Erdoğan Teziç Gibi Bir Bilim İnsanı…

Bilginin metalaşması sözü, daha duyulur duyulmaz zihinde bir ekşi tat bırakıyor. Tarihin bu dönüm noktasında, zihnimizi bu tada çoktan alıştırmamız bekleniyor. Zamanın bir zorunluluğudur belki bu. Her gün kullandığımız “bilgi çağı”, “bilgi toplumu” gibi adlandırmaların saf bilgiye ilişkin olmanın ötesinde, bir çeşit pazara kapı açma işlevi içerdiğini de düşünebiliriz. Bilginin yanına bilişimi de eklediğimizde, artık kendimizi bazı – doğru- sakınımlarla donatıp, bilginin meta/ekonomik boyutunun dışında bir konumda tutmamız neredeyse olanaksız. Çünkü dünyanın her noktasından erişilen “bilişimsel agoranın”[1]  dışında kalmak, tarihin ve dünyanın dışında kalmak gibi bir etkiye sahip. Bu süreç, yani bilginin metalaşması sürecini matbaanın Avrupa’da kullanılmaya başlandığı 1450’lere uzatmak yanlış olmaz.  Yoğun bir endüstrileşme sürecinin geldiği noktayı anlamak için ise, daha 1960’ların sonunda, ABD’de gayrı safi milli hasılanın %67’sini oluşturduğunu bilmekte yarar var.[2]

Bilginin endüstrileşmesinden söz edildiğine göre, bu süreçte üretim yerleri ve üretim araçları da olmalı. İşte, bilginin en temel üretim yerleri üniversitelerdir. Bilginin meta özelliği dışında, insanın tarihsel yolculuğu içinde, insanileşme süreci içinde vazgeçilmez bir yeri olduğu tartışılmaz. Bu açıdan da yine bilginin temel oluşturulma yerleri üniversiteleridir.

Bu tablo içinde, sistem içi/düzen içi kurumlar olan üniversitelerdeki bilim insanları, bu özelliğe karşın ve bu özellikle birlikte insanlığın yüz akı pratikleri, üretimleri, deneyimleri ile insanlara ilaç gibi gelen bilgilerini sunmuşlardır. Bilginin hem bir ürün hem de üretim aracı olması, dahası sınıf gerçeğinin ilk başlangıcından itibaren mutlak bir denetim aracı olmasına karşın, insana “iyi gelen” yanını görmemek olanaksızdır. Bu tablodaki ölçütlerden biri, sahip olduğu bilgiyi paylaşma yoluyla ilgilidir. Her yönüyle önemli bir güç olan bilginin kişilere sunulmasında/paylaşılmasında gerçekte var olan, görünür olan veya görünmez biçimde gerçekliği olan iktidar tekelini kırma iradesine sahip olmak çok önemlidir. Böyle inşaları tarih hep saygı ve coşkuyla anımsar…

Kestirmeden söylemek gerekirse, bizim ülkemizde de –ne mutlu bize ki- böyle özel bilim insanlarımız olmuştur. Bu özel kişilerden biri olan Erdoğan Teziç’i çok yakın zamanda yitirdik.   23 Nisan 2017 tarihinde 81 yaşında yitirdiğimiz Teziç, her şeyin ötesinde bir tarihti aynı zamanda… Kendisi için değil insanlık için üreten, yaşadığı son ana kadar kendisine haksızlık edilen bir tarihsel değerdi.

Öncü ve sıradışı olabilmek

Erdoğan Teziç kuşağı umalım ki gelecekte daha iyi anlaşılsın ve değeri kabul edilsin. O kuşağın öncesinin efsane hocalarının da çoğu unutuldu. Hangisi için kaç tane enstitü kuruldu, bilmiyorum.

Bu öncü kuşağın hocalarından biri, Sıddık Sami Onar’dı. Onar Hoca’ya öğrencileri 1 Nisan şakası yapmak isterler. İdare Hukuku saatinde, İdare Hukuku’na girecek 2. Sınıf öğrencileri, Medeni Hukuk dersinin 1. Sınıf öğrencileri ile yer değiştirler. Hoca derse girdiği anda hinliği anlar. Ama hiç bozuntuya vermez. Hemen derse başlayıp, “Konunun neresinde kalmıştık” diye sorar. Öğrenciler de Medeni Hukuk’ta işlemekte oldukları konuyu söylerler. Ve hoca başlar o konuyu hiç aksatmadan anlatmaya… Asıl 1 Nisan şakasını öğrenciler yaşamıştır. Bu örneğin yaşanması için, hem çok şey gerekirdi, hem de hiçbir özel şeye gerek yoktu. Sadece bilim insanı olmak yeterliydi. Bu insanlar, ne solcuydu, ne politikacı ne de başka bir şeydi. Hocaydı.  Sadece hoca. Ama, namuslu, dürüst, bilgiyi ve bilimi satmayan hocalardı.

Öncülü böyle olan Erdoğan Teziç de aynı çizgide ve yetkinlikte bir Anayasa hocasıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’nin o çok ünlü Birinci Amfi’sinde Teziç Hoca’dan Anayasa Hukuku dersi dinleyen binlerce öğrencinin bir tanesinin bile onun hakkında olumsuz düşüncede olabileceğine ihtimal vermem. Hoca, binlerce kişinin kendisini sevmesi için ne bir şirinlik yapar, ne de başka bir özel davranışta bulunurdu. Sadece ve sadece kayıtsız şartsız, gurur-kibir göstermeden bilgisini sunardı öğrencilerine. Ama bilgi de bilgiydi işte. Dolu, çok yönlü, kapsayıcı ve aydınlatıcı.

12 Eylül’ün hemen ertesinde, anayasanın bağlayıcılığını, üstünlüğünü hiç gocunmadan, üstünü örtmeden anlatırdı. Ama şunu da eklerdi: “Bu kurallar bütünü iyi bir içeriğe sahip olursa, demokrasi olur, bir başka güç onu ortadan kaldırırsa, anayasanın da bir anlamı kalmaz” derdi. Bu, bilimin ve bilimselliğin doğallığıydı bir bakıma.

Kişisel bir not;

Biz 1981 girişliler, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin efsanevi Anayasa Kürsüsü’nün hemen hemen son öğrencileriydik. O Kürsü’de Erdoğan Teziç, Bülent Tanör, Bakır Çağlar, Orhan Aldıkaçtı ve Server Tanilli vardı, Süheyl Batum ve Necmi Yüzbaşıoğlu ise henüz iki taze asistandı…

12 Eylül Anayasası’nı yazmış da olsa, Aldıkaçtı ile şimdiki zamanın şöhretli anayasacısı Burhan Kuzu kıyas bile edilmez. Buna, en kötüsü bile o kadar iyiydi, denebilir. Bülent Tanör, Bakır Çağlar ve Erdoğan Teziç’in sıradışı hocalıkları için “yaşamadan bilinmez” demek en doğru açıklamadır.

Erdoğan Teziç hocayı 23 Nisan’da kaybettik… O bu ülkenin hocasıydı. Diğerlerine nasıl hürmet etmediyse bu ülke, O’na da -hiç olmazsa ölümüne- hürmet etmeyerek kıymet bilmezliğini gösterdi. Teziç Hoca’nın bütün üstün meziyetleri bir yana, benim kişisel tarihim için de bir özel katkısı vardı; bana yirmi bir yaşımda sigarayı bıraktıracak bir üstün öğreticiliği vardı. Yıllar sonra, yüksek lisans ve doktora sürecinde tanık olduğum “yoklama alma” uygulamalarını görünce, o hocaların meziyetlerini bir kez daha anlamışımdır. Düşünün ki, sabahın saat yedi buçuğunda, Beyazıt’ta üniversitenin o meşhur taç kapısı daha açılmamış. Ama kapı önünde biz öğrenciler bekleşmekteyiz. Hava soğuk, karlı fark etmiyor.  Çünkü saat sekizde Teziç’in Anayasa dersi var. Koskoca ve ünlü Birinci Amfi’de yer kapmak derdindeyiz. Yoklama, imza gibi bürokratik bir zorlama veya hoca korkusu değil, bizi o saatte o kapıya yığan şeyin adı; BİLİM…

Ben o zaman Eyüp’te oturuyordum. Bütün minibüsler, otobüsler Alibeyköy’den ağzına kadar dolmuş olarak gelirdi. Sabahın altısında durakta beklemeye başlasam da, en az bir – bir buçuk saat binebilme şansım olmazdı. Bu nedenle, bir süre sonra durakta beklemeye boş verip, saat altıda yayan, Ayvansaray, Edirnekapı üzerinden Beyazıt’a yürümeye başlardım. Bir buçuk saatlik bekleme yerine o kadarlık bir yürüme süresi sonunda üniversite önüne gelebiliyorum. Her Anayasa dersinde bu böyle oluyor.  Ama gece, saat sabahın dördüne kadar bir elimde çay ve sobada fırınlanmış Birinci sigarası, diğer elimde kitap… Çay ve sigara etkisiyle uyumak da zor, iki saat sonra uyanmak da. Ve sabah sabah Eyüp’ten, Balcı Yokuşu’ndan inip, Ayvansaray’ın yokuşlu yolundan Beyazıt’a yürümek de zor…

Bir sabah erken kalkamayıp hocanın dersini kaçırdım… O kızgınlıkla, o gün bıraktım sigarayı… İnsana sigara bıraktıran bilgisi, bilimi, ders anlatışı, böyle bir aşkı yaratan kaç hoca var ki? Hocam, keşke üzerinizde bir hakkım olsaydı da helal edebilseydim… Asıl biz üzerimizdeki ağır hakkın ile kaldık geride. Ve bu ülke anayasal demokrasinin ülkesi oluncaya kadar – şair Adnan Yücel’den mülhem- hakkını ödememiz ne mümkün….

Şimdi yüksek sesle seslenmek isterim; EY ERDOĞAN TEZİÇ HOCAM!
KEŞKE ÜZERİMDEKİ HAKKIN BİR KURU HELALLİKLE ÖDENEBİLECEK OLSA!

[1] Armand Mattelart, Bilgi Toplumun Tarihi, Çeviren Halime Yücel Altınel, İletişim Yayınları.   s. 82.

[2] age, s.51.

print