Erşen Sansal ile Faili Meçhuller ve Cezasızlık Halleri Üzerine Söyleşi (Nisan 2020)

Toplumsal davaların ve faşizmle mücadelenin önemli isimlerinden Avukat Erşen Sansal’la dünden bugüne faili meçhuller ve cezasızlık hâllerini konuştuk.  Sansal bir dönemin simgeleşmiş davalarını ve güncel toplumsal davaları Hukuk Defterleri için değerlendirdi.

 

Hukuk Defterleri: Erşen bey öncelikle faili meçhul denilince ne anlamamız gerekir?

Erşen Sansal: Önce şu kavram üzerinde bir iki laf edelim: Faili meçhul basit. Edeni belli değil. Faili bulunamıyor; fakat mesele bu kadar değil, bundan ibaret değil. Faili meçhul aynı zamanda fiili de meçhul anlamını içeriyor. Katilin kim olduğunu ortaya çıkarılması yetmiyor, neden işlendi bu cinayet? Ne soruşturma yapıldı? Bu soruşturmada hangi sonuçlara varıldı? Ne oldu? İşte bunların hepsinin karanlıkta kalması olayıdır, faili meçhul. Bu kavram asayiş sorunu olarak görünüyor başta. Fakat bir asayişin ihmal edilmesi değil, aynı zamanda ihlal edilen bir durumun da ortaya çıkmasıdır. Yargının işlevinin kaybedilmiş ve karanlıkta bırakılmış olmasıdır. Bu nedenle, asayiş sorunu gibi başlayan, fakat daha sonra son merci olarak intikal ettirildiği yargı işlevinin aciz bırakılması. Aciz bırakılma derken biraz hafifsemiş de oluruz aslında; çünkü bu insan hayatının, sosyal yaşamın, hepsinden önemlisi, adalet gerçeğinin ihlal edilmesidir. Bu aciz kalma olayının özellikle günümüzde yargıyı parmağında oynatan bir gücün önünde ne hâle geldiğini görürüz.

H.D.: Faili meçhulleri Türkiye ve dünya ölçeğinde değerlendirirsek ne gibi farklılıklarla karşılaşırız?

E.S.: Faili meçhul olayı yalnızca Türkiye’ye özgü bir olay değil. Başka ülkelerde birçok örnekleri var. Fakat bizdeki farklı. Bizdeki değişik bir olay. Bakınız yakın tarihlerde, 1980’lerin öncesindeki uluslararası faili meçhul piyasasından örnekler alalım. Mesela İsveç’te bir Olof Palme olayı vardır. Devlet Başkanı Palme’yi öldürdüler. Her ne kadar sahip çıktıysa da daha sonra öldüren, o işi beceren örgüt, kimdi o? Bu bilinemedi ve yargı işlevsiz kaldı. İtalya’da Aldo Moro öldürüldü, Başbakan Aldo Moro. ABD’de Başkan Kennedy öldürüldü. “Kennedy’nin katili” diye bütün dünyaya lanse edilen, açıklanan bir katil söylendi. Ama Kennedy’nin öldürülmesi olayının sebebi neydi? Neydi bir cinayetle bu iş ancak temizlenir, kapatılır dedirten onlara? Ve kimler karar aldılar öldürme için? Kimlerin kararı icra edildi? Bilinmiyor. Yunanistan’da  da oldu. Yunan milletvekili Lambrakis öldürüldü. Fakat bakınız gerek İtalya’da gerek Yunanistan’da bu cinayetlerin arkasından gelen bir olay var. Bir temiz eller operasyonu meselesi geldi. Toplum temiz bir amaca yöneldi. Temiz bir iş yapmak hevesi, arzusu ve eğilimi yaratıldı toplumda. Bu örnekler bizdekinden çok farklı. Nedir bizdekinin farkı? Türkiye bir faili meçhuller ülkesi. Bir anda aklımıza gelenleri gözümüzün önünden geçirirsek, hiçbirinin de ne edeni bulundu ne işleme amirleri, sebepleri bulundu. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Ümit Doğanay, Doğan Öz. Hepsi karanlıkta kaldı. Bu konuda kadar büyük bir birikim varsa eğer, bunun nedeni olan da büyük bir birikim olmalı. Bu konularda çok şey yazılmaması ve faili meçhul kaldı deyip geçilmesi, özellikle basınımızda geçerli bir tutum hâline gelmiştir. Ama bu konularda bellekleri tazelemek önemlidir.
Türkiye’de faili meçhul olayı bir devlet politikası hâlindedir. Bu yapısı itibariyle, eskiden de var olan, bir ara bir hayli yükselen ve günümüzde de devam eden bir olgu, faili meçhul olayı. 1940’lı yıllarda öldürülen Sabahattin Ali’nin katili de bellidir, hatta yargılanmıştır. Sabahattin Ali’yi öldürmek suçundan çerez gibi bir cezaya çarptırılmıştır Ali Ertekin. Ali Ertekin’e Boğaziçi’nde enfes bir ev tahsis edilmiştir. Asıl faili meçhullerin bizde önem taşıdığı dönem, özellikle 1970 öncesi terminolojik adlandırmayı kullanırsak 68 olayları sırasındaki kabaran bir potansiyeldir.

H.D.: Siz Doğan Öz cinayetine ilişkin davanın müdafiliğini yaptınız. Yargılama sürecini ve daha sonra yaşananları bizimle paylaşabilir misiniz?

E.S.: Doğan Öz, 1978 yılı Mart ayında öldürüldü, evinin önünde pusu kurulmak suretiyle.  Sabahleyin işe gitmek üzere evinden çıkmış, arabasını çalıştırırken vuruldu, öldürüldü. Yakında da yıldönümü olacak: 24 Mart. Doğan Öz’ün bulundu katili.  Bizim  emniyet güçlerimiz  hiç de öyle küçümsenecek, deneyimsiz değildir. Aksine   uzmanlaşmış, bir titiz kadrosu olan bir güç emniyet Türkiye’de. Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabında bir şey vardır, İnce Memed’in peşine düşerler, izleyip bulmak için, güzel de kim izleyecek? Birisinden söz edilir, derler ki, uçan kuşun kanadı yere değse izini bulur. Bizim polisimiz aslında böyle bir polis. Uçan kuşu kanadının izinden yakalayabilecek. Nitekim  bunun örnekleri olmuştur, Diyarbakır olaylarında vesairede. Doğan Öz olayında emniyetin-polisin  çok isabetli soruşturmasının sonunda katili bulunmuş, yakalanmış ve mahkemeye sevk edilmiştir. Mahkeme, sıkıyönetim mahkemesi biliyorsunuz. Sıkıyönetim ilanını gerektiren nedenler, Anayasa’da da belirtilmiştir. Ayrıca sıkıyönetim kanununda da belirtilmiştir. Bu nedenler arasında bir tarihsel bir saptama da yer alır, şöyle: Sıkıyönetim ilanının üç ay gerisinde kalan olaylardan itibaren sıkıyönetim mahkemeleri, davaya bakmaya yetkilidir. Her ne kadar Doğan Öz olayı bu üç ayın daha fazla gerisinde kalmakta ise de, ki sıkıyönetim o zaman Kahramanmaraş olayları nedeniyle 1978 yılının Aralık ayında ilan edilmişti, Sıkıyönetim Mahkemesi ben bakarım dedi çünkü sıkıyönetim ilanını gerektiren suçlardandır bu olay. Sıkıyönetim ilanını gerektiren olaylardandır. Böylesine bir asayiş vurgusunun yapıldığı bir olaydır Doğan Öz olayı. Ve sonrasına gelelim ne oldu? Verilen ölüm cezası kararı Yargıtay’da bozuldu. Mahkeme üç kez ölüm cezası kararı verdi. Ancak üçü de teker teker bozuldu. Mahkeme, en son kararında şöyle dedi: “her ne kadar bizim kanaatimiz, bu cinayetin sanık tarafından işlenmiş olduğu hakkında ise de Yargıtay Daireler Kurulu kararına uymak zorunlu olduğundan, yasal zorunluluk olduğundan, bu zorunluluk nedeniyle Askeri Yargıtay’ın kararına uyularak sanığın beraatine karar verilmiştir.” Mahkeme “bu karar benim de içime sinmedi ama…” diyor yani. “Ben kanaat getiremiyorum, olmuyor böyle” diyor; fakat askeri emir komuta meselesi var. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı emir alınarak yapılmış bir karardır. Tahliye kararı verilince, katil İbrahim Çiftçi’ye “haydi çıkıyorsun” denildiğinde: “Hayır ben çıkmam” demiş. “Ben çıkmam beni öldüreceksiniz götürüp” demiş. Kendi dahi karara inanmamış. Doğan Öz olayının karakteristik özelliği şu: bir asayiş olayıdır. Başka örneklerde, emniyet soruşturması sırasında, eksik kalan nedenlerle faili meçhul olayı olduğu söylenebilir; fakat öyle değil. Hiç de soruşturma aşamasında eksik kalmamış. Şahit kapıcı Hayati, toplam 20 saniye kadar bir süre olaya tanık olmuş, toplam 20 saniye kadar görmüş, “katili ne zaman nerede görsem mutlaka tanırım” diye çok emin konuşan bir şahit. Yargıda pek kolay kolay böyle tanığa rastlayamazsınız. Ayrıca kapıcı Hayati emniyette sorguda boyu posu genel fiziki vasıfları İbrahim Çiftçi’ye benzeyen 5 kişinin arasına konulup gösterildiğinde, görür görmez “işte bu” demiş, görür görmez. Mahkemedeki şahitliği sırasında o 20 saniyelik tespitini anlatırken: “uzun boylu, saçları alnından bitme, eğri burunlu, çingene suratlı, kollarını omuzlarından hareket ettiren birisi” diye fotoğraf çeker gibi anlatmıştır. Mesela genç bir kadın, tanık olarak ifadesinde “koşuyordu arkasından gördüm, bir kadındı” diyor. Bir cinayete tanık olma, meselesi her zaman rastlanan bir olay değil, insanları şoke edebilir. O kadın, Zuhal Süslü adında bir tanık, gördüğünün kadın mı, erkek mi olduğunu dahi tefrik edemeyecek kadar gördüğünün silinecek etkileri altında kalmış.

Doğan Öz olayı, Askeri Yargıtay’ın kararıyla beraate gitti. Fakat kime sorarsanız sorun, sokaktaki adamı çevirin sorun, insanlara konudan söz edin  sorun, hiç kimse faili meçhul kabul etmez Doğan Öz olayını. Hemen herkesin bildiği bir durumdur İbrahim Çiftçi’nin katil olduğu.  Daha bir yığın kanıtları var dava dosyasında.

 

H.D.: Türkiye’de faili meçhuller kadar katliamlar sonrası cezasızlığın ortaya çıktığı pek çok dava var. Bunlardan bir tanesi de 7 TİP’linin katledildiği Bahçelievler Katliamı davası. Bu davadan bahsedebilir misiniz?

E.S.: Bir dönem yani 12 Eylül’ü takip eden sıkıyönetim yargısı dönemi böyle faili meçhullerle kabarık bir dönem iken, Bahçelievler olayında faillerin ortaya çıkması bakımından daha şanslı bir olay oldu yargı önünde. Adeta suçüstü durumu gibi aydınlığa kavuştu. Bunda da büyük pay, olaydan sonra yaklaşık bir hafta kadar yaşayan Serdar’ın verdiği bilgilerdir. O nedenle, olay aydınlanmış idi. Olayın faillerinden bir kısmı yakalandı, bir kısmı yakalanamadı. Yakalanamayanlardan bir tanesi de Ünal Osmanağaoğlu adındaki katil idi. Bu katil, Bahçelievler katliamından sonra bir süre yurt dışında bir yerlerde becerilerini yapmış o yüzden yurt dışında hapis yatmış birisi ve çok profesyonel bir katil. Aynı zamanda Kemal Türkler’in de katili. Kemal Türkler’in kızı Nilgün de Doğan Öz’ün katilini gören Hayati gibi aynı şeyi söylüyordu: “Nerede, ne zaman görsem katili tanırım” diyordu. Bu Ünal Osmanağaoğlu yargılandı, Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinde. 7 kez ölüm cezasına çarptırıldı (1999). Bu ceza re’sen temyize tabi. Yargıtay 9. Dairesi kararı bozdu. Mahkeme direndi. Karar Ceza Genel kuruluna gitti ve Genel Kurulda kırk beş hâkimin oybirliğiyle onandı.

Ancak daha sonra, Ankara’da bu dava devam etti. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2. Dairesinin vermiş olduğu ihlal kararı (2009) dikkate alınarak” dendi ve yargılamanın yenilenmesi sonucunda, eski kararın kaldırılmasına, yani 7 kez ölüm cezasının kaldırılmasına ve Ünal Osmanağaoğlu’nun beraatine karar verildi (2016). Bu nedenle, Bahçelievler Katliamında faili meçhulden değil, ancak cezasızlık hâlinden bahsedebiliriz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi bir vesile addetti.

Bu arada, Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ölüm cezaları zaten uygulanmaksızın kalmıştı. En son 1985 yılında Afyon’da yapılan bir infazla bir kişi idam edilmişti. Ondan sonra bir idam yapılmadı. Ancak daha sonra çıkarılan 4616 sayılı Rahşan Affı Kanunuyla ölüm cezaları kısmen kaldırıldı. Ve en son, 2005 yılında tüm kanunlardaki ölüm cezası kaldırıldı. Bu arada kademeli geçiş şöyle oldu: 7 kez idam cezasının infazı terörle mücadele kanunu ile durduruldu ve yeni bir tebliğname düzenlendi. Çünkü Terörle Mücadele Kanunu; ölüm cezaları 10 yıl yatmakla, müebbet hapis cezaları ise 8 yıl yatmakla ödenir diyordu. 10 yıl yatmakla ödenir denince, yedi kez idam, 70 yıl oldu. Fakat, 70 yıl zaten dikkate alınmadı. Çünkü süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara dair, o tarihte yürürlükte olan Ceza İnfaz Kanunu hükümlerine göre 36 yıl üzerinde infaz hesabı yapılacağı için, bu 70 yıl, 36 yıl olarak hesaplandı. Daha sonra AKP iktidarı döneminde yargı reformu kanunları başladı. 6352 sayılı bir kanun ile yargı reformu kanunları çıkartıldı ve adına “3. Yargı Paketi” dendi. Burada fikri içtima kuralında yeni bir düzenleme yapıldı ve yattıkları süre göz önünde bulundurularak tahliyelerine karar verildi Ünal Osmanoğlu ve Bünyamin Adanalı adındaki katillerin. İki sene de alacaklı olarak tahliye edildiler. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, daha sonra Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi beraat kararı verdi. 6352 sayılı kanun çıktığında, yani cezalarının içtima kuralı uygulanarak birleştirilip düşürüldüğü sırada, Yargıtay’dan emekli olmuş bir adam getirildi avukat olarak ve bu adam duruşmada, bu kanun bu kişiler için çıkarıldı dedi.

Gelelim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2. Daire kararına. Bu karar şuna dayanıyordu: Katliam sanıklarından bir tanesi olan Duran Demirkıran’ın ifadesi var. Katillerden yakalanabilmiş olanlardan birisi. Zaten birisi İbrahim Çiftçi, diğeri Duran Demirkıran. Duran Demirkıran, “Ünal Osmanağaoğlu bu olayda yoktu, ben biliyorum” demiş. Şöyle bir söylenti var.  Muhsin Yazıcıoğlu, o sırada Sivas’ta hapiste ve -neden dolayı verilmişse- cezasını çekiyor. Cezası bitip de tahliye edilince Ankara’ya geliyor. “Sordum soruşturdum” diyor Muhsin Yazıcıoğlu, “Bahçelievler katliamı ne oluyor böyle” diye. Abdullah Çatlı’yı buluyor. Abdullah Çatlı, Ülkü Ocakları’nın ikinci başkanı, bu nedenle de büyük reis. Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu’na “bu Ünal’ın saçma sapan işleri” demiş. Bu lafı da Muhsin Yazıcıoğlu ileri geri ulu orta söylüyormuş. “Ben duydum” diyor Duran Demirkıran, “bunu böyle söylediğini, ama Abdullah Çatlı’nın lafı yanlış” diyor. Böyle laflar dolaşıyor ortalıkta. Mesela o sıra, her nasıl olduysa Abdullah Çatlı yine gözaltına alınmış, Muhsin Yazıcıoğlu emniyete telefon açmış, “Abdullah’ı bırakın yoksa Ankara’nın 150 yerinde bomba patlatacağız” demiş. Duran Demirkıran, “ben emniyetteki ifademde söylediklerimi kabul ettim, çünkü bana işkence yapıldı” diyor.  Peki bununla ilgili bir raporunuz var mı? Dosyada bilmem kaç dizi numarasında raporu var, bu rapor nasıl çıkmış ortaya? Bunun avukatı, bir tahliye dilekçesi vermiş mahkemeye ve bu tahliye dilekçesine iliştirmiş, müvekkilimin işkence gördüğüne dair rapor ekte sunulmuştur diye. “Duran Demirkıran’ın işkence gördüğüne dair rapor da ilişikte sunulmuştur” diyor. Hatta bir duruşmada şöyle oldu: Can Özbay diye bir adam var, avukat. MHP dahi bunun pisliğinin kaldıramadı, ihraç ettiler MHP’den bunu. Bu, avukatı Duran Demirkıran’ın. O da hapiste o sırada ve geldi sıkıyönetimindeki duruşmada şöyle dedi: “Ben gördüm, kötü vaziyetteydi işkence görmüştü. Dizimin üstüne yatırdım”. İşte Ünal Osmanağaoğlu, bu tezgahlar ile yargılandı. Ünal Osmanağaoğlu daha sonra öldü. Gazeteler, Devlet Bahçeli ve Meral Akşener’in İstanbul’a Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine gittiklerini yazdı. Bu MHP’liler cinayet uzmanı. Dosyalardan edinilen bilgiye göre şöyle: Ahmet’in temizlenmesi lazım, halledilmesi lazım bu olayın ve karar veriyorlar, kim halledecek bu işi, ben halledeceğim, ben hapisteyim o sırada, gidiyorlar, hapisten bir geceliğine izin alıyorlar, beni bir geceliğine serbest bıraktırıyorlar, ben o bir gecede gidip Ahmet’i temizliyorum, dönüp geliyorum tekrar ve savcı çağırdığında ben hapisteyim o gün diyorum. Şimdi bunları, bu tür tezgâhları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hâkimlerine anlatamazsınız. Hâkimler açıp da önündeki dosyaya baktığı zaman, 7 kez idam, 1 değil 3 değil 5 değil, yani Türkiye’deki yargının vahşetine bakın derler. Bunu görür görmez “sen misin bunu diyen, ben bu yaptığın soruşturmayı tümüyle geçersiz addediyorum” diyor. Fakat bu, sen bu adamı beraat ettir demek değil. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Bahçelievler Katliamı’nın yargılamasını yapan, ona katılmışlar mı, katılmamışlar mı yargılamasını yapan bir mahkeme değil.
Bahçelievler Katliamında, sadece iki kişi yakalanmıştır dedim biraz önce bunlardan birisi İbrahim Çiftçi, diğeri Duran Demirkıran. İbrahim Çiftçi’nin yakalanması şöyle: Burada, şu saman pazarının, Numune Hastanesinin karşında bir ticaret lisesi var, orada okuyor, orada öğrenci. Atatürk Lisesi’nde bir olay oluyor; Levent adında bir öğrencinin öldürülmesi. O nedenle yakalanıyor İbrahim Çiftçi ve gözaltına alınıyor. Duran Demirkıran’a gelince; gene hatırlayacaksınız, meşhur pazardan dönen kadının tanık olduğu “tamam reis, 5-6-2” lafı var. Oradaki iki kişiden bir tanesi, tamam reis diyen kişi Duran Demirkıran. Bunların ikisi aynı tarihte emniyette gözaltındalar. Poliste bir sorgu kuralıdır; bir suçun failleri teker teker, ayrı ayrı ifadeye çağrılır. Yoksa bir arada ağız birliği yapmaları mümkün olabilir. Bir arada ifadeler alınmaz. Ancak bu soruşturmayı yürüten Oktay adındaki komiser bunların ikisini bir araya getiriyor ve hissediyor ki, bunların ikisi birbirlerini tanıyorlar. Onun üzerine bir bahane icat ediyor, bunların ikisini yalnız bırakıp odanın içinde kendisi çıkıyor; çıkar çıkmaz da kapının arkasından gözetliyor ve bunların birbirleriyle konuştuklarını görüyor.  Sana ne sordular, sen neler söyledin falan diye.

Neyse uzatmayalım. Bahçelievler katliamından dolayı mahkûm edilenleri bakın hatırlamaya çalışalım: Haluk Kırcı var, Ercüment Gedikli var, Bünyamin Adanalı var, Mahmut Korkmaz var; bunların hepsi de Duran Demirkıran’ın ifadesi ile ortaya çıkan sanıklar. Şimdi Duran Demirkıran’ın ifadesini geçersiz sayınca 3. Ağır Ceza Mahkemesi ve o da Yargıtay’dan onanınca, doğal olarak aynı şey ötekiler için de söz konusu olabilir, yani beni de işkence gördüğü için söylemiş diyebilirler; ama aslında öyle bir şey yok. Mesela Ercüment Gedikli böyle. Fakat Haluk Kırcı, öldürülen 7 kişiden 2’si, Eskişehir yolunda götürülüp kurşuna dizilen 2 kişi için, “bunlar Rus casusuydu, ben de bir Türk milliyetçisi olarak dayanamadım, çektim vurdum” dedi.

Ünal Osmanağaoğlu’nun beraatinin kesinleşmesinden sonra epeyce vakit geçmiş olmasına rağmen, diğer sanıklarla ilgili olarak bir iade-i muhakeme talebinde bulunulmadı ya da Ünal Osmanağaoğlu’nun mahkûm edilmesi ve hapiste yatmasıyla ilgili bir tazminat talebinde de bulunulmadı. Fakat şunu söyleyeyim; iade-i muhakeme konusunda kanunda bir süre yok biliyorsunuz. İcap ederse 80 yıl sonra iade-i muhakeme isteyebilirler. Fransa’da mesela Gustav Flaubert’in eserinde Madam Bovary, müstehcenlikten dolayı mahkûm edilmiş ve o yüzyıl öyle kalmış, yüz yıl sonra iade-i muhakeme edilmiş ve müstehcenlik kararı kaldırılmıştır.  Benzeri bir olay Amerika’da var: Sacco ve Vanzetti. Kaliforniya’da idam edildiler. İdam edildikleri tarih 1927. İade-i muhakeme tarihini hatırlayamayacağım ama 1980 sonları falan. Yani 60 sene sonra iade-i mahkeme kabul edilmiş. Bunları geçecek olursak, Bahçelievler’de bu durum faili meçhullük nitelendirilmesine bürünmedi ve bürünemez şu anda. Ta ki bütün failleri, bütün katilleri, beraat ettirilir, işte o zaman olur.

Yargılama sürecinde Bahçelievler katliamıyla ilgili iki tane komisyon kuruldu. Birisi Başbakanlık Teftiş Kurulu bünyesinde, bir diğeri de Büyük Millet Meclisinde. Bunların hazırladıkları raporu istedi Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi. Mahkemenin talebi gitti bunlara, “bana hazırladığınız raporu gönderin” diye. Bu raporlar rafta kalmaları için mi hazırlanır, bir gerek ortaya koyup bu gereği yerine getirmek için hazırlanır. Bu gerek de nedir? Yargı işlevinin önünü tıkamamak, tam tersine açmak. Fakat başbakanlık hiç de çekinmeden ve utanmadan mahkemeye yazdığı bir yazıda, “raporun size gönderilmesi sakıncalı görülmektedir” diyerek göndermedi raporu. Ben çeşitli yollarla, bu raporlardan haberdar olduğumu söyledim ve “şu bilgileri içerdiği için göndermiyorlar” diyerek, bunların dikkate alınmasını ve tekrar istenmesini istedim. Mahkeme tekrar istedi, ancak bu sefer cevap dahi vermediler.

 

H.D.: Geçmişteki deneyimlerinizden hareketle, bugünkü toplumsal davalardaki yargılamaları nasıl yorumluyorsunuz?

E.S.: Bugün, bir kişi hakkında mahkeme cesaretle olaya yaklaşıp sanık hakkında beraat veya tahliye gibi bir karar verdiği zaman arkasından hemen mekanizma çalıştırılıyor ve yeni bir tutuklama komplosu tezgahlanıyor. Böyle bir durumda yargı verdiği olumlu karardan dolayı geriletiliyor. Osman Kavala’nın da dahil olduğu meselede tüm sanıkların beraatine karar veren mahkeme görevden alındı. Yargı bağımsızlığının olduğu bir ortamda bu tür şeyler mümkün değil. Şimdi bunların yapıp ettiklerinin benzerlerini yapmıştı Demokrat Parti iktidarı. Örneğin, CHP’nin bir genel sekreteri vardı. Kasım Gülek. Kasım Gülek, Trabzon’dan başlayıp Zonguldak’a kadar Karadeniz illeri boyunca böyle bir gezi yapmış, orada geçtiği her ilde hükumetin manevi şahsiyetini tahkir diye o zamanlar yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesine göre davalar açılmış, sonra bunların hepsi birleştirilmişti. Bu tek dava Menderes’in astığı astık kestiği kestik bir döneminde meydana gelmişti.

Bir kimse hakkında olumlu bir karar verilir, tahliyesine veya beraatine karar verilirse, bu kararın geçerli olabilmesi için daha yukarıdan bir yerden onaylanması gerekir gibi bir kural getirildi adeta bugün. Öncelikle bir yargı bağımsızlığı meselesine ilişkin bir adım lazım.

Gerek Ahmet Davutoğlu’nun gerek bir iki gün önce de beyanat veren Ali Babacan’ın, bunların ağızlarını açar açmaz ilk söyledikleri laf şu oldu: yargı bağımsızlığının sağlanması şart. Yani kendileri işin içinde oldukları için biliyorlar, yargı bağımsızlığının sağlanması lazım. İşte böyle bir beklenti, ham hayaldir. Böyle bir şey Tayyip Erdoğan’ın tek başına iktidar olduğu bir dönemde beklenemez. Ne yazık ki CHP’nin de ana muhalefet partisi olarak bu yolda bir çabası görünmüyor hâlihazırda.

H.D.: Bildiğiniz gibi çok yakın bir zamanda gazeteciler; Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Murat Ağırel tutuklandı. Bu tutuklamaların ardında yargıda konumlanmış olan bir grubun bu gazetecilerin önceki yazı ve kitaplarından rahatsız olduğu söyleniyor. Son olarak, geçmişte bu duruma benzer bir biçimde yargı gücünü etkileyen bir grubun varlığı gibi bir örnek olup olmadığını sormak isteriz. Hiç buna yakın bir durum olduğu vaki midir?

E.S.: Hukuk ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönemler 12 Mart ve 12 Eylül dönemleridir, sıkıyönetim yargılamalarıdır. Ancak bu dediğiniz gibi yargının üstünde bir güç oluşturacak bir yapılaşma ben şahsen hatırlamıyorum. Böyle bir mesele biraz şu çarpıklıktan geliyor. Tek adam iktidarı o nedenle her şeyin üstündeki güç tek adamın gücü. Geçmişte böyle bir tek adam iktidarı olmadığı için her şeye rağmen gene de bir meclis meselesi olduğu için böyle bir şey olmadı.

H.D.: Erşen bey, söyleşi ricamızı kabul ederek deneyim ve düşüncelerinizi bizimle ve okuyucularımızla paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

print