Toplumsal alanda yürütülen mücadelenin sağında solunda, ama genellikle de tam ortasında bir hukukçu mutlaka vardır. Çünkü yürütülen mücadelenin bir toplumsal devrime dönük olma ihtimali zayıfsa, mücadele sonucunda kazanılmış olanların düzenin diline birileri tarafından kusursuz bir biçimde çevrilmesi gerekir. Diğer bir ihtimal ise, söz konusu toplumsal mücadelenin zaten var olan hukuki düzende, ilgililere tanınmış hakların tecavüze uğraması veya kaybedilmesi ile alakalı olmasıdır. Öyle ki bu durumda toplumsal mücadeleye koşut olarak zaten yargı alanında da bir hukuk mücadelesi sürdürülüyordur. Ancak dikkat edilecek olursa toplumsal mücadelelerin etkileri, hukuk sahasında hakkı bahşedenler/kayıt altına alanlar (idari makamlar ve genel anlamda Yürütme gücü) – hakkı talep edenler (avukatlar) – hakkı tesis edenler (hakimler) gibi üçlü bir ayrışma içinde akseder. Bu noktada soru, üniversitelerin bu denklemin neresinde olduğudur.
Soruya hukuk öğrencilerinin çoğunun bir türlü öğrenemediği olan/olması gereken ayrımının çok basite indirgenmiş bir örneği üzerinden cevap verilebilir. Ancak bu şekilde verilecek bir cevap, genellikle ister istemez, yine kapitalist bir devlet modeli içinde sınıfsal bir özü olduğu unutularak, -özellikle de bugünle kıyaslayınca- 1960-80 arasındaki Türk üniversitelerinin övülmesi ile sonuçlanır. Bundan imtina ederek ve daha çok içinde bulunduğumuz üniversiteye odaklanarak bir şeyler söylenecek olursa; hem öğrenciler, hem de öğretim elemanları açısından ana eğilimin söz konusu mekanların sadece mesleki eğitim birimleri olarak algılandığı olgusudur: öğrenciler üniversiteye geleceklerinde icra edecekleri mesleği öğrenmek, öğretim elemanları ise kendinde bir amaç halini almış öğretme mesleğini yürütmek için bu mekanları kullanmaktadırlar. Hukuk fakülteleri özelinde ise, hukuk eğitiminin temelde normatif niteliği, Kelsenci bir dille – ve paragrafın başına da atıfla- olması gerekeni ön plana çıkarması, fakülteleri toplumsal mücadele ekseninden ayırır. Bir başka ifadeyle, sadece normun ne manaya geldiğinin öğretilmesi ve öğrenilmesi, normun oluşmasına neden olan toplumsal olgu ve olaylar ile o dönemde hakim olan felsefi düşüncenin neredeyse hiç dikkate alınmaması sonucunu doğurmaktadır.
Bütün bunların dışında, hukuk fakülteleri öğretim elemanları sistemsel olarak hakkı bahşedenler/kayıt altına alanlar, hakkı tesis edenlerle daha yakından ilişkili olmaları ve hukuk düzeninin niteliği sebebiyle genelde muhafazakar görüşlere daha yatkındırlar. Nitekim, hukukçuların statükonun devamından yana oldukları sık sık dile getirilir. Gündelik hayatta da bu tutumun yansımaları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Tam da bu yüzden devrim süreçlerinde devrimciler tarafından en güvenilmez bulunan kurumlar, yargı makamları ve hukuk fakülteleridir. Örneğin Fransız Devrimi esnasında hukuk fakültelerinin 10 yıla yakın bir süre kapalı tutulması, yargı yapısının değiştirilmesi, référé législatif (yasama yorumu/yargısı) gibi uygulamalar başka türlü yorumlanamaz. Sovyetler Birliği’nde de devrimi takip eden bir kaç ay içerisinde, mahkeme sisteminin lağvedilmesi ve baroların kapatılmasının yanı sıra hukuk fakültelerinin programları altüst ederek işe başlanmıştı.
Bu ana akıntıya ters eğilimde olanların, özellikle de pozitif hukuk alanlarındaki muhalif figürlerin sayısı oldukça sınırlıdır ve son yıllarda Türkiye’de genellikle ulusal üstü insan hakları hukuku alanında çalışmayı yeğledikleri görülmektedir. Yine bu eğilimdekiler için diğer bir çalışma alan grubunu ise, hukukla diğer disiplinlerin, -felsefe, sosyoloji, tarih- kesiştiği küme oluşturmaktadır. Bu durum her iki grup açısından da (ilk denilenlerin ulusal idari ve yargı makamları tarafından genelde az dikkate alınmaları, ikincilerin ise pozitif hukukla ilgilerinin zayıf olması nedeniyle) hakkı bahşedenler/kayıt altına alanlar, hakkı tesis edenlerle sınırlı bir ilişki içinde olmalarına yol açmaktadır. Ancak buna mukabil hakkı talep edenlerle de sıkı bağlantı içinde olduklarını iddia etmek zordur. Üstelik Amerika Birleşik Devletleri dışında (Critical Legal Studies) hukuk fakültesindeki ana eğilimin tersi yönünde hareket eden bu akademisyenlerin hukuk uygulamasına etki edebilecek eser örnekleri bulunduğunu iddia etmek de güçtür.
Elbette şu bir gerçektir: Bütün toplumsal gruplar gibi akademisyenler, ancak kendilerine bir noktada değen durumlarda harekete geçmektedirler. Nitekim son on yılda üniversiteler dünyada meydana gelen dört önemli olaydan (50d mücadelesi, Türban Yasakları Konusundaki Bildirgeler, YÖK yasa taslağı, Barış İçin Akademisyenler Bildirgesi) sadece bir tanesi akademi dışındaki siyasi bir olayla ilgilidir. Üstelik bu ilk üç olayda da söylenen söze katılan hukuk fakültesi öğretim elemanı sayısı yine oldukça mütevazi boyutlardadır. Kısaca hukuk fakültelerinin öğretim elemanlarının toplumsal mücadelelerle ilişkileri zaten dolayımlı olduğu gibi, doğrudan kendilerine ilgilendiren toplumsal mücadelelerle alakaları da zayıf gözükmektedir.
Genel olarak toplumsal mücadelelerle dolayımlı bir ilişki kuran, doğrudan kendisini ilgilendiren konularda bile elinden geldiği kadar söz söylemeyen hukuk fakültesi öğretim elemanlarının bu eğilimlerini kırmak çok kolay gözükmemektedir. Bu, ancak toplumsal koşulların değişmesi ve hukukçu akademisyenlerin bu değişen koşullarda üzerlerine düşen rollerle alakalı olacaktır. Doğal olarak, içinde bulunduğumuz şartlar altında ana akıma ters yönde hareket eden hukuk fakültesi öğretim elemanlarının, hukukçular arasındaki diğer mücadele alanlarına ve toplumsal mücadelelere etkin olarak katılmasının sağlanması önemli bir hedeftir. Şöyle de denilebilir: esas hedef üniversitenin toplumsallaştırılmasıdır. Uzunca bir süredir yavaş yavaş eridiğini gözlemlediğimiz bilimin toplumsallığı vurgusu özelde son on senede ve hukuk fakültelerinin sadece siyasi değil, bilimsel açıdan da atıl kalmasına yol açmıştır. Bu ise topyekun bir işlevsizleştirme anlamına gelir.
Ancak somut koşullara bakıldığında bir miktar umuda yer olduğunu saptamak mümkündür. Bugün içinden geçtiğimiz olağanüstü dönem, hukuk bilgisine duyulan ihtiyacı topluma dayattığı gibi, hukukçuya da kayan toplumsal zemini yakalama fırsatı sağlayabilir. Elbette bunun için diğer üniversite bileşenleri ve meslekten hukukçular ile ortak bir duruş geliştirmek gerekir. Öncelikle mesleki güvencelerini koruyup arttırma çabası ile başlayabilecek bu hareketlenme, siyasi alanda yeniden toplumsal bir talebe karşılık gelecek, hatta bu talebi kendisi yönlendirebilecek bir hat biçimlendirebilir. Hem kriz dönemlerinde hukuka duyulan ihtiyacın kendisi söyler bunu bize, hem de Türkiye Cumhuriyeti hukuk fakültelerinin tarihi.