Felaket Kapitalizminde Anayasal Çöküş

7-8 Kasım 2023, ülkece çok uzun sürecek bir kâbusa uyandığımız unutulmaz tarih aralığı olmaya adaydır[1]. Bu tarihi aralıkta Anayasaya karşı art arda iki darbe yapılarak çok önemli bir eşik daha aşılmış ve anayasal düzenin tabutuna son çivi de çakılmıştır.

Bu ülkede siyasi iktidar bugüne kadar birçok Anayasa ihlali gerçekleştirmiş, Avrupa İnsan Hakları ve Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarını tanımamıştır. Yargı da bu kararlara (bazılarına hiç uymayarak) ciddi bir direnç göstermiştir. Ancak 7 ve 8 Kasım’da yaşananlar bundan çok farklıdır. Bu kez anayasal düzene karşı önce “yasa” ardından da “yargı kararı” ihdas edilerek, yasama ve yargı erklerince cepheden yapılmış açık bir taarruz vardır.  Yasama darbesi, esas olarak Anayasanın mülkiyet, konut, barınma ve özel yaşamın gizliliği, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarını; yargı darbesi ise, seçme-seçilme, siyasi faaliyette bulunma, adil yargılanma, kişi özgürlüğü ve güvenliği haklarını hedef almıştır. 7 Kasım’da kabul edilen “yasa” ile Anayasanın başlangıç bölümü dahil, birçok maddesi işlevsiz hale getirilirken; 8 Kasım’daki “yargı kararı” ile de, hem Anayasa hem de “aktivist” olarak tanımlanan AYM (Anayasa Mahkemesi) işlevsiz hale getirilmiştir[2]. İşte bugüne kadar olan bitenden farklı olarak, eşiğin aşıldığı ve Anayasa ihlallerinden Anayasa darbesine gelinen nokta da tam burasıdır.  CHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) ile (demokrasilerin olmazsa olmazı) kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine geçen iktidar (yürütme), tamamen kontrolü altına aldığı yasama ve yargı eliyle, kendisinin de varlık nedeni olan anayasal düzene ve bu düzenin temeli olan Anayasaya doğrudan başkaldırmıştır. Hatta bununla da yetinmeyen yargı, yaptığı suç duyurusuyla, Mahkemeyi kriminalize ederek, gelecekteki AYM kararları üzerine ipotek de koymuştur. Bundan böyle, Anayasa Mahkemesinin yasalar, kararnameler ve mahkeme kararları üzerinden yasama, yürütme ve yargının yanı sıra siyasi partilerin Anayasaya uygunluğunu denetleme imkanı kalmadığı gibi; Yüce Divan sıfatıyla Cumhurbaşkanı ile yardımcılarını, TBMM başkanı ile bakanları, yüksek yargı mensuplarını, Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarını (görevleriyle ilgili) yargılama gücü de kalmamıştır. Dolayısı ile 7-8 Kasım darbeleriyle anayasal düzen fiilen son bulmuştur. Dolayısı ile “Tek adam” rejimi için de geriye, “rezerv alan” ilan edilmiş bir ülke ve Anayasa Mahkemesinin dikensiz gül bahçesinde yeni düzenin anayasasını özgürce yazmak kalmıştır.

21 yıl önce yönetime geldiğinde, Cumhuriyetle doğrudan hesaplaşmayı göze alamayan siyasi iktidar, onun yerine, takiyye amaçlı diline doladığı “vesayet rejimine”, “statükoya” karşı özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü savunuyormuş gibi yaparak; başta neoliberaller olmak üzere, Cumhuriyetle sorunu olan politik kesimlerden hatırı sayılır bir destek almıştır. Estirdiği “demokrasi rüzgarı” ile 2010 yılında referanduma giderek sandıktan da istediği sonucu alan iktidar; ilk iş olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun ismini ve yapısını değiştirerek tamamen kontrol altına aldığı bu Kurul üzerinden yargıyı da denetim altına aldıktan sonra; şaibeli 2017 referandumuyla da parlamenter rejime son vererek, hızlı bir geçiş yaptığı CHS sayesinde yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplayıp kendi vesayet rejimini kurmuştur. Nihayet, 7-8 Kasım 2023’de gerçekleştirdiği iki aşamalı anayasa darbesi ile de “hukukun üstünlüğü” söylemini bir kenara bırakıp, “üstünlerin hukuku” adına, karşı devrim anayasasının taşlarını döşemeye başlamıştır.

7 Kasım’da Meclisten apar-topar ve sorunsuz olarak geçen torba “yasa” ve 8 Kasım’daki yargı “kararı” ile yurttaşların anayasal güvence altındaki en temel hakları gasp edilirken; 8 Kasım hamlesi, 7 Kasım düzenlemesine karşı gelişebilecek toplumsal tepki ve direncin önünü kesecek psikolojik bir bariyer olarak da düşünülmüştür. Öyle ki; 7 Kasım “yasası” ile yerleşim yerlerindeki özel mülklere ve kamusal alanlara el koyma, buraları ranta açabilme ve yurttaşı göçe zorlama yetkisini ele geçiren iktidar; bu yasal zorbalığa karşı oluşabilecek toplumsal direncin önünü baştan kesebilmek adına da 8 Kasım’daki yargı darbesine yol vermiştir. Böylece; çevre aktivisti, hak savunucusu, Gezi Davası hükümlüsü, Türkiye İşçi Partisinin Hatay milletvekili, avukat Şerafettin Can Atalay üzerinden, haklarını arayacak tüm yurttaşlara ciddi bir gözdağı verilirken; 6 Şubat depreminde en büyük acıyı yaşayan Hatay halkının yarınları ile birlikte iradesi de yok sayılmıştır.

Anayasa Mahkemesinin milletvekili Atalay’a ilişkin ihlal kararını (böyle bir yetkisi ve görevi olmadığı halde) tanımadığını (esasen yok hükmündeki) bir kararla ilan eden; üstüne üstlük yasamaya da milletvekilliğini düşürmesi için talimat veren Yargıtay 3.Ceza Dairesinin bu hamlesine karşı (çok yetersiz de olsa) toplumsal bir tepki ortaya konulurken; ülke genelinde kentlere, yurttaşın mülküne ve geleceğine el koymanın yasal kılıfını hazırlayan yasama hamlesine karşı, birkaç zayıf ses dışında toplumdan hiçbir tepki veya direnç gelmemiş olması çok düşündürücüdür. Aslında (başlangıç nedeni çevre duyarlılığı iken, iktidarın söylemleri ve tutumuyla politikleşip ülke çapında yayılan) Gezi direnişi ile yerel bazdaki çevre, emek ve hak direnişlerini bir yana bırakırsak; çok uzun yıllardır onca altüst oluşa, sosyal ve ekonomik krize rağmen, toplum sanki şoklanmış gibi, olan bitene hiçbir tepki ver(e)memektedir. On yıllardır üst üste (hem siyasal, hem de doğal) bunca afetin yaşandığı ülkemizdeki tabloyu Naomi Klein’in “Şok Doktrini” ile açıklamak mümkündür. Klein bu durumu felaket kapitalizmi diye adlandırıyor. Bu doktrine göre, beklenmedik felaketler karşısında şoka giren toplum, normal şartlarda rıza göstermeyeceği iktidar politikalarına kolayca teslim olmaktadır. Ancak bu döngünün bizde neredeyse yazgıya dönüşmesinde; muhalefetin seçim sandığına sıkışmış mücadele pratiği ve teslimiyetçi politikaları ile rıza üretme süreçlerinde iktidara sürekli meşruiyet alanı açan işlevsel payı da hiç unutulmamalıdır.

Anayasa darbesine geri dönersek; 8 Kasım’da iktidar, Anayasa Mahkemesini ve Anayasayı tanımadığını açıkça ilan edip, anayasal düzene yıkıcı bir darbe vururken; 7 Kasım’da ise, mevcut yasanın yeterince açamadığı kanalları hızla açacak yeni bir ekskavatörü devreye sokuvermiştir. 2012 yılında yürürlüğe giren ve kamuoyunda “Kentsel Dönüşüm Yasası” olarak bilinen, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa ile rantsal dönüşüme kapı aralayan iktidarın, riskli alan gerekçesiyle evlerine el koyup, kent dışındaki rezerv alanlara itmeye başladığı yurttaşlara, ekonomik kriz ile pik yapan kira fiyatları nedeniyle  kentlerden göçmek zorunda kalan yurttaşlar eklenirken; şimdi sıra mülkiyeti kendilerine ait evlerde ikamet eden yurttaşlara da gelmiştir. Onlar da yeni “yasa” sayesinde (riskli yapıda veya alanda olup olmadıklarına bakılmaksızın) rezerv alan ilan edilecek olan mahalleleriyle birlikte kentlerden tasfiye edileceklerdir. Tabii mülkleri de ellerinden alınarak. Eğer şanslı iseler, devlet kendilerine kentin dışında bir ev satacak; ama parasını ödeyemezlerse, sonuçta o ev de devletin olacaktır.

İktidarın ülke çapında -kamusal veya özel- tüm yerleşim alanlarını ulusal ve uluslararası piyasaya açma zarureti nedeniyle, bidayette yürürlüğe koyduğu Kentsel Dönüşüm Yasası, (rezerv alanların yeni yerleşim yerleriyle, yıkım şartının ise riskli yapı ve alanlarla sınırlı olması, itiraz yollarının hâlâ etkili olması vb. nedenlerle) yeni rejimin dönüşüm temposuna ayak uyduramayınca; işte bu yeni “yasa”   devreye sokularak[3], iktidarın önündeki Anayasa, yasa ve yargı engeli de bir çırpıda bertaraf edilmiş bulunmaktadır. Böylece iktidar, 6306 sayılı Yasada yaptığı değişikliklerle, önce; deprem riski olsun-olmasın, yeni-eski tüm yerleşim yerlerini (kırsal alanlar da dahil olmak üzere) istediği an rezerv alanı ilan etme hak ve yetkisinin yanı sıra buradaki yurttaşların mülklerine kolluk gücüyle el koyma, onları kent dışına sürme,yeni mülklerine de ortak olma hak ve yetkisini eline almış; ardından da bu uygulamalara karşı hak arama özgürlüğü ile yargısal denetim yolunu neredeyse kullanılamaz hale getirmiş bulunmaktadır. Bu “yasa” ile evrensel hukuk kuralları ve Anayasa tarafından güvence altına alınan temel haklar açıkça çiğnenmiştir. Oysa iktidar, bu düzenleme sayesinde deprem riskine karşı hızlı hareket etmek isteyen idarenin önündeki engelleri ortadan kaldırıp, yurttaşı koruma altına aldıklarını savunurken; riskli binaların ve riskli yapıları ve alanların depreme dayanıklı hale getirilmesine ilişkin herhangi bir düzenlemenin “yasa”da yer almıyor oluşu da fazlasıyla dikkat çekicidir. Konuyla ilgili konuşan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki de; “Milletin evlerine bakanlık el koyup ne yapacak? Türkiye’de bir cenah olayı ideolojik çerçevesinden bakıp, ısrarla muhalefet olsun diye bir şeyi yalan yanlış söylemeye devam ediyor. Kimsenin malında gözümüz yok. Mevcut kullandığımız alanlar içinde varsa rezerv alan olarak kullanmak istiyoruz. Rezerv alan olarak ilan ettiğimiz yerler boş ve kamu arazileri. Kamu alanı varsa, burayı biz rezerv alan ilan edelim istiyoruz.”[4] diyerek; şimdiye kadar boş alanları ve kamu arazilerini rezerv alan ilan ettiklerini, şimdi ise mevcut yerleşim alanlarında da aynı şeyi yapacaklarını açıkça itiraf ederek, yurttaşların yüreğine epeyce bir su serpmiştir! Doğal olarak, bu açık itirafından sonra Sayın Bakana, yerleşim yerlerini durup dururken niye rezerv alan kapsamına aldıklarını sormanın da hiçbir anlamı  kalmamıştır. Kaldı ki, iktidarın kentsel dönüşüm konusundaki sicili de neredeyse bir itirafname gibidir. Örneğin, 99 depremi için toplanan vergilerin duble yollara harcanmış olması; afetlere ve depreme hazırlık konusundaki 21 yıllık kayıtsızlık; “Biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ediyoruz.” açıklamaları; olası afetler için belirlenen toplanma alanların dahi imara açılmış olması; deprem beklenen bölgelerdeki imar afları; 6306 sayılı Yasanın 11 yıllık uygulanmasında riskli yapılar yerli yerinde dururken[5] rantsal dönüşümün yarattığı hak ihlalleri ve insanlık dramları bir yana; 7 Kasım “yasa”sının hiç vakit kaybetmeden el attığı Hatay ve Üsküdar’dan gelen çığlıklar da bize, iktidarın “kentsel dönüşüm” politikaları hakkında fazlasıyla fikir vermektedir. Hal böyle olunca, Bakan Özhaseki’nin, her an büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanına “Kentsel dönüşümü nasıl yürüteceğimi onlara mı soracağım?” diye çıkışması da, iktidarın kenti ve yurttaşı yok sayan “ideolojik çerçevesini” çok net ortaya koymaktadır.

Tam bu noktada, muhalefet cenahına bir kez daha dönecek olursak; CHP’nin çiçeği burnunda Genel Başkanı Özgür Özel’in, (7 Kasım darbesini pas geçmiş de olsa) 8 Kasım’da “Bu Anayasa darbesine karşı milleti direnmeye çağırıyorum!.. Yargıtayın darbe girişimine karşı sonuna kadar direneceğiz!..” diyerek, hiç alışılmamış bir söylemle ayağa kalkması, kamuoyunda haklı bir heyecan ve beklenti yaratmıştır. Ancak Özel’in bu sürpriz çıkışının hemen ardından; CHP’nin parlamento içinde olduğu kadar, parlamento dışında da tüm il ve ilçe teşkilatlarıyla sahaya çıkıp, toplumsal muhalefetle birleşmesi; en azından sözünü ettiği “Yargıtay darbesi” son bulana kadar, direnişini ülke çapında yayarak sürdürmesi beklenirken; 20 milletvekili ile Mecliste birkaç gün oturup, bir de baroların Yargıtay önündeki protesto eylemine katılmakla yetinip, meclis gündemine geri dönmesi  kamuoyunda soğuk duş etkisi yaratmıştır. Böylece Özel, samimiyet ve kararlılık gerektiren ilk sınavında siyasi bir lider olarak çok büyük bir yara alırken; CHP’nin yeni yönetimi de (Kılıçdaroğlu yönetiminin 2017’de Ankara’da başlayıp İstanbul, Maltepe’de bitirdiği adalet yürüyüşünde ve yarım kalan daha birçok eylem pratiğinde olduğu gibi) aslına rücu etmiştir.

Bugün, Anayasa darbesi ile Anayasa Mahkemesinin ve Anayasanın iktidarca sürülüp, biçilmek üzere “rezerv alan” ilan edildiği, Anayasal düzenle birlikte anayasal yurttaşlığa son verilen karşı devrim sürecinde; başta Cumhuriyetin kurucu partisi olmak üzere, muhalefetin artık sine-i millete dönüp; evrensel hukuktan ve Anayasadan aldığı güç ve meşruiyetle “direnme hakkını” kullanarak, demokrasi mücadelesinde yeni bir aşamaya geçmek gibi bir sorumluluğu yok mudur? Bu sorumluluk bugün değilse ne zaman yerine getirilecektir? Muhalefet, ülkenin içinde bulunduğu bu dramatik tabloda, seçim sandığından hâlâ demokrasi çıkacağını sanarak (!); çıkan sonucu da sineye çekip, milleti temsil yeteneği ve işlevi kalmamış bir Mecliste muhalefet sıralarını doldurmanın anlamını ne zaman sorgulayacaktır? Gerek Meclis Genel Kurulu ve komisyonlarında gerekse grup toplantılarında yaptığınız hararetli konuşmalar ve basın açıklamalarınızla, hukuksuzlukları, yolsuzlukları ve yurttaşın sorunlarını gündeme taşıyıp, ruhumuzu okşuyor, yüreğimizi soğutuyorsunuz, amenna!.. Ama ya sonra?.. Yürütmeyi tek başına temsil eden partili Cumhurbaşkanını denetleyemeyen, ona tek bir soru bile soramayan; üstelik (bu sistemde yer almadığı için) karşısında bir hükümet dahi bulamayan; kanun yapma yetkisi kararnamelerle[6] budanan, sermaye sınıfına kâr-halka ziyan yasalar muhalefetin gözleri önünde torba torba çıkarılırken; güvenoyu, gensoru ve bütçe yapma yetkisi dahi elinden alınan; faili meçhullerin, kadın cinayetlerinin, yolsuzlukların, yargıda rüşvetin, kara para, uyuşturucu trafiği ile ticaretinin, çevre katliamlarının, parsel parsel satışların, yerli- yabancı mafyanın, tarikatlara teslim edilen eğitimin ve sağlığın, bedelli vatandaşlığın, kevgire dönen sınırların, demografik yapıya yönelik operasyonların, dış politika ile çöken ekonominin sorgulanmadığı; sözün özü, milletin egemenliğinden “tek adamın” egemenliğine geçmiş bir Mecliste, siz muhalefet olarak neyin mücadelesini veriyorsunuz? Sakın, iktidar gökte aradığı meşruiyeti sizin TBMM’deki varlığınızda buluyor olmasın?

Her defasında muhalefetçe de onaylanmış şaibeli seçim sonuçları ile yeniden sahneye konulan bu demokrasi oyununda, bir şekilde sandıktan çıkarak meşruiyet zırhı kuşanan iktidar, karşıdevrim yolculuğunda emin adımlarla ilerlemektedir. Nitekim, 6 Şubat depreminin yarattığı şok dalgasının hemen ardından hızla öne çekilen -her haliyle Anayasaya aykırı 14-28 Mayıs seçimleri sonucunda Anayasaya darbe yapabilecek güce erişen iktidarın 7-8 Kasım hamlesi ile (parlamenter sistemin ardından) anayasal düzen son nefesini verirken; sandık demokrasisine aşık muhalefetin 7 Kasım “yasa”sı Mecliste oylanırken ortaya koyduğu performans ise adeta evlere şenliktir[7].

Kentsel dönüşüm sürecini başından bu yana yakından takip eden; “yasa” daha teklif aşamasında iken toplumu uyaran ve tepkisini ortaya koyan TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) ile bu “yasa”nın sahadaki ilk muhataplarından olan Hatay Barosu Başkanı Avukat Cihat Açıkalın’ın mücadelesini, bir de İstanbul Barosu Çevre Kent ve İmar Komisyonu ile Yönetim Kurulunun konuya ilişkin açıklamasını bir kenara koyacak olursak; 7 Kasım darbesine karşı ortada ne ciddi bir tepki, ne de kalıcı bir eylemlilik de yoktur. Özellikle anayasayı ve hukuk devletini savunmakla görevli olan başta TBB (Türkiye Barolar Birliği) olmak üzere, baroların 8 Kasım darbesine (kalıcı olmasa da) hızlı bir reaksiyon gösterip, Yargıtay önünde eylemli olarak ses yükseltmesi ne kadar isabetli ise; 7 Kasım darbesine karşı aynı reaksiyonu göstermemiş olmaları; TBB’nin 8 ve 10 Kasım bildirilerinde[8],[9] 7 Kasım darbesinden hiç söz etmemiş olmaları da bir o kadar düşündürücüdür. Aslında baroların, 7-8 Kasım darbeleri arasındaki illiyet bağı ile neden-sonuç ilişkisini analiz edip, her ikisi için ortak bir eylem planı ortaya koyamamış olmaları da ciddi bir zafiyettir. Diğer taraftan, 7 Kasım “yasası”nın kent düzeyindeki ilk muhatabı olan büyükşehir belediyelerinden  güçlü bir tepki gelmemesi de çok düşündürücüdür. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bu konuda kendi fikrini açıkça ortaya koymaktan kaçınırken; mülkiyet gaspı eleştirileri sanki bir yanlış anlaşılma imiş gibi; “yasa”nın toplumdaki olumsuz algısına değinmekle yetinip; daha çok bu süreci bakanlıkla birlikte yürütememekten şikayetçi olması da çok dikkat çekicidir[10].

Oysa, depremle ilgisi olmayan bu torba yasa düzenlemesi ülkemiz ve toplum açısından çok dramatik sonuçlara gebe olan travmatik bir dönüşümün habercisidir. 7-8 Kasım darbe çifti ile Anayasayı ve anayasal düzeni yargısal düzeyde koruyabilecek tek kurum olan Anayasa Mahkemesi devre dışı bırakalır; toplum zapturapt altına alınırken; kentler ve kırlar, kısacası tüm ülke ölümcül bir imara, vahşi bir ranta açılacak; anayasal güvenceleri elinden alınan kiracı/mülk sahibi yurttaşlarsa maddi-manevi varlıklarını, anılarını, geçmiş ve gelecekleriyle birlikte tüm aidiyetleriylerini geride bırakarak, kent dışındaki gettolarına sürüleceklerdir. Sürülmeyenler ise (eğer ayrıcalıklı bir sınıfa dahil değilseler) ömürleri boyunca, her an sürgün edilme korkusuyla yaşayacaklardır. İşte bu da, anayasal yurttaşlığın sonu, modern köleliğin başlangıcıdır.

Her anlamda dışa bağımlı yeni rejimin ekonomiyi çevirebilmek için sürekli yabancı kaynağa ve bu kaynağı ülkeye çekebilmek için de rezerv biriktirmeye ihtiyacı vardır. Nitekim, 7 Kasım’da Meclisten geçen “yasa” ile deprem riski taşımayan yerleşim alanlarını dahi rezerv alan ilan etme yetkisinin yanı sıra yurttaşı kentten sürme, miras hakkı ve hukukunu delip, tescil dışı alanlarla birlikte özel mülke zorla el koyma ve ortak olma hak ve yetkisi bakanlığa bu nedenle verilmiştir. Hal böyle olunca, afet ve deprem gerçeği iktidar açısından, kentsel “dönüşümün” (diğer bir deyişle mülke çökmenin) haklı gerekçesi, “riskli yapı”, “riskli alan”, “rezerv alan” gibi kavramlar da bu “dönüşümün”  yasal kılıfı olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Sonuç olarak; 7-8 Kasım darbesi, Anayasa, anayasal kurumlar ve anayasal düzeniyle birlikte tüm ülkeyi rezerv alanı ilan eder ve anayasal yurttaşlığın -hatta anayasalı yurttaşlığın- sonunu getirirken, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in de isabetle söylediği gibi, tarih susanları da yazacaktır, direnenleri de…

 

Dipnotlar

[1] Bu makale HD Yazı İşlerine 05.12.2023 tarihinde teslim edilmiştir.

[2] Burada ilginç olan nokta; Yargıtay 3.Ceza Dairesinin “aktivist” bulduğu için ihlal kararını tanımadığı ve bu yönde oy kullanan 9 üyesi hakkında suç duyurusunda bulunduğu Anayasa Mahkemesinin mevcut 15 üyesinden 5’inin Abdullah Gül tarafından, kalan 10 üyenin ise partili Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanmış olmasıdır. Bir an için 5 üyeyi  tarafsız ve bağımsız saysak bile (ki, imza attıkları birçok karar bunun aksini söylüyor), CB tarafından seçilen diğer 10 kişiden 4’ünün ihlal kararında imzası varken; Yargıtayın suç duyurusu ve iktidar ortağı Bahçeli’nin bu Mahkemeyi teröristlerin sırtını sıvazlamakla suçlayıp, kapatılması çağrısında bulunması; Erdoğan’ın ise 3.Ceza Dairesine destek verip, iki mahkeme arasında hakemliğe soyunması ve her ikisinin de olayı  anayasa krizine bağlayıp yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğuna vurgu yapmaları, bu “krizin” ardındaki siyasi hesabı da gün yüzüne çıkarıyor.

[3] TBMM’de kabul edilip, 9.11.2023 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren, 7471 sayılı “Afet riski altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 6306 sayılı Kanun, 2577 sayılı Kanun ile daha birçok kanunda da değişiklik yapmıştır.

[4] https://12punto.com.tr/gundem/ozhasekiden-imamogluna-tepki-isine-baksin-8197

[5]TBMM’ce 2021 yılında kurulan Araştırma Komisyonun raporuna göre Türkiye’de 10 milyon civarında olan yapı stokunun 6-7 milyon civarında olan kısmı riskli yapı statüsündedir. 2023 tarihli rapora göre ise; Kentsel Dönüşüm Yasasının çıktığı 2012 yılından bu yana, yani 11 yıldır, bu riskli yapı stokunun yalnızca %3-4’lük kısmı; İstanbul’da ise 81 bin 228 bina “Kentsel Dönüşüm” kapsamında yıkılıp yenilenmiştir. Oysa, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının tahminlerine göre, İstanbul’da 600 bin civarında bina riskli yapı statüsündedir.

[6]CHS’ye geçişle birlikte, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) yerine Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ikame edilmiştir.

[7] Diğer muhalif partiler bir yana, bu listede 130 milletvekili ile en kalabalık grubu oluşturan CHP’den 94 milletvekili oylamaya katılmamıştır. Oysa, örneğin; son seçimlerde Millet İttifakı ile Emek ve Özgürlük İttifakını oluşturan muhalefet partileri, sırf bu yasa için organize olup, o gün oylamaya hep birlikte katılış olsalardı, 237 kişi ile evet oyu kullanan iktidar cenahını 274 hayır oyu ile hazırlıksız yakalama şansına da sahip olacaklardır.

[8]https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/tbb-ve-barolardan-anayasa-mahkemesi-onunde-av-can-atalay-a-ozgurluk-cagrisi-84073

[9]https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/turkiye-barolar-birligi-barolar-ve-avukatlar-hukukun-ustunlugu-icin-yurudu-savunma-susmadi-sus-84301

[10]https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/imamoglundan-kentsel-donusum-kanunu-tepkisi-boyle-surec- yonetilemez-7856945/

print