Yıllardır sıradan haberler arasında bir iki satırla geçiştirilen, son dönemde ise, etkinliğin Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na alınmasıyla iktidara biat seremonisine dönüşen Yargıtay’ın adli yıl açılış töreni bu yıl kamuoyunda büyük ilgi odağı oldu. Bunun en önemli nedeni, şüphesiz, Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun bu törene katılacak ve konuşacak olmasıydı. Feyzioğlu (dolayısı ile TBB), kendisine daha önce de konuşma hakkı verilmiş olmasına rağmen, görevinin gerektirdiği yasal ve ilkesel nedenlerle bu törene katılmazken, bugün ne olmuştur da aniden Saray’ın yolunu tutmuştur. Bu kararı protesto eden barolar, protestoculara verilen cevaplar, Feyzioğlu’na odaklanan iktidar medyası ve konunun sürekli yargı reformu üzerinden köpürtülmesi kamuoyunun ilgisini artıran nedenlerdir.
Oysa 2016 yılında, yine Saray’da yapılan adli yıl açılışına konuşmacı olarak çağrıldığı halde daveti reddeden TBB Başkanı o gün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarından yola çıkarak yaptığı açıklamada; “Yargının adil olması kadar, adil görünmesi gerektiğine” vurgu yaptıktan sonra; “Yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını ulusal ve uluslararası kamuoyunda sorgulatarak zarar verebilecek bir organizasyonu doğru bulmayacağımızı… dile getirmiştik… Yönetim Kurulumuz, 2016- 2017 Adli Yıl açılış törenine Türkiye Barolar Birliği’nin katılmamasına karar vermiştir. Bu kararımız, tamamen yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki hassasiyetimizden kaynaklanmaktadır.” diyerek1 ilkesel bir duruşla o davete icabet etmemiştir. 2018-2019 yılı açılışında da bu duruşunu bozmayan Feyzioğlu; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adalet savaşçılarının omuzları üzerinde durduğunu ifade ettikten sonra; “...Anayasamız; yargının bağımsızlığını, tarafsızlığını ve güvenilirliğini sistemsel olarak sağlamaktan uzaktır… Mevcut anayasal düzenlemede, aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olan cumhurbaşkanının, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamakla görevli olan Hakimler ve Savcılar Kurulunun üyelerinin önemli bir kısmını tek başına, kalan kısmını da TBMM aracılığıyla ataması, maalesef yargıyı siyasetin etkisine açmış durumdadır. Hâkim ve savcılarımızı güvenceden yoksun bırakan bu yanlış düzenleme, vatandaşlarımızın da hukuk güvencesinin altını boşaltmaktadır… Yabancı devletlerin yargısal bir konuda Cumhurbaşkanı ya da bakanları tehdit eden saygısız girişimlerini asla kabul etmiyoruz… Fakat yargıyı siyasetin etkisine açan mevcut anayasal düzenleme, bu saygısızlıklara mazeret oluşturmaktadır. Bu gerçeğin, Milletimiz ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bilinmesini zorunlu görüyoruz…” diyerek; Anayasada yapılan değişikliklerle, yargının bağımsızlığının, tarafsızlığının, güvenilirliğinin yanı sıra hâkimlik/savcılık teminatının da ortadan kalktığını, bu durumun ise yargıyı siyasetin ve yabancı devletlerin etkisine açtığını belirterek; sorunun çok daha derinde ve yapısal olduğunu gösteren tarihi bir saptama yapıyordu. Ardından da; “Yargıyı bağımsız, tarafsız ve güvenilir kılmayan hiçbir düzenleme, yapısal da değildir, reform da değildir.” diyerek, bugünkü reform tartışmalarını da bitiren çok ciddi bir ölçüt ortaya koyuyordu. Bu ölçüt, toplumun adalet ve yargı konusundaki beklentileri üzerinde kurgulanan tüm politik hesapları bozacak niteliktedir. TBB, Feyzioğlu’nun saptamasıyla, asli görevini yerine getirmiş; her türlü manipülasyona açık bu hassas konuda, kendisi de dahil, tüm kurumları bağlayacak şekilde geleceğe de mührünü vurmuştur. İşte bu nedenle; (ne acı ve ibret vericidir ki) tarihe onur verici bu mührü vuranlardan biri olan ve bugün yüz seksen derece dönerek, kendi geçmişini ve hukuka bakış açısını inkar eden Feyzioğlu’nun; bizi, sırf iktidarın yargı reformu yaptığına inandırmak için, “yeni” Yargı Reformu Strateji Belgesine, tiyatral coşku ve alkışlar eşliğinde verdiği büyük destek, bu mührün ikna edici gücü karşısında tuzla- buz oluyordu. Ama o yine de, girdiği çıkmaz sokakta yoluna devam ediyordu.
Gerçekten de, çok değil, tam bir yıl sonra, 2019-2020 adli yıl açılışına gelindiğinde Feyzioğlu, toplumun ve temsil ettiği camianın gözlerinin içine baka baka, yapısal hiçbir değişiklik içermeyen Yargı Reformu Strateji Belgesi için; “Dünyada, ‘Türkiye bu konuda ciddi değildir, oyalama taktiği içindedir, hukuk devletini güçlendirme niyeti yoktur, demokrasiden sapmıştır.’ diyenlere tokat gibi cevap olacaktır.” şeklinde.2, çok sert bir “u” dönüşüyle, TBB’nin tüm müktesebatı ile birlikte kendisini de inkar ederek; temsil ettiği kurumun mührünü de, tüm saygınlığını da -barolardan ve kendi delegasyonundan izinsiz- söküp atıyordu. Başkan, iktidarın üçüncü kez piyasaya sürdüğü kozmetik “reform” belgesine bu kez “Demokrasi Manifestosu” muamelesi yapıyordu. Tabii TBB, içine düştüğü -tamamen kendini inkâra dayalı- bu trajikomik hamle ile de asıl tokadı kendisine atıyordu.
TBB, asli görevlerini, hukuka bakış açısını, tarihsel ve ilkesel duruşunu, kendi yorum ve kararlarını inkâr etme pahasına, hızlı bir şekilde “normalleşirken”; ülkemizde demokrasi adına kalan son direnç noktalarına indirilecek yumruk olduğunu bile bile, kendisine uzatılan iktidar elini sıkmakta hiç tereddüt etmiyordu. Dün, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adalet savaşçılarının omuzları üzerinde durduğunu” savunan “adalet savaşçısı” Feyzioğlu bugün; adalet/hukuk yetmezliğinden ve geçim derdinden bitap düşmüş avukatlara ve topluma, “kavgadan” (yani mücadeleden) vazgeçerek “normalleşmeyi” (yani teslim olmayı) öneriyordu. Bu halisane (!) öneri ile ulaşılmak istenen hedef de, önerinin kurgusu içinde yatıyordu. Bu kurguya göre tablo aynen şudur: Bir tarafta toplumsal barış ve huzur için elini uzatmış bekleyen gayet munis bir iktidar; diğer tarafta ise, kavgadan beslenen tuzu kuruların (ki, siz buna toplumsal muhalefet de diyebilirsiniz) “sıkılı yumruğu” yüzünden, bir türlü “normalleşemeyen” bir toplum!.. “Adalet savaşçısı” Feyzioğlu’nun önerisi ile yaratılmak istenen algı aynen budur. Tabii toplum bu gergin, kavgacı haliyle iktidarın elini sıkamayacağından, bu işi de, vatanı için canını ortaya, elini taşın altına seve seve koyan TBB Başkanı yapacaktır!.. İktidarın “ileri demokrasisi” ve “Türkiye ittifakı” için kilidi açacak anahtar şimdi odur!.. TBB Başkanı Feyzioğlu’nun, 15 Temmuz (2016) darbe girişiminden sonra yaptığı Saray ziyaretinde, “Darbeyi dünyaya anlatacağız.” söylemiyle başlayıp; 2019-2020 adli yıl açılışında, “Normalleşiyoruz… Geleneğe dönüyoruz…” diye, koşturarak katıldığı Saray’daki biat törenini ile tamamlanan zaman dilimi içinde hukuk savunuculuğundan toplum mühendisliğine evrilen hızlı dönüşümünün bedelini, başta avukatlar ve barolar olmak üzere tüm toplumun ödeyeceği muhakkaktır. Bu nedenle, TBB Yönetim Kurulu’nun bu gidişe itiraz eden ama azınlıkta kalan üyeleri ve TBB delegasyonu başta olmak üzere; 79 baro ile 125 bin avukatın cübbelerini önlerine koyup, “Biz nerede yanlış yaptık!” diye (çuvaldızı kendilerine batırarak), samimiyetle düşünmesi de şarttır. Ülkemizde anayasal güvence altındaki Cumhuriyet, laik ve sosyal hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkesi berhava edilerek, “tek adam” rejimine geçirilirken, ilk ayağa kalkması gereken hukukçular olmalıdır. Hâl böyleyken; eleştiri ve durum tespiti yapmaktan, tarihe not düşmekten başka bir şey yapmayan TBB ve baroların bugüne kadar süreklilik arz eden örgütlü bir duruş ve mücadele programı ve pratiği ortaya koy(a)madıkları gerçeği tüm çıplaklığıyla orta yerde durmaktadır. Böylesi bir zeminde doğal olarak iktidarın; Anayasa’da tarif edilen cumhuriyetin, hukuk devletinin ve demokrasinin reddi üzerine kurulu ideolojik müktesebatı, politik ve siyasi angajmanları, dinci söylemi ve icraatları ile 1923’ün rövanşı niteliğindeki 2023 hedefleri nedeniyle; algı yönetimi ve palyatif ihtiyaçlarına uygun yüzeysel birtakım düzenlemeler dışında; kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda hiçbir adım atmayacağı da açıkça ortadadır. Sorunun kaynağı olanların çözümün öncüsü veya paydaşı olması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Mevcut rejimi ve parlamenter sistemi birkaç hamlede tasfiye edebilme, KHK’ler, CBK’ler ve torba yasalarla, hukuk düzenini ve yargıyı bir gecede hallaç pamuğu gibi atabilme becerisine sahip iktidarın; bunca zamandır, yargı reformu yap(a)mamasının mantıkla açıklanabilecek başkaca hiçbir izahı yoktur. Üstelik bu reformları yapacak olan “tek adam”dan ibaret iktidarın elini tutan da yoktur. Toplumda önce beklentiye ve ardından hüsrana yol açan, belgeleri ve paketleri havada uçuşan bu reform girişimlerinden sonuncusu, bugün hayata geçirilse bile (ki, kısmen de olsa bu artık mümkündür) örneğin; bu paketle tıka-basa dolan cezaevleri (yeni konuklarına yer açmak için) boşaltılacak; avukatların ağzına bir miktar bal çalınacak; arabuluculuk, uzlaşma ve “alternatif çözüm yolları” vb. yargı dışında adalet dağıtma kanalları açılacak; “yargıda hedef süre” saçmalıklarıyla, yargı güya hızlandırılırken, aynen hızlı tren gibi, adalet treni de iyice rayından çıkarılacaktır. Sonuç olarak, bu son paket; elimizden tamamen kayıp giden “kuvvetler ayrımını”, (göreceli de olsa) “bağımsız ve tarafsız yargıyı”, hâkimlik/savcılık teminatını geri getirmeyecektir. Ama, bu paket sayesinde “yargı biraz daha özelleşirken, hukuk da biraz daha piyasalaşacaktır.”3.
Sonuç olarak; iktidar partisi tarafından AB sürecini yönetmek, biriken toplumsal gerilimi azaltmak ve 31 Mart yerel seçimlerinde kaybettiği büyükşehirleri ve oyları; parti içi çatışmaları, ihraçları ve istifalarıyla biraz daha sarsılan meşruiyetini yeniden kazanmak; hepsinden de önemlisi; “sandık demokrasisinin” irtifa kaybından sonra; yeni rıza üretim aracı olan “beka” sorunu üzerinden, düşmanlaştırdığı muhalefetin belini kırarak, “Türkiye ittifakı” hedefine ulaşmak adına bir kez daha gündeme getirilen “Yargı Reformu”nun son paketi, göze ve kulağa hoş gelen bazı düzenlemelerle, toplumda nispeten bir rahatlama sağlasa da; açıklanan nedenlerle yargıyı hiç bir şekilde yürütmenin kontrolünden çıkarmayacak ve demokratik bir dönüşümün kapısını aralamayacaktır.
Dolayısıyla, bu düzenleme sistemde yapısal bir değişiklik yaratmayacağından, bir reform da olmayacaktır. Kaldı ki, egemen sınıfların restorasyon aracı olarak yapısal dönüşümleri işaret eden reformlar dahi, günümüzde kapitalizmin global ve/veya yerel çöküşüne çare olamayacaktır.
İşte bu nedenle; ülkemizde, iktidar bir yandan, yargı reformu niyetini ve kararlılığını birtakım stratejik belgeler ve paketlerle ortaya koyarken; diğer yandan da hukuksuz icraatlarına tam yol devam edebilmektedir. Örneğin; seçim süreçlerini yönetmekle görevli YSK, yasal mevzuataveemsalkararlarınaaykırıdaolsa, her daim iktidar partisi lehine kararlar vererek seçimlerin kaderiyle oynayabilmektedir. OHAL KHK’leriyle mevcut yasalara işlendiği için OHAL kalksa hükmünü halen sürdürebilmektedir. Aynı KHK’lerle meslekten ihraç edilenler yargıda aklandıkları halde görevlerine geri dönememektedir. Meslekten ihraç edilen kıdemli hâkim ve savcıların yeri (çoğu AKP’li) kıdemsiz avukatlarla doldurulabilmektedir. FETÖ ile bağlantılı davalarda, suç tarihi “17-25 Aralık milattır” diyen iktidarca belirlenebilmekte; yasa değişmediği halde terör suçlarında ispat yükü sanık aleyhine fiilen yer değiştirebilmektedir. Meslekten ihraçlarda yargı denetimi fiilen devre dışıdır. Çoğu terör suçlarında iddianameler kolluk fezlekesine bakılarak yazılmaktadır. Soruşturma aşamasında, şüpheli/sanık lehine deliller toplanmazken; avukatlar eşi benzeri görülmemiş savcılık kararlarıyla duruşmalardan men edilmekte; duruşma salonlarından atılmakta ve tutuklanabilmektedir. Siyasi davalara bakan avukatlar müvekkilleriyle özdeşleştirilerek olmayan deliler ve CMK’nın yüz karası “gizli tanık” ifadeleriyle tutuklanmakta, terör örgütü üyeliği kapsamında hukuksuz olarak yargılanıp mahkûm edilebilmektedir. Adliyelerde basın açıklaması yapan avukatlar, polis tarafından yerlerde sürüklenmekte, kemikleri kırılmakta ve üstüne de sanık olarak yargılanmaktadırlar. Cezaevi kampüslerinde mahkemeler kurulmakta; kuvvetli suç şüphesi bir yana, suçluluğa ilişkin somut delil olmadığı halde üç seneyi aşan tutukluluklar cezaya dönüşmekte; sulh ceza hâkimlikleri otomatik tutuklama ve tekzip merkezleri gibi çalışabilmektedir. Cumhurbaşkanı’na hakaret davalarında patlama yaşanırken; Cumhuriyet savcıları Cumhurbaşkanı’nın siyasi kimliğine yönelik eleştirileri de Cumhurbaşkanı’nın kimliğine yapılmış hakaret olarak kabul edip seri halde davalar açabilmektedir. 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin davalara mağdur ve müştekilerinin hazırladığı raporlarla, keşif yapılmadan ve deliller toplanmadan sonuca gidilmekte; Yargıtay’ın aynı konudaki emsal beraat kararları hiç dikkate alınmadan mahkûmiyet kararları verilebilmektedir. Yargının ev sahipliğindeki adli yıl açılışları suçu ve suçluyu tarif etmete kelini fiilen eline geçiren yürütmenin Sarayı’na taşınırken; adli yıl açılışı yapabileceği bir salondan dahi yoksun bırakılan yargı, yer darlığı gerekçesi ile adli yıl açılışı için Saray’a taşınırken; hâkim ve savcıların açılışa katılmaları da zorunlu tutulabiliyordu. Yürütmenin “yeni nesil suç örgütü” diye tarif ettiği FETÖ’yü ve işlediği suçluları araştırmak için düzenlenen çalıştaylara, halihazırda bu davalara bakmakta olan yargı üyeleri de davet edilmek suretiyle, bu tür suçlarda, “delil toplanmadan sonuca gidilebileceğine” ilişkin prensip kararları alınarak; yasalar ve Yargı Etiği İlkeleri alenen çiğnenebilmektedir. Yürütmenin temsilcileriyle birlikte çay toplamakta sakınca görmeyen yargı üyeleri de yürütmenin başı olan partili Cumhurbaşkanı’nın önünde esas duruşa geçerek cübbelerinin olmayan düğmelerini ilikleyebilmektedir. Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK’lerinin kapsamını aşan hukuksuz meslekten ihraçlarla, kendi içtihadını yok sayarak yol verirken; haksız tutukluluğa ilişkin (ivedi bakması gereken) bireysel başvuru dosyalarının kapağını da yıllarca açmayabilmektedir. Ağır ceza mahkemeleri de, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını yok sayarak, bir gün önce tahliye ettikleri sanıkları ertesi gün yeniden tutuklayabilmektedir. Bir davada, daha yüksek ceza alan sanıklar yönünden temyiz süreci işlerken; daha düşük ceza alan sanıklar yönünden verilen cezalar istinaftan geçerek kesinleşmekte; fazla ceza alanlar serbestçe temyiz sonucunu beklerken; az ceza alanlar da cezaevinin yolunu tutabilmektedir. Yargı ise derhal çözebileceği bu sorun için aylarca bekleyebilmektedir4. Öte yandan Cumhuriyet- Sözcü Gazeteleri, Rahip Brunson, Metin Yücel, Eren Erdem, Canan Kaftancıoğlu vb. davaların üzerine dış ülkelerin ve siyasetin gölgesi düşerken; FETÖ ile iltisaklı olduğu bilindiği halde iktidara yakın oldukları için haklarında dava açılmayan, iltisaklı olmadığı halde sırf muhalif oldukları için yargılanan kişiler ve en çok da gazeteciler yönünden ortaya çıkan dengesiz ve tutarsız yargı tablosu kamu vicdanını kanatırken; iktidar bu sorunlara tamamen kayıtsız kalırken; reform paketleri de hiçbir derde çare olamıyordu.
Bu arada, kuruluşunun 50. yılını kutlayan TBB’nin onayı ile Feyzioğlu’nun canını dişine takarak (!) katkı sunduğu ve sahiplendiği Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin, ülkeyi sanki hukuk devletine doğru uçuracak “mış” gibi davranmasına; iktidara biat törenine dönüşen adli yıl açılışına her ne pahasına olursa olsun katılarak, bir “altın vuruşla” savunmayı çökertme girişimine avukatlar çok tepkilidir. Başkanın bu hedefe ilerlerken kullandığı hamaset dili ne kadar etkili olsa da, bu dilin hangi gerçeğin üstünü örtmekte olduğu da apaçık görülmektedir. Bugüne kadar halının altına süpürerek görmezden geldiğimiz, çözümü uğrunda örgütlü mücadele vermekten kaçındığımız tüm sorunlar Feyzioğlu’nun şahsında TBB olarak ete-kemiğe bürünüp karşımıza dikilmiş bulunmaktadır. Tam da bu noktada, (her nedense) bu yıl ilk kez açılışa davet edilen il baroları arasından (kahir ekseriyeti temsil eden) 52 baronun Feyzioğlu’nun katılma kararını eleştirerek, davete katılmayacaklarını açıklamaları üzerine başlayan eşitsiz tartışma da iktidar cenahının bu barolara ağır ithamlarla saldırması karşısında tamamen sessiz kalan (hukuk devleti adına yargının son sağlam kalesi olan) savunmanın (TBB yönetimi de dahil) kurumsal iradesinde Feyzioğlu ile başlayan ve başını onun çektiği kimlik ve irade bölünmesi oldukça dikkat çekicidir. Bu bölünmenin baş mimarı ise Feyzioğlu’ndan başkası değildir.
İşte bu, iktidar cenahının uzun bir süredir beklediği bir süreçtir… 15 Temmuz’a kadar yüzüne bile bakmadıkları Feyzioğlu’na birdenbire büyük bir teveccüh göstermelerinin tek nedeni budur. İktidar medyası, açılışta yalnızca 15 dakika konuşacak olan Başkan’a, eleştirilere “cevap hakkı” adına günlerce ve saatlerce konuşma imkânı vermiş; Başkan da bu fırsatı, Yargı Reformu Strateji Belgesi için bir piar faaliyetine çevirerek (TBB’nin, ilkesel duruşundan neden döndüğünü anlatmak yerine) Belge’nin hikmetlerini (!) anlatmaya koyulmuştur. Feyzioğlu’nun Strateji Belgesi üzerinden yaptığı iktidar güzellemesi, aslında, aynen 2010 referandumundaki “yetmez ama evet” kampanyası gibi, etkili bir kampanyaya dönüşmüştür. Başkan bu “görevini” hakkıyla yerine getirirken; muhalif barolar da iktidar medyasında derhal hedef tahtasına oturtularak bir itibar suikastine tabi tutuluyorlardı. Bu barolar için “onların eleştirileri başımın tacıdır.” diye keyif bağışlayan Feyzioğlu, İktidar olanaklarıyla sürdürülen bu suikaste karşı, tek bir itiraz veya tepki ortaya koy(a)mıyordu. Baroların iradesinin TBB’den bağımsız olduğunu çok iyi bilen TBB Başkanı, her nedense, (Av.K.md.110/1,2,3 uyarınca), TBB’nin ise barolara bağımlı olduğunu, asli görevinin de onların iradesini temsil etmek olduğunu tamamen unutmuş görünüyordu! Hedef tahtasına oturtulma konusunda kendisi de oldukça deneyimli olan Feyzioğlu, Danıştay’ın 2014’deki kuruluş yıldönümü konuşmasında bu deneyimi bizzat yaşamıştır. Nitekim o gün, iktidara sırf hukuk devletini ve kuvvetler ayrılığını anımsattığı için, dönemin başbakanı tarafından, sözü kesilerek, bir çocuk gibi azarlanmış ve “edepsiz” olarak yaftalanmıştır. Tabii, savunmanın bu “edepsizliği” karşısında, yargı derhal yürütmenin yanında yerini almış; Feyzioğlu’nun konuşmasını kesen Başbakan’ın bir el hareketiyle, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve devlet ricali de apar topar salonu terk edivermişti. Yürütme bununla da kalmamış, yasamayı derhal harekete geçirerek, demokrasi ve hukuk devleti adına utanç verici bir torba yasa ile Yargıtay Kanunu’ndaki adli yıl açılışına ilişkin 59. maddeyi, sırf TBB başkanlarını bir daha konuşmasın diye, Kanun metninden çıkartıp atmıştı. Tüm bu olanlar karşısında ayağa kalkması gereken TBB ve barolardan da yine örgütlü bir ses çıkmamıştı. İktidar; yargının kurucu unsuru sıfatıyla kendisine sadece hukuku anımsattığı için büyük bir “suç” işleyen, kurumsal olarak kontrol edemediği, kuvvetler arasındaki “uyumu” da sabote eden savunmaya tabii ki tahammül etmeyecek ve TBB sorunsalını çözmekten hiç vazgeçmeyecektir. Ancak, iktidarın Danıştay açılışında Feyzioğlu’nun şahsında TBB’ye, barolara, on binlerce avukata ve halkın hak arama özgürlüğüne ilk kez doğrudan savurduğu bu sert yumruk karşısında, hemen ayağa kalkması ve örgütlü bir tepki ortaya koyması gereken TBB ve barolar, mücadele dersinden bir kez daha sınıfta kalmıştır. Bu dersi çalışmamanın bedelini ise o gün (ve sonrasında) mutlaka ödeyeceklerdir.
TBB’nin ve baroların bu suskunluğu, savunma aleyhine ilk meyvesini içeriden ve en zayıf halkadan verecektir. Bu sessizlik içinde, durumdan vazife çıkararak, kısa zamanda “edebini takınan” ve iktidarın “sıkılı yumruğu” ile “normalleşme” arayışına giren Feyzioğlu, aradığı fırsatı 15 Temmuz darbe girişimi ile bulacaktır. Girişiminin bastırılması ve OHAL ilanı ardından, yağmur gibi gelen OHAL KHK’leriyle; önceden hazırlanmış listelerle, başta yargı olmak üzere, tüm kurumlarda binlerce kamu görevlisinin, sırf muhalif oldukları veya iktidar yandaşı olmadıkları için, “iltisaklı” kabul edilerek, yargı kararı olmadan meslekten ihraç edildikleri ve bu ihraçlara karşı yargı yollarının işletilemediği; gözaltında işkence, savunma ve insan hakları ihlallerinin ayyuka çıktığı günlerde; yasama, yürütme ve yargı arasındaki o muhteşem “uyum” yine devreye girecektir. Tüm bu hukuksuzluklara karşı ayağa kalkmayan TBB ise, her nedense darbeyi dünyaya anlatmak için ayağa kalkacaktır. Durumdan vazife çıkartılmıştır. TBB’nin talebi ve Cumhurbaşkanının onayı ile Feyzioğlu Saray’a kabul edilir. Huzura çıkan Başkan, büyük bir heyecanla; “Sizin talimatınızla bir çalışma grubu oluşturulacak ise, burada en etkin şekilde yer almaya ve tüm dünyaya Türkiye’de olanları, meşru savunmamızı en önde anlatmaya biz talibiz… Zat-ı alinizin desteğiyle büyük bir başarı sağlayacağımıza inanıyorum” der. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı da; “15 Temmuz’un diğer pek çok alan gibi bu konuda da hepimiz için milat olduğuna inanıyorum. Özellikle Yenikapı çok önemli bir milat olmuştur. Türkiye Barolar Birliği’nin bu ziyaretini çok önemsiyorum… Uluslararası platformlarda anlatılmasında çok büyük fayda var. Kendilerine gerekli fotoğraf ve belgelerini de temin edeceğiz” diyerek karşılık verir5. İşlem tamamdır. İktidarla Feyzioğlu arasında darbelere karşı kurulan “Yenikapı Ruhu” ile her şey “normalleşmiştir.” Ülkeyi kasıp kavuran OHAL KHK’leri ve “iltisaklı” yaftası ile tüketilen hayatlar, araçsallaştırılan yargı ile yerlerde sürünen hukuk bir yana; darbecilerin tepe kadrosunun kaçışına engel olamayan, kaçanları geri getiremeyen; müttefiki olduğu Batı’ya darbeyi anlatamayan; Pensilvanya’da ikamet eden darbe liderini ve diğerlerinin iadesini sağlayamayan; daha da önemlisi, kendi ülkesinin meclisi ve yargısı önünde, devlet erkanının doğrudan tanıklığı üzerinden darbenin tüm yönleriyle araştırılmasına, siyasi ayağının üstüne gidilmesine; dolayısıyla 15 Temmuz gerçeğinin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarılmasına izin vermeyen iktidar; bu olaya ilişkin “kanıtları” teslim ettiği Feyzioğlu’na, darbe “gerçeğini” uluslararası kamuoyunda anlatma “görevi” vermiştir. O belgeler Feyzioğlu’na verilmiş midir? Verilmişse Feyzioğlu o belgeler ile ne yapmıştır? Hangi “gerçeğe”ulaşmıştır? Dünyaya ne anlatmıştır? Bu soruların cevabını kamuoyu bilmemektedir. Ancak, yasa gereği görevi, baroların ve baro mensuplarının genel menfaatlerini, mesleğin bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak olan TBB’nin, görevlerini tek tek sıralayan Avukatlık Kanunu’nun 110. maddesinde böyle bir “görev” tanımı olmadığını hukukçular ve barolar çok iyi bilmektedir. TBB’nin iktidarın onayıyla doğrudan iktidar vekilliği aşmasına geçip üstlendiği bu“görev”e karşıda, (biriki cılız itiraz dışında) barolardan ciddi bir karşı çıkış olmamıştır. Bu olay nedeniyle hiçbir baro olağanüstü toplanmamış; TBB de olağanüstü genel kurula çağırılmamıştır.
2016 yılında, daha yargının bile ulaşamadığı darbe “gerçeğini” dünyaya anlatma “görevini” gönüllü olarak üstlendiği için Cumhurbaşkanının övgüsüne mazhar olan Feyzioğlu ve TBB, bir süre sonra, kendilerini yakından ilgilendiren farklı bir gerçekle daha yüzleşeceklerdir: İktidarın “normalleşme” kontenjanına TBB’nin kurumsal kimliği değil, yalnızca Feyzioğlu’nun şahsı dahil edilmiştir. Zira iktidarın bir kurum olarak savunma ile işi/sorunsalı daha bitmemiştir. Nitekim, 2018 yılının Şubat ayında Cumhurbaşkanı, TBB’ye özel vurgu yaparak Bakanlar Kurulu kararı ile meslek örgütlerinin başındaki “Türk-Türkiye” ifadelerinin kaldırılacağını, ardından da meslek örgütlerinin yapısının yeniden düzenleneceğini ilan eder6. Ama bu kez TBB ve barolar bu olay karşısında sessiz kalmayacaklardır. Birçok barodan açıklamaya sert tepki ve olağanüstü genel kurul çağrıları gelmektedir. Bunun üzerine acil toplanan TBB Yönetim Kurulu, 9 Şubat 2018 tarihli ve 2018/167 sayılı bir karar alır. Bu karar, iktidarla “normalleşme” sürecine girerek, fabrika ayarlarından tamamen uzaklaşan TBB’nin tarihindeki en isabetli ve onurlu kararlardan biridir. Bu karar aynı zamanda TBB’nin 15 Temmuz itibariyle ortaya koyduğu iktidar yanlısı politikalarının da apaçık tekzibi niteliğindedir. 15 Temmuz’dan itibaren, biri teslimiyetçi, diğeri ise mücadeleci iki ruh arasında kişilik bölünmesi yaşayan TBB’nin bu kararıyla harekete geçen mücadeleci ruhu der ki; “Bu projenin amacı, Anayasada yapılan Hakimler ve Savcılar Kurulu’na ilişkin değişiklikten sonra, yargının bağımsız kalan tek ayağı olan avukatları da hükümete bağlamak, hükümetin avukatı haline getirmektir… Yönetim kurulumuz, hâkim ve savcıların bağımsızlıklarının sistemsel güvencesinin yok edilmesinden sonra avukatları da hükümete bağlama girişimini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yargısıyla birlikte “parti devleti”ne dönüştürmenin en ileri adımı olarak değerlendirmektedir… Türkiye Barolar Birliği ve barolarımızın, bu azınlığın son derece rahatsız olduğu hukukun üstünlüğü, adil yargılanma, suçsuzluk karinesi, savunma hakkı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel kavram ve hakları savunması, Anayasa’dan ve kanunun açık hükmünden kaynaklanan en temel görevidir… Bu proje, adalet sistemini tamamen çökertmeye yönelik olduğu için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk Milleti’nin bekasını da doğrudan doğruya hedef almaktadır.”7. TBB tarihine altın harflerle işlenecek bu karardaki cesur saptamalar; iktidarla “normalleşme” adına, kamu vicdanında kabulü, yasada tanımı olmayan bir takım “görevler” üstlenen Feyzioğlu yönetiminin, kendi yasalarını ve mücadele geleneğini anımsayıp asli görevlerine dönüşünün de en somut kanıtı gibidir. Ancak bu kararla, asli ve asil duruşunu net olarak ortaya koyan TBB’nin, bundan böyle bu karar doğrultusunda yapacakları da çok önemlidir. Nitekim, TBB son duruşu doğrultusunda yapacaklarını da, 24 Şubat’ta Ankara’da, tüm baroların katılımıyla gerçekleştireceği olağanüstü toplantı ile ortaya koyacaktır.
En azından baroların ve kamuoyunun beklentisi bu yöndedir. Bu nedenle tüm gözler bu olağanüstü toplantıya çevrilmiştir. Gerçi olağanüstü genel kurul taleplerini pas geçen TBB’nin, neden sadece toplantıda karar kıldığı pek anlaşılamamıştır ama; bu da, toplantı başlayınca anlaşılacaktır. O gün toplantı salonu hınca hınç dolmuş, kalabalık salon dışına taşımıştır. Toplantıya ilgi ve katılım çok büyüktür. Zira, TBB tarihinde 12 Eylül darbesinde dahi yaşanmayan bir ilk yaşanmış; baroların kurumsal kimliği ve geleceği bir iktidar tarafından ilk kez alenen tehdit edilmiştir. Barolar ve avukatlar nihayet kelimenin tam anlamıyla ayağa kalkmıştır. Ancak yoğun alkış arasında Başkan Feyzioğlu sahneye çıkacak ve toplantı gündemi ile akışına tüm ağırlığını koyarak toplantıyı çok farklı bir noktaya doğru taşıyacaktır. Toplantıyı açan Başkan, konuşmasını takdim ve hamasetle iyice uzatır. Böylece protokol dışında kalan avukatların konuşmasına da fırsat kalmaz. Hatta, bu duruma tepki duyan ve usul hakkında söz isteyen bir avukat da kürsüden zorla indirilir. Salondaki tepki ve protestolara aldırmayan Başkan, konuyu kurumsallıktan tamamen çıkartacak ve kişisel performans gösterisine dönüştürecektir. Başkanın pehlivan tefrikası gibi uzayıp giden konuşması nedeniyle salonda hoşnutsuzluk giderek artarken; Başkan da nihayet ağzındaki baklayı çıkartır: Adalet Bakanı ile yaptıkları görüşmeler sonucunda, barolarla ilgili yasa çalışmalarında kendilerinin de görüşüne başvurulacağı sözünü almıştır. Yani ortada telaş edilecek hiçbir şey yoktur. İktidarla aralarındaki iletişim tamdır. Hatta Adalet Bakanı Başkanın endişelerine de hak vermektedir. Başkan bu nedenle, adeta kefili olduğu Adalet Bakanına ve Başbakana teşekkür eder… O an itibariyle salon da karışır… Feyzioğlu’na ciddi bir tepki vardır. 9 Şubat kararlarının altına imza atan demokrasi ve hukuk savaşçısı TBB Başkanı gitmiş; yerine Makyavelist bir politikacı gelmiştir. Tabii, bu durumda doğal olarak herhangi bir eylem programı oluşturulamaz ve toplantı dağılır. Dağ fare doğurmuştur… TBB’nin neden olağanüstü genel kurul yerine “toplantı”da karar kıldığı böylece anlaşılmıştır. İktidarın baroların varlığını tehdit eden projesi o aşamada askıya alınmış olsa da, tehlikenin ortadan kalkmadığı da herkesçe bilinmektedir. Ancak avukatların ve baroların öfkesi de bir şekilde bastırılmıştır. “Görev” adamı Feyzioğlu’nun bu işte, şaşırtıcı ama bir o kadar da uyuşturucu etkisi olmuştur. Şimdi ise avukatların önünde, iktidar politikalarının yanı sıra baş etmeleri gereken bir de, iktidara yaslanan; hatta yaslanmakla kalmayıp, iktidar adına “görevler” üstlenen bir TBB Başkanı ve ona bir türlü “dur!” diyemeyen bir TBB yönetimi vardır.
24 Şubat badiresini atlattıktan sonra eli iyice rahatlayan; iktidarla işbirliği yolunda vites artırmakta hiç sakınca görmeyen Feyzioğlu, 2019 yılı başında da; “Milli bir duruşa ihtiyaç var. Milli konularda milli beraberliğimizi sağlamlaştırmalıyız. Her milli meselede kenetlenmeliyiz. Bunu lafta değil özde yapmalıyız.” diyerek8; siyasette parti seviyesindeki ilk “açılımını” da, (bölge baro başkanları ile birlikte) AKP İl Başkanlığını, (ardından da sırf seremoniyi tamamlamak adına diğer partileri) ziyaret ederek yapmıştır. İktidarın dönemsel politikalarıyla neredeyse birebir uyumlu bu “görev” anlayışını da TBB’nin (ve baroların) yasal görev tanımı içinde bulmak mümkün olmayacaktır. Varlık nedenlerini, asli görevlerini, tarihe ve yazılı belgelere geçen sözlerini inkâr edenler için, iktidarın kanatları altında “normalleşmenin” de bu kadarlık bir sapması olacaktır elbet!.. Nihayet, Feyzioğlu’nun bu ziyareti ve ardından gelen açıklamaları barolar nezdinde, ilk kez doğrudan Başkan’a yönelik bir tepki olarak karşılığını bulmuştur. Bu arada İstanbul Barosu (delegasyon düzeyinde yaptığı açıklamada) olayı bir “eksen kayması” olarak niteleyerek, süreci epeyce geriden takip ediyordu. Oysa, değirmeni çoktan sel götürmüştü!.. Feyzioğlu’nun kişisel performansı ile büyük renk kattığı, TBB’nin iktidarla bütünleşme yolculuğunda geldiği nokta “eksen kaymasını” değil, esasen tam bir “zemin kayması”nı ifade ediyordu. Zira o eksen çok daha önce, 15 Temmuz darbesi ile birlikte kaymıştır zaten. Şimdi yaşanansa tam bir zemin kaymasıdır. Eksen kayması bir-iki küçük dokunuşla düzeltilebilir ama zemin kaymasında o zemin değiştirilmedikçe ayakta duramaz ve sorunu da çözemezsiniz. Süreci bu kadar geriden takip edince doğal olarak çözüm yollarını da net olarak göremeyeceklerdir. Hâl böyle olunca, genlerine işlemiş de olsa “mücadele geleneğini” bir türlü hayata geçiremeyeceklerdir. Zorlu dönemlerde ortaya çıkan ve bir salgın hastalık gibi demokratik kurumlara yayılan bu tür takip veya görme bozuklukları, maalesef, yine genlerimize işlemiş bir başka hastalığı da hortlatır: Bu iflah olmaz hastalığın adı da “idare-i maslahat”dır. Nitekim, bu kötü geleneğin yarattığı mümbit ortamdan beslenen yönetim anlayışları sayesindedir ki; muhalif barolar arasında dahi günü okuyamayan ve yarını göremeyenler vardır. Böyle bir zaafla malul olun barolar açısındansa doğru zamanda doğru yerde durma sorunsalı ortaya çıkmaktadır. Örneğin bu barolar için, hükümetin yürüttüğü yargı reformu çalışmalarına katılarak, gerek iktidarın gerekse Feyzioğlu’nun meşruiyet arayışına katkı sunmak, işte böylesi bir sorunsaldır. Tüm bu nedenlerle, Feyzioğlu’nun katılacağı adli yıl açılışı, onun söyleyecekleri açısından değil, ama katılımın anlamı açısından çok önemlidir. Bu katılım “savunma” için bir biat töreni, Feyzioğlu’nun konuşması ise bu biatın yemin metnidir aslında. Zira Başkan, söyleyeceği her şeyi özellikle iktidar medyasında günlerce söylemiş ve sözü de tüketmiştir artık.
Başkanın açılış konuşmasındaki tek sürprizi ise, kuvvetler ayrılığının tesisi amacıyla HSK’nin yeniden yapılanmasına ilişkin önerisi olmuştur. Ama bu safiyane öneriye karşı, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Adalet Bakanı ve iktidar cenahından gelen dolaylı- dolaysız sert tepkiler nedeniyle Başkan, onu da yaptığına yapacağına pişman olmuştur. Kısacası o gün, Feyzioğlu’nun aynı zamanda “çözümortağı”olanmuhataplarınıngerçekten gözünün içine bakarak coşkuyla söylediği, akılda kalan ve salondan da büyük alkış alan tek özlü sözü “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır!..” özdeyişi olmuştur… Bu sözle kastedilen “teferruat” eğer hukuksa (ki, o gün gündem savaş değil hukuktur), T.C. vatandaşı bir hukukçu için sarf edilen bu söz büyük bir gaflet olmalıdır. Zira hukuk yoksa vatan da yoktur. Bunu da en güzel Cumhuriyet tarihi bize anlatır… Devlet kuran, hatta kendisi bizatihi devlet olan milli mücadele örgütü Müdafaa-i Hukuk anlatır… Yok eğer bu özlü sözle kastedilen “teferruat” başka bir şeyse (ki, Başkan sonradan böyle bir savunma da yapmıştır) o zaman, hangi amaçla olursa olsun, o sözün yargı yılı açılışında söylenmiş olmasının makul hiçbir nedeni de bulunmamaktadır. O halde bu özlü sözün (hiç de makul olmayan) tek bir anlamı vardır: O da bu sözün biat seremonisinin arz/kabul ritüeli olmasıdır. Feyzioğlu’nun ardından yürütme adına konuşan Cumhurbaşkanı da; “...Yeni yönetim sistemimizde yürütmenin de temsilcisi olan Cumhurbaşkanına kuvvetler ayrılığı konusunda yöneltilen ithamların çoğu temelsizdir. Ülkemizdeki demokratik sistemde cumhurbaşkanına açılan alan üstünlük bağlamında değil tüm kurumların ahenk içinde çalışmasını gözetme noktasındadır. Yargı üzerinden, milletten ve hukuktan aldığı yetkiyle görevini yapan yürütme erkiyle onun temsilcisi olan Cumhurbaşkanına saldırmak, aslında doğrudan siyasal alanı hedef almaktır… demokrasiyi ve onun kurucu unsuru olarak siyaseti mesnetsiz saldırılarla yaralamaya çalışmak, en başta yargı kurumuna saygısızlıktır. Bunun en güzel örneği de; idare içerisinde kamu kurumu niteliğindeki meslek teşekkülleri olan birtakım baroların adli yıl açılışını sırf mekanından dolayı provoke etmeleridir. Bu mekân şahsıma ait değil. Bu mekân, her zaman söylediğim gibi milletin evi… Yargıtay ve Türkiye Barolar Birliği başkanlarımızı bu bağnaz ve provokatif dayatmalara karşı gösterdikleri dirayetli ve demokratik duruş sebebiyle yine şahsım, milletim adına tebrik ediyorum…”diyerek9 yürütme açısından “demokrasinin” ve “kuvvetler ayrılığı ilkesi”nin “hukuki çerçevesini” gayet net olarak çizmiştir. Böylece kuvvetler ayrılığını yeniden tesis etmekten söz eden Feyzioğlu’na da gerekli ayarı anında vermiştir. Cumhurbaşkanı’nca çizilen bu çerçeve tartışmaya kesin olarak kapalıdır. Bu çizgiyi tartışmaya açmak, Cumhurbaşkanı’na saldırmak ve siyasal alanı hedef almakla eşdeğerdir! Aynı nedenle, Yargıtay açılışını protesto etmek de provokatörlüktür! Dolayısı ile muhalif barolar da provokatördür!.. Hatta bazı iktidar sözcüleri daha da ileri giderek, muhalif baroları açıkça FETÖ ve PKK tarafından yönlendirilmekle itham edebilmişlerdir10. Bu arada Cumhurbaşkanı konuşmasında “provokatör” barolardan yola çıkıp; (Feyzioğlu’nun 24 Şubat’taki Ankara toplantısında iktidara kefil olarak üstünü örttüğü) o eski defteri yeniden açarak; “Önümüzdeki dönemde ilk çözmemiz gereken meselelerden birinin barolar başta olmak üzere tüm meslek teşekküllerinin seçim yöntemlerinin temsili demokrasiye uygun hale getirilmesi olduğuna da inanıyorum.” deyivermişir… Kendisine yönelen her eleştiriye, her tepkiye müstehzi ifadelerle cevap yetiştiren; hatta törenden sonra, muhalif baroların olağanüstü genel kurul çağrılarına karşı da aynı ifade ile; “Biz ne suç işlemiş olabiliriz?” diye demokratik bir talebi bile kriminalize ederek tepki verirken; Feyzioğlu’nun Cumhurbaşkanı’nın çizdiği çerçeveye ve muhalif baroları terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan iktidar sözcülerine söyleyecek tek bir sözü bile yoktur. Cumhurbaşkanı’nın baroların seçim sistemine yönelik bu “reform” önerisinin ve olası başka önerilerinin de Feyzioğlu’nun çok emek verdiği Strateji Belgesi’ne, kısmen hâkim olabildiği halde, şaşırtıcı biçimde tamamına kefil olduğu için, -onu daha fazla yormamak adına (!), kendisine sorulmadan- yeni hükümler konulmasında hiçbir sakınca da olmamalıdır. Zira: “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır!..”
TBB Başkanı biat törenindeki son sözüyle, daha doğrusu “altın vuruşu” ile savunmayı fiilen çökertirken; TBB’de kuruluşunun 50. yılı dolayısı ile gazetelere göz kamaştırıcı bir ilan veriyordu11. TBB bu ilanda, hukuk devleti ve demokrasi adına, uğrunda yılmadan mücadele verdikleri temel ilkelerini, asli görevlerini ve (bugüne kadar gerçekleşmediği için) hiç değişmeyen taleplerini sıralayarak, savunmanın kendileri için artık mazide kalan mücadeleci geleneğine bir selâm gönderiyordu. Bu anma, yaptığı güzel işlerle anılan eski bir dostun kayıp ilanı gibidir sanki!.. Trajik ve hüzünlü bir tesadüf. Kuruluşunun 50. yılında bir yanda teslimiyet, bir yanda genlere işlemiş mücadele geleneği… TBB’de Başkanın başını çektiği teslimiyetçi-statükocu ruh ile; mücadele geleneğinden gelen antiemperyalist-devrimci- demokrat ruh arasında -şimdilik ilkinin galip geldiği- ciddi bir kişilik bölünmesi ve çatışması yaşanıyordu.
Gelinen aşamada nihayet olağanüstü genel kurul isteyen mücadeleci geleneğinden gelen muhalif barolar da şimdi ciddi bir yol ayrımındadırlar. Maalesef onlar da bugüne kadar, rejim ve sistem tasfiyesi karşısında olduğu gibi; TBB’nin eksen kaymasıyla başlayıp, zemin kaymasıyla devam eden; ardından da 50. yıl dönümünde teslimiyetle sonuçlanan inkâr yolculuğu karşısında; mücadele geleneklerini harekete geçirememişlerdir. Şimdi artık onlar da stratejik bir sorunsal olarak iktidarın atış alanındadır. Onlar da TBB gibi teslim olacaklar ya da “temsili demokrasi” operasyonuyla teslim alınacaklardır. Bu ahval ve şerait içinde muhalif barolar TBB’ye olağanüstü genel kurul çağrısında bulunmuşlar, daha doğrusu bulunmak zorunda kalmışlardır. Yukarıda da değindiğimiz üzere; aslında bu çağrı çok geç kalmış olmakla birlikte isabetli bir çağrı olmuştur. Sonuç olarak; muhalif baroların şu an hem TBB yönetimini devralmak, hem kendi varlıklarına yönelik tehdide karşı kendilerini savunmak, hem de yeni bir demokratik cumhuriyet ve hukuk devleti için ciddi ve örgütlü bir mücadele vermek gibi birbirinden ayrılmaz en az üç görevi vardır. Bu saatten sonra bu görev, kafayı kuma gömerek veya idare-i maslahat yoluyla hiç olmaz. Bu görev, bazı önemli tespitlerde bulunup, bunları tarihe not düşmekle de olmaz. Bu görev, hem TBB’nin, hem her baronun kendi genel kurullarını toplamak suretiyle; örgütlü mücadele yol ve yöntemlerini hep birlikte arayıp bularak ve bunların gereğini yaparak yerine getirilmiş olur. Antiemperyalist-devrimci mücadele geleneğinden gelen avukatların ve baroların yapması gereken de budur.