Cumhuriyetin 100. Yılında Beka Sorunu, Direnme Hakkı ve Seçimler/imiz

-Bu makale; dünyada ve   ülkemizde bağımsızlık,
demokrasi, özgürlük,    çevre ve insanlık adına
direnenlere ve bedel ödeyenlere adanmıştır.-

2023 yılı, Cumhuriyet tarihimizin en dramatik ve en unutulmaz yılı olmaya şimdiden aday görünüyor. Nitekim, 6 Şubat’ta, art arda gelen Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremle 11 ilimizde ülke tarihinde görülmemiş büyük yıkımı ve acıyı yaşadık. TÜRKONFED’in (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonunun) konuya ilişkin Raporunda, 1999’daki Marmara Depremine ait verilerden hareketle,  bu depremin 72 bin 663 can kaybı ile ve 84,1 milyar dolar mali hasara neden olacağı öngörüldü (1). Ki, (resmi açıklamaları bir yana bırakırsak) sahadan gelen haberler, bu öngörünün bile maalesef oldukça iyimser kaldığını söylemekte bize. Ancak nükleer bir saldırıda  yaşanabilecek düzeyde yıkım  potansiyeline sahip fay hatları ve en az onun kadar yıkıcı küresel ağlarla kuşatılmış olan ülkemizde, neoliberal ekonomi modelinin geldiği son aşamada; dış borca, ranta, kara paraya, özelleştirmeye ve tüketime seleflerine rahmet okutacak boyutta bağımlı; “dindar ve kindar nesil” ile Cumhuriyeti tasfiye etmeye odaklı bir iktidar tarafından yönetildiğimizden; şimdi, çok daha büyük bir yıkıma, hatta ciddi bir beka sorununa yol açacağını bildiğimiz -eli kulağındaki- Marmara (İstanbul) depremini bekliyoruz; kurbanlık koyunlar gibi… Hem de 24 yıldır… Bugüne kadar riskli kentlerin yapı stokunu dönüştürmek/iyileştirmek, depreme dayanıklı yaşanabilir kentler inşaa etmek için yeterli zamana sahip olsa da; bunu yapmak yerine, hiçbir uyarıya kulak asmadan mevcut haliyle bile yaşanmaz olan kentleri daha fazla betona boğan ve “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum.” diyerek (2), ihanetlerini birinci ağızdan apaçık itiraf eden 21 yıllık siyasi iktidar açısından ise bu konuda inanılmaz bir kayıtsızlık ve sorumsuzluk hali hüküm sürmektedir (3).

Doğu Anadolu fay hattında biriken strese ve gelmekte olan tehlikeye ilişkin bilim adamlarından nokta atışı gelen, resmi raporlara da geçmiş ciddi uyarılara karşın bunca yıldır hiçbir tedbir almayan; aksine kaçak yapılaşmaya göz yumarak ve bunları da imar afları ile destekleyerek; afet riskli alan ilanlarını yıkımdan bir süre önce iptal ederek (4) tehlikeyi daha da büyüten iktidar politikaları sayesinde bir günde yıkıldık, onbinlerce öldük. Kuzey Anadolu fay hattında ise yıllardır yıkılıp, ölmekteyiz.  Şimdi ise; ülke nüfusunun yaklaşık %20’sini,  ekonominin ise %50’sini sırtında taşıyan İstanbul’da ölümü bekliyoruz. Aynen Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanında olduğu gibi; işleneceğini herkesin bildiği ama kimsenin hiç birşey yapmadığı bir cinayetin öyküsüdür yaşadığımız. Tek farkla, burada bir kişinin değil, bir ülkenin katlidir sözkonusu olan.

Bir deprem ülkesinde yaşadığımızı, ancak 1999’da Marmara bölgesini derinden etkileyen, Kocaeli, Sakarya ve Yalova’yı yıkan (1000 civarında can kaybıyla İstanbul’un çok ucuz atlattığı) Gölcük merkezli depremle biraz olsun idrak eden devletin ilk aklına gelen şey ise tabii ki vergi toplamak oldu. Dolayısı ile, 57. Hükümet döneminde başlayıp, mevcut siyasi iktidarın yönetiminde geçen toplam 9  hükümet döneminde önlem diye yapılanlar da malumdur: Bugüne kadar “deprem vergisi” diye toplanan ama tek kuruşu bu amaca harcanmayan 83 milyar liranın  hesabını iktidar hâlâ veremedi. Bu iktidar döneminde 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile başlatılan kentsel dönüşüm süreci ise; riskli bölgelerdeki imara aykırı yapı stokunu, insan hakları ve anayasa hükümleri çerçevesinde depreme dayanıklı hale getirmek amacıyla hayata geçirilmiş gibi görünse de, uygulamada  yoksulların tapulu, imarlı evlerine,  mahallelerine, semtlerine devlet gücüyle çökme operasyonunun yasal dayanağını, daha doğru bir ifade ile bahanesini oluşturdu.  Devlet zorunun had safhaya vardığı bu süreçte, yoksul mahallelerinde büyük dramlar yaşanırken; sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve bazı muhalefet partileri bu adaletsiz uygulamalara karşı başlattıkları hukuk mücadelesinde yargıdan eskaza lehte karar alsalar da, yargı tanımayan rantsal dönüşüm hırsının yıkımları kesintisiz olarak devam etmiştir. 2002 yılında İstanbul’da depreme karşı 493 toplanma alanı ayrılsa da, bunların 400’e yakını yeniden imara açılarak alışveriş merkezi, rezidans ve konut yapıldı. Tüm bunlara ek olarak; 1984 yılından bu yana geleneksel hale gelen imar afları da mevcut iktidarla birlikte; halktan dolaylı vergi toplama, sandıkta oy devşirme aracına dönüşürken; AKP’li CB’nin (Cumhurbaşkanının) o illerde yaptığı mitinglerde verdiği af müjdesi (!)  ile  imar suçlarının “barış” şenliklerine (!) dönüştüğünü; son depremde yıkılan illerin bu “şenlikten”  payını fazlasıyla aldığını bir kez daha acıyla anımsadık (5). Ama bu iller enkaz altında kalınca, bu kez imar affının “affedilemez suçlar” kapsamına alınacağı müjdesi (!) ile barış şenliklerinin sona erdiğini de yine birinci ağızdan öğrendik (6).

En trajik haliyle manzara bu kadar açıkken;  iktidarın 6 Şubat depremine müdahalede geç kalıp kalmadığı noktasına odaklanan tartışmanın, asıl gerçeğin üstünü örttüğünü, bunun da siyasi iktidara yaradığını görmek gerekiyor. Zira bu tartışma, depremden sonraki iki-üç gün üzerine  yoğunlaşınca (ki, bu günlerin de enkaz altında kalan canlar için hayati önem taşıdığı tartışmasızdır) 21 yıllık asıl gecikme ve kayıtsızlık görünür olmaktan çıkıyor. Bu görünür olmaktan çıkınca, depremden sonra yaşanan iki-üç günlük müdahale zafiyetinin beceriksizlik değil, bir iktidar tercihi olduğu da görünür olmaktan çıkıyor. İşte asıl bu gerçeği görünür kılmak gerekiyor. Bu nedenle, o iki-üç güne sıkışan tartışma da, mutlaka kavranması gereken asıl gerçeğin üstünü örtmeye yarıyor. Bunu görememek, muhalefet açısından ne kadar büyük bir zafiyet ise, bu tartışmayı bilerek köpürten iktidar açısından da o kadar büyük bir siyasi mühendislik başarısıdır. İktidarın algı mühendisliği konusundaki başarısını ve manevra kabiliyetini CB Erdoğan’ın, (partisinin iktidara gelmesinden 7 ay, başbakan olmasından 2,5 ay sonra) 2003 yılındaki Bingöl depremine  yaklaşımı ile 6 Şubat yaklaşımı arasındaki uçurumdan da açıkça görebiliyoruz. Bingöl depremin ardından: “Yeraltında fay kırıklarından önce bağışlayın söylemek zorundayım, kırılan ar damarlarıdır. Malzemeden çalmanın arkasında ahlak hırsızlığı, demokrasiden çalmak, hukuk kapkaççılığı, siyaset yankesiciliği ve kamu yönetimi kalpazanlığı yatmaktadır. Bu olay, kamu otoritesinin devlet imkanlarını nasıl kullandığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Olay kader diye geçiştirilemez.” (7) der, Erdoğan. (Doğru söze ne denir?)

Kendisinden önceki iktidarları deprem konusunda bu kadar isabetli eleştirebilen o günün başbakanı, bugünün Tek Adamı olan Erdoğan, şahsi iktidarının 20. yılında yaşanan 6 Şubat depreminde ise, hızlı bir “u” dönüşüyle hedef şaşırtıp, kentsel dönüşümden bahisle; “Bu hayırlı ve hayati gayretimizin her adımında yaşadığımız zorlukları önümüze çıkartılan siyasi ve onun bir parçası haline dönüşen hukuki engelleri en iyi sizler biliyorsunuz…”diyerek (8), bu facianın sorumluluğunu da muhalefete atıyor. Diğer taraftan, öfke ve tehdit dili ile tartışmayı depreme müdahale konusuna kilitleyip; “…kamu otoritesini ele geçirenlerin devlet imkanlarını nasıl kullandıklarının, kırılan ar damarlarının, malzemeden, demokrasiden çalmanın, ahlak hırsızlığının,  hukuk kapkaççılığının, siyaset yankesiciliğinin, kamu yönetimi kalpazanlığının bütün çıplaklığı ile ortaya konmasını…” usta bir siyasi mühendislik hamlesi ile engelliyor.

Denetimsizlik, sorumsuzluk ve kayıtsızlık sonucu tek tek veya toplu ölümlere yol açan tüm iş kazalarında olduğu gibi; doğal afetlerin doğal olmayan sonuçları karşısında da “kader planı” temelli politika ve angajmanları hiç değişmeyen siyasi iktidar; CBHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) ile klâsik demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesini hallaç pamuğu gibi atıp; tüm kamu otoritesini tekeline aldıktan sonra; anayasal demokrasinin kalan kırıntılarını da yok etmekte bir beis görmemiştir. Böylece “devlet benim!” deme aşamasına gelen iktidar; 6 Şubat depreminde de doğal olarak, temel politikaları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Nitekim Erdoğan, 6 Şubat’ın daha birinci ayında yaptığı açıklamada söze girerken; “Deprem bölgesinde hayat tamamen normale dönmeden, bize durmak, dinlenmek haramdır.” deyince (9); bir an seçimin iktidar için  birinci öncelik olmaktan çıkmasının ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken, hemen ardından gelen, “Türkiye’nin, bu afetlerin yaralarını sarması için güçlü bir yönetime, güçlü bir siyasi iradeye ihtiyacı vardır. Bunun için, Türkiye için hemen şimdi diyoruz. Gündem sapmasına yol açacak sürecin geride kalması ve seçim tartışmalarından çıkılması şarttır. Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması bize bu imkanı verecektir.” cümlesi ile, iktidarın seçimden başka hiçbir gündemi olmadığını; daha enkazlar  kaldırılmadan, çadır kentler yağmur göletlerinde yüzerken, yıkılan kentlerde yaşam tamamen durmuşken; depremzedelerin iktidarın sandık hesaplarına kurban edileceği de anlaşılıyor. Böylece, 18 Haziran’da yapılması gereken seçim, yıkımın etkilerinin sandığa daha az yansıyacağı umudu ile tamamen keyfi olarak,  depremin tozu dahi kalkmadan 14 Mayıs’a çekiliveriyor. Bu arada, partili CB Erdoğan’ın üçüncü kez CB adayı olması mümkün değil; ama oluyor. Aday olması için gerekli olan bir üniversite diploması var mı; bilinmiyor, ama daha önce olduğu gibi, yine oluyor. CB ve bakan sıfatları sürerken seçimlerde CB ve milletvekili adayı olmak, adaylık yarışında bu sıfatları ve makamları kullanmak mümkün değil; ama bunlar da oluyor. Tüm bu olanlar Anayasaya, yasalara aykırıymış, ne gam!.. Küçük ortağın dediği gibi; eğer fiili durum anayasa uymuyorsa, anayasa fiili duruma her halükarda uyduruluyor!.. Tabii, siyasi muhalefetin dert etmediği böyle “küçük şeyleri” YSK da hiç dert etmiyor!..

Siyasi iktidarın devlet kurumlarında, camilerde devlet bütçesi ve olanaklarıyla seçim propagandası yapması; muhalefete yönelik linç kampanyalarına, provokasyonlara ve toplu tutuklamalara yol vermesi; kısacası, seçim faaliyeti adına sahada yaşananlar ve yaşanacak olanlarla, sandığı bekleyen tüm tehlikelere rağmen; Tek Adam Rejimini sandıkta yenebileceğine inanan ve kitleleri de buna inandıran nur topu gibi bir muhalefetimiz var.  Bu öyle bir muhalefet ki; şartlar ne olursa olsun; (aslında hepsi demokrasi mücadelesinin kilit açıcı farklı birer varyantı olan) sine-i millete dönmeyi veya seçimleri boykot etmeyi veya sivil itaatsizliği veya direnme hakkını kullanmayı demokrasiye ihanet sanıyor!.. Daha radikal demokratik mücadele yöntemlerini akıllarından geçirmek şöyle dursun, siyasi iktidara bu yönde bir kez olsun ihtarda bulunmayı bile düşünemiyor. CBHS’ye geçişle birlikte pik yapan bunca hukuksuzluğa ve gerçek anlamda gelip dayandığımız beka sorununa rağmen siyasi muhalefetin gözünün sandıktan başka bir demokratik mücadele yöntemini görmemesini bir göz kusuru olarak algılamak tabii ki büyük bir saflık olur. Onlarınki de politik bir tercih nihayetinde. Örneğin; daha kendi içinde demokrasiyi hayata geçirmeyi başaramayan bir Ana Muhalefet Partisinin başını çektiği Millet İttifakının diğer bileşenlerine bakmak bile bu konuda fikir vermek için fazlasıyla yeterlidir. Bu burjuva muhalefet anlayışının politik tercihi sandıkla sınırlı bir demokrasi oyunudur. Sandıktan çıkarlarsa ne âlâ, çıkmazlarsa da kaybettikleri bir şey olmadığından, tahterevalli oyununa devam!.. Bu oyunu bozarsa, demokrasi mücadelesini sandık demokrasisine hapsetmeyenler bozacaktır ancak. Zira sandığı savunmak, seçimlere katılmak başka birşey, mücadeleyi sandığa indirgeyerek, sandık fetişizmi yapmak başka bir şeydir. Sonuç olarak; başta CHP olmak üzere, Millet İttifakı adı altında  toplanan siyasi muhalefetin sandıkla sınırlı demokrasi oyununun en büyük zararı da, sandık demokrasisinin  öğrenilmiş çaresizliğine teslim edilen topluma oluyor. Bizler, göz göre göre çiğnenen en temel haklarımızla birlikte  enkaz altında kaldıkça vicdan, hak, hukuk ve adalet kavramları  anlamını yitiriyor.  Neoliberal düzenin yerli versiyonu olan dolara bağımlı kriz ekonomisi, kentlerimizin enkazı ve ölü bedenlerimizin üzerinde yükselmeye devam ediyor. Bu ölümcül oyun sona ermedikçe; bu “kader planı” da böyle devam edecek. Her daim kaybedeni toplum, kazananı küresel sermaye düzeni olan bu oyunda, siyasi iktidar da kaybettiği meşruiyeti gökte ararken; her ne pahasına olursa olsun oyunda kalmayı tercih eden siyasi muhalefetin verdiği hayat  öpücüğünde bulacak.

Din sosuna bulanmış Neo-Osmanlıcı bu iktidarın bekası; dışarıda küresel kapitalizmin dümen suyunda; içeride ise ebed-müddet iktidarda kalabilmesine bağlıdır. Tabii bunun için, 1923 Cumhuriyeti’nden (yurttaş ve yurttaşlık bilinci dahil) baki kalan ne varsa onun inkarı ve tasfiyesi de zorunludur. Bu süreçte, Cumhuriyet’e ve demokrasiye düşman kim varsa onunla iş tutulması; başta Atatürk olmak üzere kurucu önderlere, ulusal bayramlara ve ulusal simgelere tavır ve saldırıları; Cumhuriyet’in tüm yatırımlarının ve teşebbüslerin haraç-mezat satılması; direnen işçilerden, köylülerden, çevrecilerden, kadınlardan, avukatlardan, doktorlardan, eczacılardan, mühendislerden, mimarlardan, onların Birlik ve Odalarından, Cumartesi Annelerinden, Gezi’den, sosyalistlerden nefretleri; muhalefetin düşmanlaştırılması; mafya liderleri dahil, bedelini ödeyip taşınmaz satın alan her yabancıya ve sığınmacıya vatandaşlık verilmesi; ülkenin göçmen kampına ve çöp toplama merkezine dönüşmesi hep bundandır. Ülkenin şirket, yurttaşın müşteri gibi görülmesi; yasamanın devre dışı kalıp, yargının çivisinin çıkması; cezaevlerinin siyasilerle dolup taşması; kadınların erkeklerce katline, çocuk istismarına seyirci kalınması; geçim derdine düşüp yurt dışında yeni bir gelecek arayan meslek sahibi yurttaşlara “giderlerse gitsinler!” denilerek, beyin göçünün teşvik edilmesi; buna karşın düzensiz göçmenlerden ucuz iş gücü devşirilmesi ve demografik yapının hızla bozulması da hep bundandır.

Kısacası, ülkemiz yokuş aşağı kaygan bir zeminde İstanbul ve 14 Mayıs depremlerine; diğer bir deyişle çifte bir beka sorununa doğru, freni patlamış kamyon misali büyük bir hızla ilerlemektedir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde kalıcılık, ölümsüzlük anlamına gelen “beka” bir devletin toprak bütünlüğünü, ahdi hukukunu ve anayasal düzenini iç ve dış tehditlere karşı koruması suretiyle hayatiyetini devam ettirmesi demektir (10).Devletin hayatiyeti de toplumun varlığına bağlıdır. Zira devlet, doğası gereği ancak o toplumun bireyleri tarafından oluşturulan kurumsal bir varlıktır. O nedenle toplumsuz bir devlet düşünülemez. Sözün özü devlet; (toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal açıdan örgütlenmiş) toplum (millet) tarafından oluşturulan bir tüzel varlık (kişilik) olduğundan, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özdeyişinde de ifade edildiği gibi (11), aslolan devletin değil, insanın/toplumun bekasıdır.

Ancak, devlet aynı zamanda o devlete egemen olan sosyal bir sınıfın (azınlığın) diğer sınıflar (çoğunluk/toplum) üzerindeki baskı/sömürü aygıtı olduğundan, bu gerçeği perdelemek amacıyla (ve ihtiyaç hasıl olduğu sürece) devlete toplumdan bağımsız ve kutsal bir kimlik/kişilik atfedilmiştir. Ardından, egemenler öyle buyurduğu için “toplum” ile “devlet” arasındaki neden-sonuç ilişkisi tersyüz edilerek, devlet toplumun varlık nedeni yapılıvermiştir. Böylece kutsallaştırılan devletin, kulu ya da tebaası olmak dışında topluma başkaca bir seçenek bırakılmazken; “devlet bekası” da  egemenlerin elinde her daim işlevsel bir aparata dönüşmüştür. Dolayısı ile egemen sınıf iktidarları açısından da gerçekte bekası dert edinilen bir devlet ya da, toplum yoktur; yalnızca bu kavram üzerinden kurulan siyasi algı mühendisliği vardır.

Aynen ülkemizde de olduğu gibi…

Evet, bugün ülkemizde de ciddi bir beka sorunu vardır. Ama yaratılan algının aksine bu devletin değil, toplumun beka sorunudur. Zira şu an doğrudan devlete yönelik bir tehdit (içeriden veya dışarıdan) silahlı bir saldırı, veya bir savaş hali bulunmamaktadır. Hal böyleyken, iktidarın  uzun süredir dolaşıma soktuğu “iç ve dış düşmanlar” söylemi ile “devlet bekası”nın tehlikede olduğu algısı yaratılarak toplumun konsolide edilmek ve  muhalefetin de sindirilmek istendiği ortadadır. Ama, algı yönetiminin üstünü başarıyla örttüğü asıl soruna, “toplumun bekası” sorununa gelecek olursak; bu noktada durumun çok ciddi olduğu görülecektir.  Eğer gereken tedbirler ivedilikle alınmazsa, bugün iktidarın bekasını pek “dert ettiği”  devleti de beraberinde sürükleyip götürecek olan, asıl ve en yakıcı tehdit  (hangisinin önce olacağı bilinmez ama) doğanın tetiklediği fay hatlarından veya siyasi iktidarın tetiklediği toplumsal fay hatlarından gelecektir. İşte, toplumun varlığına kasteden bu iki yakın ve açık tehlike önümüzde çözülmeyi bekleyen tek yakıcı toplumsal beka sorunumuzdur. Bu sorunu çözebilecek, en azından 6 Şubat’taki gibi bir felakete dönüşmesini engelleyecek yalnızca iki güç vardır:  Bunlardan birisi devlet, diğeri ise toplumdur. Tabii bunun için de devletin, önce siyasi iktidarın kuşatmasını acilen kırıp, siyasi vesayetten; toplumun da, gaflet uyukusundan artık uyanıp, sandık ilizyonundan bir an önce kurtulması lazımdır. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, toplumdan bağımsız bir varlık olmayan devletin siyasi kuşatmayı kırabilmesi için yurtsever, liyakatli ve namuslu devlet adamlarının, bürokratların, memurların üzerlerindeki siyasi  baskılara ve ağır vesayete göğüs gererek, görevlerini Anayasa ve yasalar çerçevesinde icrada kararlı olmaları; bunun için de, toplumun örgütlü bir güç olarak bir an önce ayağa kalkıp demokrasi ve hukuk talep etmesi zorunludur. Zira, normal şartlarda 14 Mayıs’ta sandıktan çıkacak sonucun ne olacağı tarafsız anket sonuçlarından bellidir. Bu sonucun iktidar tarafından manipüle edileceği de kesindir. Nitekim, İçişleri Bakanının muz cumhuriyetlerinde bile skandal sayılacak “14 Mayıs siyasi darbe girişimidir.”  açıklaması; Tek Adam Rejiminin manipülasyonda sınır tanımadığının ve işleri daha da sertleştireceğinin en açık kanıtıdır. Gelinen noktada, bu sözlerin bile ülkeyi ayağa kaldırmıyor oluşu toplumsal bir bir yara; Rejimin daha nice skandalından alnının akıyla (!) çıkmış kilit görevdeki bu Bakanın istifasını istemenin safiyeti de başka bir yaradır.

Siyasi iktidarın 21 yıldır hiçbir tedbir almadığı Jeolojik fay hatları ile, şu an yüz binlerce insanımızın doğrudan yaşamı, sağlığı, barınma hakkı, ekonomisi, maddi ve manevi varlığı ile geleceği;  iktidarca doğrudan tetiklenen toplumsal fay hatları ile de yurttaşların can güvenliği, her türlü özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, huzur ve mutluluğu; kısacası, her iki fay hattında “toplumun bekası”  tehdit ediliyor.

6 Şubat depreminin ardından enkaz altında kurtarılmayı bekleyen ailesinin, çocuklarının çığlıklarına dayanamayıp, “Nerede bu devlet!” diye haykıran depremzedeye öfke kusan kibirli iktidar sözcüleri karşısında ortaya koyan  spontan tepkilerin dışında, böylesine açık ve yakın olan beka tehdidine toplumdan ciddi bir tepki, itiraz/direnç gelmiyor olması çok dikkat çekicidir. Tam bu aşamada, geldikleri nokta itibariyle kendilerini devlet, toplumu da tebaa olarak gören iktidar sahiplerinin; sadakatten ayrılmayacaklarına namus ve şerefleri üzerine yemin ettikleri (ve halen fiili duruma da uyduramadıkları) Anayasadaki  görev ve sorumluluklarını  hatırlamakta yarar vardır:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç bölümünde;  “Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” (f.6) yazar. “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlıklı 5.maddesinde; “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” diye yazar. “Temel Hak ve Hürriyetlerin Niteliği” başlıklı 12.maddesinde; “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.” derken; “Kişinin Dokunulmazlığı, Maddî ve Manevî Varlığı” başlıklı 17.maddesinde; “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” der. “Sağlık Hizmetleri ve Çevrenin Korunması” başlıklı 56.maddesinde; “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler…” der. “Konut Hakkı” başlıklı 57.maddesinde ise; “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” hükmü yer alır. Anayasanın milletvekili andını düzenleyen “Andiçme” başlıklı 81.maddesi uyarınca da milletvekilleri; “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” diyerek, Anayasaya bağlı kalacaklarına dair namus ve şeref sözü verirler. Anayasanın Cumhurbaşkanı andını düzenleyen 103. maddesi de, -CB’nin üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getireceği vurgusu dışında- bundan pek farklı değildir.

Olaya buradan bakarsak, görünen odur ki; devletin, toplumu oluşturan yurttaşlarına karşı asli görevleri; yurttaşların da aynı çerçevede yine yaşamsal, vazgeçilmez ve devredilemez temel hakları vardır.  Bu haklara “direnme hakkı”da dahildir. Bu hak, devleti oluşturan toplumun, hukuk dışına çıkarak verdiği yetkiyi kötüye kullanan ve dolayısı ile meşruiyetini kaybeden yönetimlere karşı koyabilmesini, o yönetimleri direnerek değiştirmesini öngörür. Nitekim 17. yüzyıldan bu yana anayasa hukukunun konusu olan “direnme hakkı”, 1961 Anayasasının Başlangıcında “Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti..” ifadesinde açıkça yer alır. Aynı bölümün son cümlesinde ise  Anayasa;  “…hürriyete, adâlete ve fâzilete aşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine…” emanet edilerek, bu hakkı yine kimin kullanacağı açıkça hükme bağlanır. 1982 Anayasasında ise; “direnme hakkı” açıkça ifade edilmese bile yine Başlangıç son cümlede; “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” denilerek, Anayasayı koruma görevinin yurttaşlara verildiği ve bu görevin nasıl yerine getirilebileceği de çok açıktır.

Hal böyleyken, devletin asli görevlerini hayata geçirmekle yükümlü olan siyasi iktidar mensupları uyacaklarına dair namus ve şeref sözü verdikleri Anayasa hükümlerine uymamaktadır.  Kaldı ki, bilim insanlarınca şaibeli olduğu açıklanan (12) 2017 referandumuyla geçiş yapılan CBHS  adındaki yeni rejim (yukarıda da ifade ettiğimiz gibi) ne toplumun beka sorununu çözmeye,  ne Anayasaya bağlı kalmaya, ne de iktidarı seçim yoluyla devretmeye  da yapısal olarak uygun değildir. Eşyanın tabiatına aykırı bu imkansızlık halini, bu “sistem” daha referanduma sunulmadan ilk görenlerden biri olan Anayasa Profesörü Dr. Şule Özsoy Boyunsuz bakın bu konuda ne diyor:

“…Bu rejimlerde hegemonyacı partiler, faydacı özellikleri ve patronaj ilişkilerinin yanı sıra seçim bölgelerini kendi seçmeninin yoğunluğuna göre ayarlama ve/ veya seçmen kaydı sahtekârlıkları, muhalefeti taciz gibi demokrasi dışı yöntemlerin de yardımıyla hâkim pozisyonlarını pekiştirmektedirler. Serbest, özgür ve adil olamayan seçimler sonucu iktidarın elde edildiği, basın özgürlüğü bulunmayan bu rejimlerin birçoğu Freedom House ölçümlemelerinde özgür olmayan ya da yarı-özgür ülkeler olarak kabul edilmektedirler. …Kontrol ve denge araçlarından yoksunluk, demokrasiyi yok edecek, yüksek kutuplaşma düzeyi ile uzun vadede yönetilemeyecek, iç ve dış kırılmalara açık, yüksek yolsuzluk düzeyi ile ekonomik kaynakları yağmalanan bir ülke ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak sistem istikrara hizmet etmeyecek, uzun vadede muhtemel ekonomik/ siyasal krizlere gebe olacaktır. …Bu sistemlerde hukuk devleti, kurumsal pratikler ve fikir temelli siyaset yerine, başkanın kendi belirlediği şekilde devletin kontrolündeki ekonomik kaynakları siyasi sadakat temelli olarak bireylere aktarması söz konudur. Başkan bunun karşılığında ekonomik varlıkları kendisine bağlı siyasi elitin sadakatini elde etmekte; böylelikle iktidarına meydana okuyabilecek muhalefetin ortaya çıkışını durdurabilmekte ve aynı zamanda hukuken var olanın çok ötesinde bir iktidar alanına sahip olabilmektedir. Muhalifler ise yine devlet kaynakları kullanılarak sindirilmekte, cezalandırılmaktadır. Bu durum doğrudan ekonomik kaynakların el değiştirmesi noktasına da varabilmektedir. … Örneklerine parlamenter sistemi terk ederek başkanlık sistemine geçen iki Afrika ülkesi Zimbabve ve Gana ile Venezüella, Meksika, Peru, Rusya, Ukrayna’da rastladığımız bu sistemler en iyi ihtimalle yarı-demokratik iklimde seyreden seçimli otoriter yapılar sergilemektedirler. Türkiye devleti ya da toplumu bu seçenekle güçlenmeyecek, tam tersine zayıflamış demokratik kurumlarının ölüm fermanı imzalanmış olacaktır.” (13).

Nitekim, içinden geçtiğimiz şu günlerde Özsoy’un bilimsel öngörülerinin (özellikle yukarıda aktarılan fay hatları ekseninde) birebir doğrulanmış olanlarından hareketle; kalan öngörülerinin de 14 Mayıs seçimleri ile birlikte doğrulanma ihtimali maalesef kuvvetle muhtemeldir. Siyasi iktidarın, sandığı CBHS ile daha baştan kuşatmakla kalmayıp; sair yasal düzenlemeler, devletin tüm kurum, kadro ve olanakları, yandaş medyada, trol ağları, Diyanet İşleri Başkanlığı, camiler ve inanç üzerinden yürüyen o büyük propaganda aygıtı ile sahayı ve hakemliğini ele geçirdiği; oyunun kurallarını istediği zaman, istediği şekilde değiştirebildiği bu kadar açıkken; “hak, hukuk, adalet” diyen siyasi muhalefetin toplumsal beka sorununa dönüşen bu tablo karşısında daha radikal bir tavır ortaya koyması ve toplumla gerçek anlamda buluşması gerekirken; “Biz Erdoğan’ı sandıkta yeneceğiz!” mottosu ile sandığa kilitlenmesi; böylesi bir adaletsizliğe ve hukuksuzluğa (daha önce de defalarca yaptığı gibi) meşruiyet kazandırmasının siyasi ve ahlaki sorumluluğu bir yana; Anayasanın bu şekilde delinmesine ortak olduktan sonra, CB veya milletvekili seçildiniz diyelim. Daha önce Anayasaya sadakat  yemininizin gereğini yapmadığınıza göre; bundan sonraki  yeminlerinizin ne anlamı kalacaktır?  Peki, seçimi siz kazanmışken, YSK çıkıp rakibinizin kazandığını bir şekilde ilan ederse; ya da trafoya yine kedi girse; ya da “Hiçbir şey olmadıysa, kesin bir şey olmuştur!” denilerek, bir kez daha sandık kaçırılır ve “Atı alan Üsküdar’ı geçerse!”;  yine “Adam kazandı!” deyip, sonucu sineye mi çekeceksiniz? Ya da her şeye rağmen sandıktan bileğinizin hakkıyla çıkıp “darbeci” suçlamasıyla tutuklandığınızda ne yapacaksınız? Toplumun buna ne tepki vereceğini kestirebiliyor musunuz? Kestiremiyorsanız,  o zaman, sandıktan başka bir mücadele yöntemi önermediğiniz, size önerildiğinde  de “Aman provokasyona meydan vermeyelim.” diyerek, toplumun öğrenilmiş çaresizliğine olan katkınızı anımsayın. Tabii bir de sarı öküzün hikayesini…

 

 

 

 

Dipnot:

(1) https://www.dunya.com/ekonomi/turkonfedden-kahramanmaras-depremleri-raporu-ekonomiye-etkisi-ne-olacak-haberi-685543

(2) https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-erdogan-biz-bu-sehre-ihanet-ettik-hala-da-ihanet-ediyoruz-40618271

(3) Aslında bu kayıtsızlık hâli bugünkü iktidarla sınırlı da değildir. Cumhuriyet’le birlikte kapitalist kalkınma yolunu seçen kurucu elitin desteğiyle palazlanıp Batı’nın sermaye düzenine resmen entegre olan egemen burjuvazinin 50’li yıllarda ithal ikameci modele geçişiyle birlikte, kırdan şehre göçle başlayan plansız kentleşme sürecinin sınıf sömürüsüne dayalı planlı bir sonucudur. Bu kayıtsızlık hâli, Türkiye’nin 60’lı yılların ikinci yarısından sonrasına, 7 ayrı hükümette 10 yıldan fazla başbakanlık, 7 yıl da cumhurbaşkanlığı yaparak, sermaye sınıfı adına damga vuran Süleyman Demirel’e ithaf edilen şu popülist sloganla da ifade edilebilir: “Bize plan değil, pilav lazım.”

(4) https://www.diken.com.tr/erdogan-bir-yil-once-iskenderundaki-bazi-bolgelerde-afet-riski-kararini-kaldirmis/

(5) https://kisadalga.net/haber/detay/erdoganin-2019daki-imar-barisi-sozleri-gundem-oldu_56457

(6) https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/son-dakika-cumhurbaskani-erdogandan-aciklamalar-2070902

(7) https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-2003-bingol-depreminde-soyledikleri-hafizalarda-olay-kader-diye-gecistirilemez

(8) https://www.ahaber.com.tr/galeri/gundem/muhalefetin-kentsel-donusum-karsitligi-baskan-erdogan-bu-video-ile-gozler-onune-serdi/3

Bu haberden de görüleceği üzere, iktidarın kentsel dönüşüm adı altında halkın malına devlet zoruyla çökme operasyonuna karşı verilen hukuk mücadelesi yargıda kazanılsa da, bu kararları kale almayan idarenin operasyonlarını engellemedi. Bu hukuk mücadelesi dahi, CB Erdoğan tarafından, 6 Şubat’ın sorumluluğunu muhalefete yüklemenin gerekçesi yapılmıştır.

(9) https://www.sabah.com.tr/gundem/2023/03/07/baskan-erdogandan-bizim-tek-gundemimiz-deprem-mesaji-turkiye-icin-hemen-simdi-diyoruz

(10) vikisözlük https://tr.m.wiktionary.org/wiki/beka

(11) Bu özdeyişin içinde geçtiği “Osman Bey’e Nasihati”, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna manevi önderlik eden, Osmanlı’nın fikir babası Şeyh Edebali’ye mal edilse de bunun gerçekle bir ilgisi bulunmamaktadır.

(12) https://www.birgun.net/haber/bilim-insanlari-referandum-sonuclari-bilimsel-olarak-da-saibeli-162389

(13) https://hukukdefterleri.com/yeni-anayasada-onerilen-turk-tipi-baskanlik-sisteminin-karsilastirmali-bir-analizi/

print