Klein, eğer biri suçlu ilan edilecekse bunun rejimin içindekiler değil, ancak rejimi dışarıdan eleştirenler olabileceğini belirtmektedir. Zira tarihin o döneminde rejim içindeki kişilerin çatışmayı yoğunlaştırdığı alanı dar tutması ve ekonomi temelli devlet terörünü göz ardı etmesi kaçınılmaz olmuştur. Klein’a göre “İnsan hakları hareketinin her şekli fazlasıyla sınırlandırılmış alanlarda işleyebilmektedir… Etkilenen ülkelerde… ortadan kaybolmalarla ilgili olarak politik veya ekonomik ajandalardan bahsetmiyorlardı çünkü bunu yapmak kendilerinin de kaybolması riskini beraberinde getiriyordu.”[/foot]Klein, dipnot 1, s. 149[/foot] Klein aynı zamanda şunu da ekleyebilirdi. Uluslar ötesi insan hakları hareketi yapısal eleştiriler yapmamanın bedellerini tarih boyunca ödemiştir. Buna rağmen bu hareket, ayrıştırıcı devrimci politikaların aksine, koalisyonlar kurarak yoluna devam etme gayesini muhafaza etmiştir. Bu süreçte yine de uluslararası sol ayakta kalmış ve insan hakları kuramı 1970’lerde belirli başarılara imza atmıştı. Bunun sebebi de solun birçok ülkedeki vahşi baskılara maruz kalmasına rağmen yeri geldiğinde başarılı şekilde insan hakları hareketlerine paralel olarak diktatöryal yönetimleri açığa çıkarmak için doğru koalisyonlar kurmuş olmasına bağlanmıştı. Klein haklı bir biçimde “insan hakları hareketinin Chicago okulu ideolojisinin ilk kanlı deneyinden yara almadan kurtulmasına yardım ettiğini” belirtmiştir.33 Bu bağlamda insan hakları hareketine getirilen suçlamalar aslında diğer kuvvetler (tarihte kendisi için açık bir alan var iken solun ilerlemesindeki eksiklikler ve hatalar) düşünüldüğünde ağır kaçabilmektedir. Ayrıca Klein “insan hakları hareketinin cuntanın en kötü suiistimallerine son verilmesinde çok belirleyici bir rol oynadığının” da farkındadır.34
Klein’ın günümüze kadar eleştiriler getiren kitabının geri kalan hiçbir bölümünde insan hakları hareketinden (kendi kritiklerini oluşturmak adına bilgiler sıralamaktan başka) bahsedilmemektedir. Her halükârda, neoliberalizm ve insan haklarının 1970’lerdeki tartışılabilir nedensellik ilişkisinden daha da enteresanı, iki hareketin 1980’lerde devamlılığı, erginliğe ulaşmaları ve 1990’larda neredeyse tam olarak ulusal ve uluslararası arenaya hâkim olmasıdır. Uluslarüstü sol dünya çapında 1970’lerde yaşamaya devam etse de, 1980 ve 1990’larda (bugün de aynı şekilde) insan hakları şablonları sol söylemlere göre tüm dünyadaki reformcu bireylerin ve grupların hayalini süslemiştir ve günümüzde de süslemeye devam etmektedir – ve birçok toplumsal fenomen ile nedensellik ilişkisinin kurulmasında da hakkının verilmesi gerekmektedir. (Neoliberalizmin başarıları karşısında bir “sosyal direniş” olduysa da, sol bununla hem pratikte, hem de teoride etkili mücadele edememiştir.35)
Latin Amerika ve özellikle başka bölgelerde insan hakları patlaması ile neoliberal zaferin ilişkisinin nasıl çerçevelendirmesi gerektiği hala tamamen ucu açık bir araştırma sorusudur. Her yerde ve her politik süreçte bu durum aynı mı gelişmiştir? Şahsen ben insan hakları hareketinin her yapısal ve “politik” kritiği susturduğunu ve neoliberal çağın da bu şekilde doğrudan çok daha makul ve inandırıcı şartlara kavuştuğunu düşünmüyorum. Bu kesin tespiti yapabilmek için çok daha fazla çalışmamız gerekmektedir. Mary Nolan’ın temkinli şekilde ortaya koyduğu gibi “Farklı ülkeler ve farklı haklar nezdinde insan hakları ve piyasa temelciliği arasında sadece tek bir ilişki bağı bulunmamaktadır.”36 Aynı gözlem farklı zaman ve siyasi gelişmeler içinde yapılabilecektir. Temelde uzak gibi gözüken bu yol arkadaşlığının tarihi daha tam olarak yazılmış değildir.
Bana göre, neoliberalizm ve insan hakları arasındaki ilişkiyi anlatmanın en iyi yolu, mevcut araştırmalar dahilinde bakıldığında, ikisinin paralel gidişatıdır ve (Susan Marks’ın muhteşem çalışmasında ima ettiği gibi) trajik sonuçlar doğuran sosyal ıstırapların temel sebeplerine eğilmemeleridir.37 Yine de bu saptama kısmen isabetlidir, zira insan hakları adaletsizliği yorumlamak ve tespit etmek açısından düşünülebilecek diğer tüm sistemlere nazaran çok daha başarılı koalisyonel bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitabım Son Ütopya’da bahsettiğim üzere, uluslararası insan haklarının prestijinin ve devamlılığının sağlanması ancak temel soysal ilişkileri hesaplamalarına katmasına bağlıdır. Bunun başarılması da ancak bu konularda sorumluluk hissetmesi ve ahlaki açıdan kendini kusurlu addetmesi ile mümkündür.38 Söz konusu programlı sessizlik ve sosyal temeller yaratma noktasındaki kifayetsizlik iddia edildiği gibi insan hakları politikalarının bilgisel yaklaşımının “yüzeyselliğinden” kaynaklanıyor ise de, bu politikaların tek başına veya birincil olarak suçlanabilir olması mümkün değildir. En nihayetinde ortada birçok kuvvetin yarattığı ikna etmekten yoksun bir yapı ve programsız bir düzen var iken, bu düzenin salt insan hakları hegemonyası ile yaratıldığına inanmak mantıksız olacaktır.
Eğer yukarıdaki yaklaşım –ve bir sebep-sonuç ilişkisinden ziyade ortada sadece bir tarihsel rastlantı olduğu– kabul edilirse, o zaman analizimizde insan haklarını suçlama (veya günah keçisi ilan etme) şansı daha da azalacaktır. O zaman ortaya çıkan sonucun aslında bir yapısal düşünce sistemi ve aktivist politik strateji yoksunluğundan kaynakladığı ileri sürülebilecektir. İnsan hakları daha geniş çapta bir sendromun semptomu olarak gözükmektedir. Dolayısıyla bu hareketi eleştirme dozunun da değişmesi gerekecektir. Eleştiriler karşısında, insan haklarının belirli görevlerde kullanışlı olduğu (örneğin devlet suiistimallerini ortaya çıkarmak), ancak başka alanlarda yetersiz kaldığı ve hem yeni analiz sistemleri hem de ulusal ve uluslararası yeni aktivizm şekilleri ile desteklenmesi gerektiği belirtilebilecektir.
IV
Sosyo-Ekonomik Düzlemde İnsan Haklarının Başarısızlığı
Harvey klasikleşmiş kitabı Kısa Tarihi’nde, çalışmasının amacına ve kendisini konumlandırdığı pozisyona denk düştüğünden olsa gerek, sürpriz bir şekilde insan haklarının ortaya çıkışı noktasında cömert davranmıştır. Harvey şöyle demektedir:
“Hakların evrenselleşmesi zihinlerdeki ilerici amaçlar için kullanılmıştır ve kullanılmaya devam etmektedir. Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Doktorlar ve diğerleri tarafından en muhteşem şekilde temsil edilen geleneğin neoliberal düşüncenin bir yardımcısı olarak nitelendirmek mümkün değildir. İnsanlığın tüm tarihi bunun için (hem Batı hem de Batı dışındaki klasik liberal versiyonlar için) fazla komplikedir.”39
İnsan hakları hakkında getirilen çeşitli eleştiriler kolaycı olabilmesine rağmen–örneğin birinci jenerasyon özgürlüklere sınırlamalar getirmek, emperyal projelerle aynı safta olmak, yurtdışındaki askeri olmasa dahi demokratik olmayan müdahalelere meşruiyet zemini sağlamak veya tabana egemen siyasete elitist bir uzaklıkta kalmak– Harvey bunları göz ardı etmenin hata olacağı düşüncesindedir. Harvey’e göre, “evrenselcilerin her yaptığını şeytanlaştırmak, her türlü hakkın öne sürülmesinde azınlığın zorlamasını, sınıfsal tekeli tekrar oluşturmak için piyasa-temelli etiği sorumlu tutmak, en nihayetinde hak alanlarının tamamını neoliberal hegemonyaya talihsiz şekilde terk etmek demektir. Ortada savaşılacak bir savaş vardır ve bu savaş sadece evrensel düzlemde hangi hakların hangi şartlarda öne çıkarılacağı ile ilgili değil aynı zamanda hangi evrensel prensiplerin ve hak konseptlerinin kurulacağı ile ilgilidir.”40
Her şeye rağmen, evrenselciliğin, hatta insan haklarının bir şekli için getirilen bu varsayımsal özürden dolayı rehavete düşülmemelidir. Bu özür sonuçta şu ana kadar mevcut yasalaştırılmış evrensel insan hakları hukuku ve politikalarının ne kadar etkili olduğu sorusunu ortadan kaldırmayacaktır – özellikle de neoliberalizmin doğrudan etkilediği ekonomik yapılar konusunda.41 Bu bağlamda uluslararası insan hakları politikaları açısından gözü pek ve acımasız hükümlere varılabilecektir. Zira fazlasıyla duygusal umutları bir yana bırakıp, entelektüel ve pratik seferberliği geliştirmenin zamanı gelmiştir. Eğer insan hakları hareketi ezikbir şekilde neoliberal kardeşinin ast ikizi olarak kalacak ise –gizemli ortak bir kadere sahip olup, yürüdükleri yolda yol göstermeden sürüklenecek ise- o zaman kısa ve uzun vadede farklı türde bir muhalefet gerekecektir.
Geçtiğimiz günlerde, ampirik politika araştırmacıları insan haklarının herhangi bir değişiklik yaratıp yaratmadığını –pozitif bir etkisi olup olmadığını– çözme gayesinde oldular. Benim görüşüme göre, insan haklarının dili ekstrem rejim formlarının meşruiyetini kaybetmesini sağlamak açısından önemli bir rol oynamıştır. Yine de, insan hakları hareketinin Sovyet bloğunun, Latin Amerika otokrasilerinin ve başka bölgelerin siyasi transformasyonunda sebep-sonuç ilişkisi yaratacak bir görev üstlendiği fazlasıyla tartışmalıdır. Bunun yanında, insan hakları hukukunu araştıran her türlü çalışmanın kötüye kullanılma ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Sınırları aşan insan hakları seferberliğine eleştirel bakan ampirik analist Beth Simmons yerel düzeyde insan haklarının daha etkili olduğuna kanaat getirmektedir. Simmons, modern vatandaşlığın siyasi ve materyal koşullarının önceden var olduğu yerlerde insan hakları hukukunun ifade özgürlüğü ve vücut dokunulmazlığı gibi haklar nezdinde anayasa hukukunun bile sağladığından öte lokal düzeyde hareketlilikler, seferberlikler yarattığına dikkat çekmektedir.42 Harvey’nin, hak savunuculuğu sırasında yaratılan özgürlükçü imkanlar açısından optimizmi bu gibi konularda fazlasıyla makul gözükmektedir. Ancak ampirik politika araştırmacıları insan hakları normlarının ekonomik ve sosyal kazanımlar konusunda başarılı bir vakasını saptayamamaktadır. Simmons, Kathryn Sikkink ve diğerleri de insan haklarının sadece belli haklara odaklandığını ve başkalarının ıstırap çektiği farklı hak alanlarını -özellikle de sosyoekonomik düzlemde koruma bekleyen hakları- savsakladığını belirtmekte ve bu dehlizden insan haklarını kurtarmaya çabalamaktadır.
İnsan hakları normlarının ve hareketlerinin piyasa temelli çağın yapısal transformasyonları karşısında ne gibi eksiklikler taşıdığına dair yapılacak kısa ve dolayısıyla yüzeysel kalacak araştırmalarda basit ve önemli bir noktanın akılda tutulması gerekmektedir: Hukuki çerçevede insan hakları egaliter bir ajanda çizmemektedir. Pek tabi lokal ve global düzeyde tamamen başarıya ulaşmış bir insan hakları korumasını hayal ettiğimizde, bu korumanın en azından eşitlikçi bir gelir dağılım tablosunu, hem de tarih boyunca bilinen diğer tüm önemli başarıları aynı anda ortaya çıkarması mümkündür. Ayrıca insan hakları ve neoliberalizmin paradoksal ilişkisini kabul ettiğimiz takdirde de, mevcut ekonomik ve sosyal haklar ajandası ile daha eşitlikçi bir ajanda arasında farklılıklar göz önüne çıkabilecektir.43Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde yer alan amaçlara bakıldığında ne kadar çok şey vaat edildiğinin değil tam tersine ne kadar az konuya dikkat çekildiğinin fark edilmesi mümkündür. Zira Sözleşme, tam teşekküllü egaliter bir rejim empoze etmek yerine, ev sahipliği, sağlık ve yemek gibi alanlarda sadece asgari bir koruma tabanı öngörmektedir.
Klein’ın şok doktrin iddiasının dramatize ettiği üzere neoliberal politikaların devlet baskısı ile beraber yürüdüğü bölümlere (örneğin Pinochet’nin Şili’sine) yoğunlaşmak popüler ve anlaşılırdır. Ancak, belirli durumlarda neoliberal zaferlerin sadece sivil ve siyasi özgürlükler için değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal haklar için de kapsamlı bir barış sağladığı tezinin savunulduğunu görmek fazlasıyla rahatsız edicidir. Eğer kabul görmesi beklenen bu ekstrem düzeni görselleştirmek gerekirse, bu alternatif gerçeklikte, bir kişinin tek başına her şeye sahip olduğu ve bunun yanında Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ndeki her şeyi topluma (yapacağı harcamalarla) sağladığı bir düzen çizmek gerekecektir. Bu da kesinlikle mümkün gözükmemektedir. Evrensel Beyanname’nin en çok alay konusu olan 27. maddesinin ücretli tatiller kısmı bile dünyayı alt üst eden hiyerarşik gelir düzeni ile tamamen uyum içindedir.44 Toplum son otuz yılda öylesine bir senaryoya itilmektedir ki, eski eşitlikçi refleksler başarı ile rafa kaldırılmakta, eşitsizlik artmakta ve belirli korumaların sağlandığı bir ajanda ile olabilecek en berbat yoksulluk düzeni hafifletilmeye çalışılmaktadır. Sert bir biçimde genelleştirmek gerekirse, hiyerarşik gelir sıkışmasında tavandaki dağılım yok edilmeye çalışılsa da, mevcut çağımızda asıl amaç dünyanın en sefil kesimini daha da fazla acı çekmekten kısmen kurtarmak adına koruyucu bir taban yaratılmasıdır.45
Konsept olarak bakıldığında, ekonomik ve sosyal haklar ajandası egaliter ajandaya göre farklı -ve daha minimalist- bir yaklaşımdır. Biri başarıya ulaşırken diğerinin kaybetmesi muhakkaktır. Tarihsel noktada, ekonomik-sosyal ajandanın sonuçları her zaman öncelikli görülmüş -ve bazen başarıya ulaşmış- iken, bu çağda egaliter ajanda terk edilmeye yüz tutmuştur.
Tarihsel olarak iç içe geçmiş bu ajandaların yolunu anlayabilmek için iki önemli nitelik gerekmektedir. Birincisi, insanlığı yoksulluktan kurtarmak adına ne kadar yol alınmış olursa olsun, temel korumayı karşılayacak bir taban yaratılması için bile daha çok mesafe kaydedilmesi gerektiğidir. Gelir ve zenginlik dağılımının geniş çevrelere yayılmasının sağlanması ve artan eşitsizliğin önüne geçilmesi noktasında sessiz kalınmamalıdır. En nihayetinde bu süreçte hiç kimse sosyal ve ekonomik hakları değersizleştirmek amacında da değildir. İkincisi, sosyoekonomik düzlemde gelen başarıların neredeyse hiçbirinin normatif insan hakları kurallarının uygulanması, insan hakları hukuku rejiminin hüküm sürmesi veya insan hakları seferberlikleri ile sağlanmadığıdır. Son birkaç on yıla bakıldığında, yoksulluğun azalmasında (dünya nüfusunu oluşturan rakamlara dayalı olarak, tarihten günümüze şu ana kadarki en büyük farkla) realist tek bir faktör önemli rol oynamaktadır: Çin devletinin politikaları.46 Başka faktörler de pek tabi yoksulluğun azalmasında -yemek ve suya ulaşım, sağlık gelişmeleri ve başka alanlar- önem teşkil etmektedir, ancak insan hakları koruması, teşvikleri, projeleri dahilinde bu alanların listede öncelikli sıralarda yer almadığı, belki de hiç yer almadığı söylenebilecektir.
Şimdi ekonomik ve sosyal hak ajandalarının (başka kurallar veya sebeplerden ortaya çıkan korumalardan ayrı tutarak) değerini küçümseyen bu perspektifi öncelikle yerel veya ulusal korumalar ile, sonrasında da uluslarüstü ve global korumalarla birlikte düşünelim. İnsan hakları tarihi 1970’ler ve 1980’leri atlattıktan sonra, ekonomik ve sosyal haklar ile ilgili global bir diyaloğun hiç bulunmadığı bir ortamda, bu diyalog yükselişe geçmeye başlamıştı. Ancak maalesef bu retorik ve bu retoriğin çerçevesinde çizilen standartlar reel dünyada kendi başına hiçbir sonuç yaratamadı. Somutlaştırmak gerekirse, bu başarısızlığı sosyoekonomik hakların prestiji yüksek yargı yolları ile yürürlüğe konulma çabasında, özellikle de ulusal mahkemelerin anayasal normları uluslararası insan hakları hukuku ile yorumlama amacında (minimum çekirdek korumayı sağlama amacında) görmek mümkündür.
Uzun yıllar boyunca, Güney Afrika bu gelişmelerin öncülüğünü yürütmek adına, özellikle de Grootboom davasından sonra bir laboratuvar olarak görülmüştür.47 Alanında lider Amerikalı akademisyenler Güney Afrika mahkemelerinin politikalar belirlerken hem sosyoekonomik hakları, hem de demokratik meşruiyeti göz önünde bulundurmasını “demokrasi- zanaatkarlığı” olarak nitelendirmiştir.48 Mahkemelerin sosyoekonomik hakların korunması noktasında minimum çekirdek standarda uymayan politikaları geçersiz kılabileceği, kendi başına yaptırım mekanizması dayatmasa dahi hükümetin demokratik kanallarını harekete geçirebileceği düşünülmüştü.49 Ancak, özellikle minimalist ve müdahalesiz modelde sonuçlar hayal kırıklığı yaratmıştır: Beklentilerin aksine görüldü ki Güney Afrika yargısı yasamayı veya politik kanalları teşvik etmek bir yana, demokratik kanalları da sessiz kalmaya zorlamıştır. Maalesef, yargısal yaptırımlar, Güney Afrika özelinde ve diğer yerlerde, bir değişim yaratmaktan uzak kalmıştır.50 Özellikle, David Landau’nun gösterdiği üzere, ekonomik hakların tesis edilmesi noktasında mahkemeler güçsüzün ve savunmasızın yanında durmak yerine (örneğin emeklilerin devletin cari açık baskısı altında haklarını alamaması gibi durumlarda) varlık odaklarının safını tutmaktaydı.51 Tabi ki, sosyoekonomik hakların korunmasında yargısal yaptırımların başarısız kalması diğer sosyoekonomik hak koruma çabalarının da başarısız olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bugüne kadar insan hakları sistematiğinin vatandaşlık kavramını refah yönünde tekrar formüle ettiği bir duruma, başka kuvvetlerin de etkisi yüzünden rastlanmamıştır (örneğin Simmons’ın politik ve sivil hakların gelişmesi noktasında takdir ettiği partizan hareketlilik bu kuvvetler nezdinde sayılabilecektir).52
Bu esnada uluslararası hukukta artarak devam eden bir tartışmaya da değinmek gerekmektedir. Uluslararası insan hakları normlarının, özellikle de mevcut neoliberal şablonunda, globalleşmeyi karşısına alabileceği veya evcilleştirebileceği düşünülmektedir. Bu tartışma iki alanda patlama etkisi yapmıştır: Bu alanlardan birincisi uluslararası ticaret hukuku ve politikalardan medet ummak, ikinci alan ise kurumsal sosyal sorumluluk projeleri olmuştur. Ancak söz konusu alanlar için insan hakları prensiplerinin normatif uyumluluğunun tam olarak oluştuğunu söylemek mümkün değildir.
Petersmann ve diğerleri, insan hakları ve globalleşme arasındaki ilişkinin birbirine destek veya ortak kimlik üzerinden dahi değerlendirilebileceği kanaatindedir. Bu tespitlerinde özellikle mülkiyet haklarının ve serbest piyasa koşullarının insanların diğer ihtiyaçlarına kapı açtığını ve bunları hayata geçirdiklerini düşünmektedirler.53 Serbest ticaret ve dolaşım ne kadar ilerletilirse, insan haklarının kapsamaya çalıştığı tüm alanların da o kadar fayda sağlayacağı ileri sürülmektedir. Ana akım insan hakları akademisyenlerinin cevabı ise normların ayrımları ve öncelikleri üzerinden şekillenmekte ve hiçbir normun kendi koruma amacının dışında yan etkileriyle veya uzak yararları ile, örneğin ekonomik büyüme gibi, yanlış yansıtılmaması gerektiği üzerine yoğunlaşmaktadır.54 Ana akımdaki optimistler ticaret arenası ile kurumsal sosyal sorumluluk gibi alanlar arsında “küçük bağlar” kurarak hak prensiplerinin yükseldiğini umut etse de, bu umudu kayda değer şekilde meşrulaştıracak bir alana daha rastlanmamıştır.55
Ana akım hesabına belki de en yenilikçi bakış açısını David Kinley geliştirmiştir. Kinley, globalleşme kuramının çoğu zaman göz ardı ettiği uluslararası insan hakları standartları ile kendini değiştirebileceğini düşünmektedir. Naif ve heyecanlı globalleşme taraftarlarının dört gözle beklediği faydaların da samimi olarak gerçeğe dönüştürülebileceğine inanmaktadır.56 Kinley’nin pozisyonu, global marketleşmeyi acınacak şekilde tartışma kabul etmeden savunan partizanlar ile tam tersi sürekli şeytanlaştıran gruplardan kurtulmak üzerinedir.Piyasa temelli kuvvetler ile insan hakları arasında bulunan “kavşakların ve yardımlaşma zeminlerinin” maksimize edilmesi gerekmektedir.57 Kinley ve bu görüşte yazan düşünürler neoliberal piyasa temelcilerini kendi içinde iyi niyetli görüşlere sahip olmakla birlikte hatalı bir biçimde serbest ticareti ve çok uluslu firmaları insanlığı sefaletten kurtaracak kahramanlar olarak görmekle eleştirmektedir. Globalleşen kapitalin hiçbir eksiği yokmuş gibi insanlığın tüm ihtiyaçlarını giderebileceğini düşünen bu tür piyasa temelcilerini Kinley çürük elmalar olarak nitelendirmektedir. “Neoliberalizme” her halükârda eleştirel bakanlar ise globalleşmenin hiçbir ilerici özelliğinin olmadığını ve saf şeytanlıkla dolu olduğunu düşünmektedir.58 Bu tarz radikal bir pozisyondan kendimizi koruyarak, yaratılabilecek “etik globalleşmenin” gelecekte bir umut olduğunu belirtmek gerekmektedir.
Aynı sosyal hakların yargı eliyle tesis edilemediği gibi, insan haklarının da acı bir şekilde hem uluslararası ticaret hukukunda, hem de kurumsal sosyal sorumlulukta efektif olamadığını -ve bunun yakın bir zamanda da değişemeyeceğini- söylemeliyiz.59 Bu tespite rağmen, insan haklarının ticari tartışmalarda zorlu ve dolambaçlı yollardan geçerek sürpriz ilerlemeler kaydettiğini belirtmeliyiz. En son 2006’da Santiago’da, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Genel Direktörü Pascal Lemy Washington Consensus’unun ötesine geçilmesi, insan haklarının ticaret tartışmalarında yer alması gerektiğini belirtmiştir.60 Ancak bu zeytin dalından önce de Washington Consensus hakkında yapılan eleştirilere insan hakları çevreleri çok fazla ilgi göstermemekteydi.61 (Burada ticaret anlaşmaları sırasında insan haklarına saygıdan çok, anlaşmalar dahilinde en alt tabakaya kalkınma niteliğinde kazanç ödemesi yapılması tartışılıyordu.) Ne olursa olsun sürpriz bir hızda uluslararası ticaret ile insan haklarının yolları kesişmiş ve DTÖ çevrelerinde bir zorunluluk hissi uyandırılarak iş düzenlemelerinde ve tıbbi patentlerde -yukarıda belirtildiği üzere ampirik olarak kanıtlanmamış olsa dahi- insan hakları faydalı etkiler sağlamış, taleplerini geçirmiştir.
Tabidir ki, insan hakları normları, hukuku veya politikaları ile ticaret hukukunun yeniden düzenlendiği hipotezini ortaya koymak çok farklı bir tartışmadır. Ana akım analistler bile insan hakları normlarının ticaret tartışmalarında retorik olarak çok az ilerleme kaydettiğinin, DTÖ’nün uyuşmazlık çözüm mekanizmasının insan hakları tesisleşmesinde çok uygun bir araç olmadığına dikkat çekmektedir.62 Andrew Lang, neoliberal ticaret hukuku üzerine yazdığı etkileyici yazısında, olumlu bir yaklaşımla, tarih boyunca insan haklarının çok az duyarlılık oluşturabildiği noktalarda nasıl işletilebileceğini araştırmaktadır.63 Lang çok kesin bir dille endişesini dile getirerek, ticaret rejiminin sadece kendisinin kolektif amaçlarında reforma gitmesi halinde daha iyi bir kılavuz ortaya koyabileceğini belirtmektedir (buna hem teoride, hem de pratikte sağlıklı bir siyasileşme eklenebilecektir64). İnsan hakları hukukuna ticaretin dışarıdan etkisine yoğunlaşmak adına şu analiz yapılmaktadır:
“Uluslararası ekonomi yönetimi sırasında kolektif amaç sorusunun sorulmasının önü tıkanmaktadır. Eleştirel seslerin global ticaret yönetiminin temel amaçları hakkında tartışma açması beklenirken, tam tersi ticaret projelerinin önceliği ve yeri tartışılmaya başlanmıştır. Global ticaret yönetiminin kolektif amaçlarının tartışılması gerekirken, global ticaret rejiminin diğer düzenleyici ve siyasi otoriteler ile (örneğin insan hakları hukuku ile) arasında nereye konumlandırılacağı tartışılmıştır. “Sosyal” değerlerin ve amaçların ticaret hukukuna entegrasyonunu sağlama çabaları bu şekilde meyve vermeyecektir. Ticaret rejiminin doğası ve varlık amacı tartışılmalı ve temel yaklaşımlar değiştirilmelidir.”65
Lang, bu olası hamleyi İkinci Dünya Savaşı sonrası “bütünleştirilmiş” liberalizm olarak nitelendirmektedir. Bu dönüşümün, yenilenmenin sağlanması için insan haklarının daha da geliştirilecek normatif sözlüğünün potansiyel bir çıkış noktası olacağını düşünmektedir.66 Lang’ın teklifleri ikna edici olsa da olmasa da, insan hakları politikalarının ticaret düzleminde yüzeysel kaldığı ve farklı bir yaklaşım gerektiği görüşü tartışılmazdır.
Uluslararası ticaret hukuku için yapılan analizler ve benzer gözlemler, insan haklarının entegre edilmesi noktasında tarihi kısa da olsa kurumsal sosyal sorumluluk politikaları için de geçerlidir. Şirket yönetimlerinde insan haklarının yükselişi yakın tarihte ortaya çıkmakla birlikte, tamamen hukukun dışında “etik” bir forma da sahiptir. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı “Çok Uluslu Şirketler ile Diğer İş Kuruluşlarının İnsan Hakları Açısından Sorumluluk Kuralları” tarih olduktan sonra John Ruggie devreye girmiş ve BM özel temsilcisi olarak yeni bir çalışmaya başlamıştır. Ruggie, “pragmatik” düzlemde hazırlanan ve hukuk alanının dışında bırakılan, İnsan Hakları Konseyi’nin de 2011 yılında onayladığı, İş Hayatı ve İnsan Haklarının Kılavuz Prensipleri’nin mimarıdır.67 Cömertçe bir yaklaşımla baktığımızda bile, salt bu prensiplerin varlığı yüzünden ticari şirketlerin ıslah olduğu veya olacağı konusunda iyimser olunmamalıdır. Özellikle de Ruggie’nin herkesin onayını almak adına tartışılacak biçimde kanunilik (ve bazen hakların kendileri) açısından verdiği tavizlerden sonra bu kılavuza kurtarıcı gözüyle bakmak için çok erkendir.
Ana akım düşünürler insan haklarının “içeri sızma” adı verilen bir politikayla da başarıya ulaşacağını düşünmektedir. Bu içeriye sızma politikası ile amaç sosyoekonomik düzlemde bir kuruma önce küçük zararsız bir prensibin tanıtılması ve bunun en sonunda belirli koşulları dikte edecek kadar güçlü bir tehdit haline gelmesidir. Ruggie’nin politikaları yerleşmiş tutumların değiştirilmesi noktasında bu içi boş Truva politikalarından dahi daha etkisiz gözükmektedir. Tabi ki yeni geliştirilen bu tür stratejiler global ticari güçlerin zırhlarına karşı tamamen değersiz olarak addedilemeyecektir. Bunların mevcut kullanışsızlığının ileride değişip değişmeyeceğini zaman gösterecek, ancak şimdilik şans pek yanlarında olacakmış gibi gözükmüyor.
Uluslararası ticaret regülasyonu ve şirket sorumlulukları açısından insan haklarının tamamen retorik bir değer ifade ettiği bir çağda yaşamaktayız. Pratikte neoliberalizmin öncü karşıtlarından olsa da “retorik öncülükte” ciddi risk bulunmaktadır. İnsan haklarının yürüttüğü bu salt retorik öncülük, 1999 DTÖ karşıtı Seattle protestolarından on beş yıl sonra Occupy Wall Street protestolarında karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bu süreçte kaybedilen kavgalar sonrasında insan haklarının normatif taleplerinin, hukuki rejimlerinin ve mobilize stratejilerinin etrafından dolanılmasına imkân sağlanmış ve istemeden de olsa farklı sistemlerin yararına çalışmıştır. Lang’ın söylediği üzere, insan haklarını genel bir dil olarak global adaletsizlik hareketine karşı gereğinden fazla geniş bir perspektifle ele almamak gerekmektedir. Hak temelli bakış açısına sahip veya hak diliyle konuşan birçok sivil toplum kuruluşu sorunlarına bazen kısmen, bazen de tamamen etkisiz bir şekilde bu perspektif ile yaklaşmaktadır.68
Şunu da belirtmek gerekir ki, ne yazık ki daha kimse vahşi piyasa temelciliğine karşı entelektüel veya pratik bir sistem öne sürememiştir. Ancak bu, özellikle günümüze kadar dünyayı değiştirmekteki başarısızlıkları göz önünde bulundurulduğunda, insan haklarına sarılmamızı gerektirmemektedir. Zira insan haklarını ekonomik ilişkileri yeniden düzenleyebilecek mutlak veya kaçınılmaz bir araç olarak tanıtmak yerinde gözükmemektedir.
V
Sonuç: İnsan Haklarını Eleştiri Biçimleri
Uluslararası insan hakları ile küresel neoliberalizmin birlikte yükselmeye başladığı 1970’lere kadar olan silik tarihi nasıl olursa olsun, bu iki fenomen, kendilerine olağanüstü hareket imkânı sağlayacak Soğuk Savaş’ın sonuna kadar çok küçük başarılar elde etmiştir. 1993 yılında Viyana’da gerçekleşen İnsan Haklarına ilişkin Dünya Konferansı, Dünya Ticaret Örgütü’nün 1995 yılında kurulmasına kadar geçen dönemde insan haklarının planlı bir biçimde tekrar gündeme gelmesine olanak sağlamıştır. Bugüne kadar ortaya çıkan esas sorun ise insan haklarının sosyoekonomik düzleme dair sadece retorik ürettiği süreçte, buna karşın neoliberalizmin dünyayı derinlemesine değiştirmesi olmuştur. Daha da etkileyici olan ise, neoliberalizmin belirli zamanlarda insan hakları hareketlerinden daha efektif bir iş çıkarmasıdır: Neoliberalizm kapitalin dağıtımında sahip olduğu güç ile hem devletler nezdinde, hem de küresel düzlemde korkunç etkiler yaratmıştır. Buna rağmen neoliberalizm, özellikle Çin’de uygulandığı biçimde, yoksulluğu herhangi bir başka faktörden daha fazla azaltmıştır. (Bu neoliberalizm destekçilerinin söylediği gibi, neoliberalizmin eksiksiz bir şekilde insanların yararı için çalıştığı anlamına gelmemektedir.)
Kısmen bu sebep dolayısıyla insan haklarının küresel ekonomideki rolüne kuşku ile yaklaşanlar ana akım optimistlere insan haklarının uluslararası ekonomik düzene olan etkisinin yetersiz kaldığını ifade etmektedir. Bu kişilere göre ana akım düşünürlere sapla samanı ayırmada güvenilmemelidir, zira ana akım küreselleşmenin kendisi hakkında çok sınırlı eleştiriler getirmektedir. Ana akım piyasa temelciliğine naif desteklemelerden kendisini uzak tutmaya öncelik vermekle birlikte, onun yerine aynı bağlılıklara sahip biraz daha farklı bir konsept ortaya koymaktadır. Paul O’Connell’a göre, politika ve ekonominin olağanüstü bir şekilde değişeceği, kendisinin “ikincil globalleşme” dediği konsept gerçekleşmeden, globalleşmeyi neoliberalizmden kurtarmak hiçbir şekilde mümkün değildir.69 Susan Marks’a göre de insan hakları hukuku insan hakları ihlallerinin en derin sebeplerine indiği durumlarda dahi, neoliberalizme veya herhangi bir kapitalizm şekline yapısal eleştiri getirebilecek organizasyon sistematiğine sahip değildir.70 Bu “planlanmış sefaletin” sebeplerini ve alternatiflerini sistematik olarak değerlendirirken siyasette ve hukukta yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerekmektedir.[/foot]a.e.[/foot] Mevcut haliyle uluslararası insan hakları, acilen gerekli tanıyı koymamız ve çaresini aramamız gerekirken, sadece dikkat dağıtmaktadır.71
Bu eleştirilerin anlaşılabilirdir. Ancak ben bu makalede her zaman ihtiyatlı bir bakış açısına sahip olmaya çalıştım. Zira insan hakları rejimlerini ve hareketlerini neoliberalizmle “suç ortaklığı” yaptığı şeklinde suçlamanın da verimli olduğuna inanmıyorum. Belirttiğim üzere, ben insan haklarının ekonomik düzenlemelere normatif standartlar belirleyebileceğini veya belirlemesi gerektiğini düşünmüyorum: insan hakları bunu yapabilmek için, özellikle de sosyoekonomik düzleme etki edebilmek için, fazlasıyla minimalist kaçmaktadır. Sosyal adalet arayan egaliter teori sosyoekonomik düzlem için daha koruyucu (ve yüksek) şartlar aramaktadır.72 Ancak insan hakları normlarının ortaya koyduğu yargılamaların minimalist standartlarının da bu tür maksimalist alternatiflere bir engel teşkil ettiğini düşünmüyorum. İnsan haklarının mevcut etik standartlarını yargı kararlarında yüksek standartlar geliştirilememesi veya efektif siyasi hareketler hazırlanamaması noktasında “problemin bir parçası” olarak görmüyorum. Ancak dörtnala artan eşitsizlik çağında insan haklarının bu şekilde savunulmasını da sönük bir iltifat olarak algılamak gerektiğini düşünüyorum.73
İnsan hakları normlarını veya hareketlerini dikkat dağıtıcı ya da yetersiz olarak eleştirmek önemli olabilir, ancak bu eleştiri de kendi içinde eksik ve minimal kalmaktadır. İnsan hakları normlarından ve hareketlerinden sürekli olarak beklenti içinde olunan bir çağda, en iyi varılacak sonuç bir yara bandının kurşun yarasına uygun olmayacağıdır (yara bantları yeri geldiğinde kullanışlı olsa da). Analitik ve politik olarak bakıldığında, insan haklarına soyutlayıcı eleştiriler getirmek, insan haklarının başarısız olduğu -zaten başarılı olmak için hiçbir zaman dizayn edilmediği- alanlarda başarıya ulaşacak yeni kullanışlı alternatiflere fayda sağlamamaktadır. Sınırlı amacı ve kısa süreli kazanımları olan bir insan hakları hareketine yoğunlaşmak ve amaca ulaşmak adına zaten en başından beri uygun olmayan politikalar yerine salt yeni politikalar istemek, özellikle de sosyoekonomik düzlemde işlemeyen bir stratejidir. En nihayetinde piyasa temelciliğinin şu an güçsüz bir yol arkadaşı değil, tehdit eden bir düşmanı olmalıdır.