David Harvey’e Sorular: “Sermaye ve Anti-Kapitalizm Üzerine”

“Mekan” ve “kent” alanındaki çalışmalarıyla tanınan ve kitaplarının büyük bir bölümünün çevrilmesiyle birlikte Türkiye okurundan da oldukça ilgi gören Marksist coğrafyacı David Harvey 2001 yılından bu yana New York Şehir Üniversitesi’nde çalışıyor. Sermaye birikim ve dolaşım süreçleri ile coğrafya arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşan yazarın Türkçedeki kitapları şu şekilde sıralanabilir: “Post- modernliğin Durumu”, Metis Yayınları; “Sosyal Adalet ve Şehir”, Metis Yayınları; “Umut Mekanları”, Metis Yayınları; “Asi Şehirler”, Metis Yayınları; “Marx’ın Kapitali için Kılavuz”, Metis Yayınları; “Paris, Modernitenin Başkenti”, Sel Yayıncılık; “Sermaye Muamması”, Sel Yayıncılık; “Sermaye Mekanları”, Sel Yayıncılık; “Neolibera- lizmin Kısa Tarihi”, Sel Yayıncılık; “On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu”, Sel Yayıncılık; “Kent Deneyimi”, Sel Yayıncılık; “Sermayenin Sınırları”, Yazılama Yayınevi; “ Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları; “Kozmopolitlik ve Özgürlük Coğrafyaları”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları; “Marka Bilmecesi”(Duncan Bruce ile birlikte), Türkiye İş Bankası Yayınları.

Profesör Harvey’e, yoğun programı arasında cevaplama nezaketi gösterdiği, sermayenin çelişkileri ve kapitalizme karşı mücadele üzerine -hukuku ve Türkiye’yi de içine kattığımız- şu altı soruyu yönelttik:

Türkçeye çevrilen son kitabınız On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu (Seventeen Contradictions and The End of Capitalism) ile başlayalım. Kitabın başlığı her ne kadar ilk bakışta kapitalizmin sonunu getirecek olan çelişkilerinin sıralanarak ele alındığı izlenimini uyandırsa da aslında kapitalizmin değil sermayenin (kapital) çelişkilerini inceliyorsunuz. Çelişkileri ise “temel”, “hareketli” ve “tehlikeli” olarak üç gruba ayırıyorsunuz. Peki kapitalizm ve sermaye arasındaki bu ayrımın, çelişkilerin yıkıcı potansiyellerini belirleme noktasındaki önemini nasıl anlamamız gerekiyor?

Söz konusu ayrımı açıklamak için bir analojiye başvuruyorum. Kapitalizm zaman ve mekanda yolculuk eden büyük bir okyanus gemisi gibidir. Sermaye (kapital) ise gemiyi çalıştıran motor. Eğer motor durursa gemi su üzerinde kontrolsüz bir biçimde hareketsiz kalır ve geminin üzerindekilerin hayatı riske girer. Ben neyin yanlış gidebileceğini anlamak için motoru incelemek istedim. Bunun içinse geminin içinde ve etrafında meydana gelen diğer her şeyi soyutlamak zorundaydım. Bizler doğa bilimlerinin başvurduğu türden deneyler yapma lüksüne sahip değiliz. Bunun yerine soyutlamanın [abstraction] sahip olduğu gücü kullanmak zorundayız. Kapital’in üç cildi de esas itibarıyla, kapitalizmin tarihini etkilemiş her çeşit kritik özelliği soyutlar. Kapitalizmin doğuşundan önce de var olan ve onun tarafından devralınan ırk, patriarki, din vs., sermaye tarafından kullanılmış ve dönüşüme uğratılmıştır. Fakat Marx’a göre bu kategoriler sermayenin hareket yasalarının, kendisini pratikte ortaya koyan çalışma biçimini derinden etkileyen koşullarla (ırksal çatışma gibi) karşılaşırken bile saf bir ekonomik sistem olarak sermayenin hareket yasalarını anlamada bize yardımcı olmaz. Dolayısıyla ben motorun bozulmasının kapitalizmin sonu anlamına geleceğini hatırda tutarak Marx’ı takip etmeye ve sermayenin iç çelişkileri hakkında yazmaya çalıştım. Kapitalizmin sona erebileceği ve motorun dışsal nedenlerle işleyişinin durabileceği (nükleer savaşlar ya da ekolojik felaketler gibi) başka birçok yol tabi ki vardır; fakat çalışmamı -Marx’ın yaptığı gibi- sermayenin iç çelişkileriyle sınırladım.

Peki sermayenin çelişkileri üzerinde yükselen mücadelelerin hukuki-yasal yollarla yürütülen boyutlarının stratejik anlamı ne olabilir? Örnek verecek olursak; tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de doğanın sermayeleştirilmesinin önünün kesilmesi için açılmış birçok dava var. Bu gibi hukuki prosedürlerin sermaye birikiminin iç çelişkilerinin yıkıcı potansiyeli üzerinde ne gibi bir etkisi var sizce?

Anti-kapitalist mücadele birçok biçim alabilir. Ben mahkemelerde sonuçlanan mücadele tipi konusunda pek hevesli değilim. Bunun iki nedeni var. İlki, özellikle de temyiz söz konusu olduğunda oldukça uzun zaman alması; ikinci ve daha önemlisi ise yargısal hükümleri yönlendiren özel mülkiyeti ve bireysel hakları kayırma/koruma eğilimindeki burjuva hukuku tarafından belirleniyor olması.

“Sermayenin gücüne karşı sağlam bir muhalefet oluşturma becerisi” bağlamında, radikal sol hareketin devamı ve yerel aktivizme karşı eleştirel bir tutumunuz var. Bu bağlamda “kavranması neredeyse imkansız bir” post-yapısalcı düşünce altında toplanan solun, “iktidarı almadan dünyayı  değiştirmeye çalıştıkça (…) kapitalist sınıfın dünyaya serbestçe hükmetme becerisine meydan okuyacak hiçbir kuvvet” oluşturamadığını ifade ediyorsunuz. Böyle düşünmenizin sebebi nedir?

Bazı iyi ve kötü nedenlerle solun büyük bir bölümünde devleti dönüştürücü bir aygıt olarak kullanma konusunda derin bir şüphe söz konusu ve buna siyasal parti ve sivil toplumdaki örgütlenmenin kolektif biçimlerinin eleştirisi eşlik ediyor. Dünyanın belli bir bölümünün geçmiş tecrübeleri insanları (yine iyi ve kötü nedenlerle) sosyalizm ve komünizme dair düşüncelerden vazgeçirdi. Sonuç olarak günümüzün anti-kapitalist politikası çoğunlukla yataylık ideali, özerklik düşüncesi ve benim ideolojik olmayan [non-ideological] kültürel anarşizm dediğim şey tarafından canlı tutuluyor. Böyle bir politikanın sınırlarını ve gerekli bir biçimde böylesi sınırlı stratejilerin yeniden değerlendirildiklerini açıkça görüyoruz.

Neoliberalizmin Kısa Tarihi’nde neoliberalleşme sürecinin ifade ettiği değişimlerin gerçekleşebilmesi için halkın siyasi rızasının inşa edilmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Rızanın temelini ifade etmek içinse Gramsci’nin sağduyu kavramını hatırlatıyorsunuz. Burada dikkatimi çeken şey sağduyu [common-sense] ile “zamanın meselelerinden eleştirel bir şekilde inşa edilebilen” aklıselim [good- sense] arasında yaptığınız ayrım. Kapitalizme karşı mücadele açısından, aklıselim ile sağduyu arasındaki ayrımın anlamı ne olabilir?

Politik sorunlara dair sağduyuya dayanan bir çözüm sermayeye karşı mücadelede kullanılan bir ve tek “sihirli mermi”nin bulunduğunu varsaymak demektir. Fakat anti-kapitalist hareketin birbirinden farklı eylem alanlarında eş zamanlı ve stratejik bir biçimde yürütülmesi gerektiğini öğrendiğimizi düşünüyorum.

Bildiğiniz gibi Türkiye’de Temmuz aynı içerisinde gerçekleşen darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hal geçtiğimiz günlerde üç aylığına uzatıldı. Fakat olağanüstü halin otoriter uygulamalarına rağmen “demokrasi” kavramı hakkında birçok siyasi slogan kamusal alanda yer alabiliyor. Siz böylesi sloganlara tam da siyasi rızanın inşası doğrultusunda neoliberalizmin “belirli stratejilerinin” maskelenmesi bağlamında başvurulduğunu söylüyorsunuz. Bu bağlamda Türkiye’deki olağanüstü hali nasıl yorumlarsınız?

Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu karşılayacak bir cevap vermek benim için oldukça zor. Fakat genel bir kural olarak söyleyecek olursam; siyasi sloganlara başvurmak kimi zaman üretken politik müdahalelerin imkanını insanlara hatırlatmak ve canlandırmak için kullanışlı olsa bile bunların çözüm olarak ele alınmalarına karşı daima temkinli olmalıyız.

Son olarak, kapitalizme karşı direnişi organize etmek açısından, üretimin mekanında yaşanan yapısal değişim (fabrikadan şehrin her alanına) ne anlama geliyor?

Ben her zaman yaşam alanlarındaki mücadeleyi üretim noktasındaki mücadeleler kadar önemli gördüm. Bu iki perspektif arasındaki koalisyonlar insanları ortak bir politik ajandanın etrafında bir araya getirme noktasında bilhassa güçlüdür.

 

Teşekkür ederiz.

print