Kendisi de hayvanlar âleminin bir mensubu olan insanın, kendisinden başka hayvanlar üzerine düşünmesi kuşkusuz yeni bir fenomen değil. Hatta bu öylesine malum bir önerme ki yazıya böylece başlamış olmam kimi okurlarda yavan bir tat bırakmış bile olabilir. Yine de kabaca son otuz yıl içerisinde hayvanlara bakışımız çarpıcı bir biçimde değişti. Bu dönüşümün geri planında tarihçi Harriet Ritvo’nun ‘hayvan dönüşü’[1] olarak adlandırdığı akademik akımın rolü yadsınamaz. Ritvo’ya göre, 70’lerden başlayarak sosyal ve beşerî bilimler literatüründe insan-hayvan ilişkisini yöneten yerleşik öğretilere eleştirel yaklaşan çalışmaların sayısı birden muazzam biçimde artmıştır. İnsanın tüm kâinatın merkezine koyan antroposantrik (insan-merkezci) yaşam kurgusunu sorgulayan bu ‘yeni’ akım, düşünmenin odağını insandan alıp hayvana çevirmiştir. Bunun pratikteki en önemli çıktısı ise, liberal hümanizmin değerler kümesinde, en iyi ihtimalle, insan için araçsal değeri üzerinden; ikincil olarak yer bulabilen hayvanların, kendilerine içkin değerlerinin tanınmasıdır.
‘Tıpkı insan gibi’
Hayvanın kendisine içkin değerini ortaya koyarken ‘hayvan dönüşü’ literatürünün başvurduğu temel taktik, liberal hümanist teorilerin hayvanı dışlarken kullandıkları iddiaları çürütmek olmuştur. Söz gelimi, Singer’in ‘azami haz; asgari acı’ prensibine dayanan faydacı hayvan özgürleşmesi tezi uyarınca[2], hayvanlar da tıpkı insanlar gibi ‘hissedebilen varlıklar’ olduğuna göre, onların menfaatleri de etik kalkülüste doğrudan yer bulmalıdır. Bunun aksini iddia etmek, ‘türcülük’ten; yani, tıpkı ırkçılık ve cinsiyetçilikte olduğu gibi birini yalnızca mensup olduğu bir grup sebebiyle ayrımcılığa tabi tutmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse, insan-hayvan karşılaşmalarının tamamında hem insan hem de hayvan için asgari acının ve azami hazzın gerçekleşmesi hedeflenmelidir. Buna göre, insanın, söz gelimi, bir bardak sütten alacağı haz, sütün üretilmesinde hayvanın karşılaştığı acıdan daha fazla değilse—ki endüstriyel hayvancılık sektörünün işleyişini düşününce ortada kıyas götürmeyecek bir dengesizlik olduğu ortadadır—sütü ne üretmek ne de tüketmek ahlaken savunulabilir.
İnsan-hayvan karşılaşmalarının asgari acıya sebep olacak biçimde her olay özelinde analiz edilmesini gerektiren faydacı yaklaşım, hayvanların menfaatlerine egaliteryen yaklaşması yönüyle devrimci olsa da tabiatı gereği bağlamsal ve sonuç odaklıdır. Fakat, bugün hayvanlara yönelmiş sistematik ve girift şiddet karşısında, hayvanların faydacı teori üzerinden pratikte mutlak olarak korunması gerçekten de objektif olarak zordur. Bu sebeple, hayvan sorusuna deontolojik yaklaşımlar[1], hayvanların menfaatlerinin ancak ihlal edilemezlik prensibine dayanan hak temelli teorilerle güvence altına alınabileceğini savunmuştur.[2] Buna göre, bir bardak süt örneğine dönecek olursak, hayvanların özgürlük hakları tanındığında, endüstriyel hayvancılık sektöründe hiçbir hayvan tutsak edilemeyecektir. İnsan menfaatleriyle hayvanların özgürlük hakkının çatıştığı ihtimalde ise hangisine öncelik tanınacağı, bir toplam acı-haz analizi üzerinden değil; ancak hakların sınırlandırılması rejimine benzer bir biçimde yapılabilecektir.
***
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 37. sayısından okuyabilirsiniz.
[1] Deontolojik etik, hareketlerin sonuçlarına odaklanan etik değerlendirmelere karşı çıkan ve sonuçlardan ziyade seçimlerin kendisinin doğruluğuna ya da yanlışlığına odaklanan bir ahlak felsefesi teorisidir.
[2] Hayvan hakları teorileri hakkında daha fazla bilgi almak için Tom Regan ve Gary L. Francione’nin eserleri iyi bir başlangıç olabilir.
[1] Harriet Ritvo, “On the Animal Turn”, Daedalus, C. 136, S. 4, 2007, ss. 118-22.
[2] Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi, çev. Hayrullah Dogan, 2. bs, İstanbul: Ayrıntı, 2018.