Hukuk Felsefesi: Hukukun Edebiyatla İlgisi Üzerine Düşünceler

Yer ve zaman değişince, aynı olmaz cümle.Kant

Bildiğimiz her şeyin ucu sahip olduğumuz

duyulardan birine, bizi biz yapan şeyler ise

kendi varlığımıza yabancı bir duyuma çıkar.Pessoa

Unutulmasın ki hukuk, hiçbir zaman,

toplumun ekonomik yapısından ve bu yapı

tarafından belirlenmiş olan kültürel

gelişiminden daha yüksek bir yerde olamaz.Marx

 

  1. Edebiyat ve Hukuk. Felsefe Nedir?’in sonlarına doğru Gilles Deleuze ile Felix Guattari düşüncenin üç büyük formunu (sanat, bilim, felsefe) tanımlayan şeyin “her zaman kaosla kapışmak, bir düzlem çizmek, kaosun üzerine bir düzlem çekmek”[1] olduğunu söylerler. Burada sanatın işi olarak tarif edilen şey bir ütopya olarak adaletin gerçekleşme anını tarif ediyor gibidir:

“Pessoa’da olduğu gibi, düzlem üzerindeki bir duyum işgal ettiği bir yeri mutlaka yayacak, yeryüzünün bütününde, yeryüzünün içerdiği bütün duyumları serbest bırakarak gevşetecektir: Açacak ya da yaracak, sonsuzla eşitlenecektir. Sonsuzu yeniden bulmak, yeniden vermek için sonludan geçmek, belki de budur sanatın işi”.[2]

Sonsuzu yeniden bulmak için sonludan geçmek, normatif olanı askıya almaktır. Sonludan geçmek, sonludan geçerek onu askıya almak, duyumun mutlak yayılımı ve duyumun sonsuzla eşitlenmesi – bu eşitlik ilişkisinin kuruluşunun kerteleri gibi görünür. Bu tariften edebiyat ve hukuk ilişkisinin payını aldığını düşünüyoruz. Edebiyat, insanın dille ilişkisi kurulduğundan beri sözlü ve yazılı olarak var olan, hayatın, tarihin ve geleceğin içinde hiç ölmeden yaşayan bir canlı, bir duyumlar çokluğudur. Tarihin, yaşanmakta olanın ve yaşanacakların anlatısı olarak edebiyat, bu çokluğun kendi içine saklanışını ifade eder. Hukuk ise adalet ütopyası içinden seçtiği[3] (ya da en azından bunu iddia eder) yazılı ve yazısız kuralları yeryüzünde uygulayan bir teknik sistem olarak tanımlanabilir. Bu nedenle bilimsel düzlem içinde düşünülür: “şeylerin durumlarını, fonksiyonları ya da gönderimsel önermeleri tanımlayan, yalnızca tamamlanmamış koordinatlardan bir düzlem çizer”. Edebiyat, konu ettiklerini sonsuz bir genişlikte ve neredeyse kuralsızca dile getirir, anomiktir. Yazılı edebiyatın anıt metinlerinden günümüze kadar üretilenler gibi.  Fakat anıt Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi geçmişi anan bir şey olmaktan öte bir “mevcut duyumlar kitlesidir”. Hukuk ise kurallıdır (nomik), bir hesap unsurudur (element of calculation), hukuk kaosa düzlem çeker ve duyumlar kitlesinin bir evreni olarak edebiyatla ilişkisi ürettiği ya da üretemediği adaletle sınırlıdır. Yasa metinleri ya da mahkeme kararlarının edebi değeri, bir telefon rehberi ya da kullanma kılavuzu ile kıyaslanabilir. Bunlar önemlidir, ama edebi değil.

  1. Deneyim. Hukuk ile adalet arasındaki ayrımın (Jacques Derrida’nın gösterdiği) aporetik unsurunun, yukarıda sözü edilen anlamıyla edebi olan tarafından yeniden düşünülmeye açılabileceğini iddia edeceğiz. Derrida’ya göre “[h]ukuk adalet adına uygulandığı iddiasında bulunu[r] ve adalet ‘güç kullanılarak yürürlüğe sokulması’ (enforced) gereken bir hukuka yerleşmeyi talep ed[er]”.[4] Yukarıda sözü edilen sonsuz-sonlu ilişkisinin bu açmazla birlikte ele alınabileceğini düşünüyoruz. Bir duyumun sonlu bir düzlem içinde işgal ettiği yerin mutlak yayılımı ve sonsuzla eşitlenişi, hukuk ile adalet arasındaki aporetik ilişkinin karakteriyle birlikte düşünülmelidir.

“[…] ne zaman ki iyi bir kural, belirleyici bir yargıya göre, tikel bir duruma, yanlışsız bir biçimde kapsanan bir örneğe sükunet içinde uygulanır, orada hukuk hesaba katılmış olur belki, ancak adalet kesinlikle (hesaba katılmış) olmaz”.[5]

Fakat diğer taraftan “hiçbir adalet, kesen bir karar olmaksızın hukuk biçiminde uygulanamaz”. Dolayısıyla adalet bir kuralın bir olaya kusursuzca uygulanması olmadığı gibi, hukukun hesaplanabilir olanın evreninde işgal ettiği konum adaleti kendinde içermemektedir. Fakat adaletin kendisi böylesi bir konum işgalini talep eder. Öyleyse sonsuz olarak adalet ile sonlu olarak (düzlem) hukuk arasındaki ilişki, tam da yukarıdaki tarif devralınarak yeniden düşünülebilir. Sonlu-hukuki-kurallı düzlem içinde işgal edilen bir konum, bir açma ya da yarma işlemiyle, sonsuz olarak adalete geçişin ve kuralsız olanın anahtarını bize nasıl sunabilir? Açma, yarma ya da geçme; hepsi bir deneyimi ifade eder ki adalet deneyimi Derrida’ya göre bir açmaz deneyimidir. “Bir deneyim, adının da belirttiği gibi, bir geçiştir, karşıya geçer ve bir hedefe doğru yol alır, o hedefe giden geçidi bulur”.[6] Fakat adaletin deneyimi, bir aporianın yani geçidi ve yolu olmayanın, dolayısıyla da deneyimlenemez olanın deneyimidir. Kurallı olan ile kuralsız olanın hem birbirlerini çağırdıkları, hem de birbirlerini imkânsız kıldıkları; dolayısıyla aslında bir geçit olmayan geçidi gerçekleştirilebilir olarak yeniden düşündüren şey ise Deleuze ve Guattari’nin sanatın işi olarak tarif ettikleri şeye (açma/yarma/geçme) oldukça yakındır. Adalet deneyimi bu anlamda edebidir. Buradaki temel sorun, bu deneyimin/geçişin temel unsurlarının ex abstracto nasıl düşünüleceği sorunudur.

  1. Geçit. Edebiyat ile hukuk arasındaki ilişkinin böylesi bir düşünüme kapı açan bir girişimin konusu olarak ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Adalet fikrine keskin bir geri dönüş, kuşkusuz ütopik bir tahayyüle ait olabilir. Dolayısıyla burada normatif olanla karşı karşıyayız. Diğer taraftan doğal hukuk düşüncesinin, yukarıda sözünü ettiğimiz geçişi; sonlu ile sonsuz arasındaki, hukuk ile adalet arasındaki ilişkiyi kurma imkânını taşıdığını düşünüyoruz. Burada söz konusu olan tümüyle doğal hukuku olumlamaktan öte, onun temel bir ilkesi üzerine düşünmektir. Doğal hukuk, hukuku adaletle birlikte tanımlar ve düşünür.[7] Bu doğrultuda doğal hak öğretileri de “adaletin temellerinin, ilkece insan olarak insana açık olduğunu iddia eder”.[8] Dolayısıyla doğal hukuk adalet ile insan deneyimi arasında bir açıklık, geçişin mümkün olduğu bir geçit kurar. Sanatın, dolayısıyla da edebiyatın işi eğer sonludan geçerek sonsuzu keşfetmekse, edebiyat doğal hukukla birlikte, ütopik bir adalet duygusunu içeren sonlu deneyimden, deneyimin yayılışı olarak adalete geçişin tasavvurunu sunma yeteneğine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, doğal hukukun insana ilkesel olarak açık tuttuğu adalet ilkesi tam da edebiyatın konusudur; çünkü edebiyat insan duygu ve düşüncelerinin, dolayısıyla da insani deneyimin geniş bir alanını kapsar. Edebiyat tam da bu özelliğiyle doğal hukukla yakın ilişki kurmaktadır. Hukukun, toplum yaşamını düzenlemedeki ölçütlerinin adilliği ise edebiyatın sahip olduğu yeteneğin keşfine bağlıdır ve edebiyat tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. İnsanın bütün ütopyaları edebiyatla vardır.
  2. Sonludan Geçmek. Tam bu noktada söylenilmesi gereken şey, yukarıda yazılanlara eklenmesi gereken eleştirel unsur, edebiyat ile hukuk (adalet) arasındaki bu potansiyel yaratıcı ilişkinin hukukun bugünün toplumunda oynadığı role karşı sahip olduğu güce dair olmalıdır. Burada yüzümüzü ütopyadan çevirmek zorundayız. Sözü edilen geçişin tasavvur edilebilir (son kertede) bir sınanabilirliği varsa eğer, bu ancak hukukun aynı zamanda üretim ilişkilerine karşılık geldiği bir toplumsal alanda gerçekleşebilir. Çünkü hukuk (sonlu) ile adalet (sonsuz) arasındaki geçişi mümkün kılan bir deneyim, ancak hukuksal (sonlu) biçimlerin maskeleme ve kodlama[9] işlevini kısa devreye uğratma (askıya alma) yeteneği doğrultusunda anlam kazanabilir. Yoksa adalete atfedilen o büyülü kutsallık, aynen hukuka atfedilende olduğu gibi, sadece onu ortadan kaldırmaya yarayacaktır. Marx, hukukun, niteliği (ideolojisi) gereği bir çeşit eşitlemeyi yürürlüğe koyarak oluşabileceğini belirtir; “eşitlik, eşit bir ölçeğin, ‘emeğin’ esas alınmasından doğar”.[10] Oysa yine Marx’ın ifade ettiği gibi hukuk her zaman eşitsizlikler hukukudur. Hukuk eşitlik ölçütleriyle maskeler ve kodlar. Gözlerimizin umutla edebiyata çevrilmesinin nedeni, onun eşitlik konusundaki bu mistifikasyonu, bu sonlu düzleme adaletin mührünü vurarak teşhir etme gücüne sahip olmasıdır – dolayısıyla sonlu ile sonsuz arasındaki geçişi yaratan deneyimin gerçekleştiği anda parçalanan şey aynı zamanda doğal hukukun kökenindeki adalet ve mülkiyet eşitlemesidir. Bu hukukun (ya da adaletin) kurtarılması anlamına gelmiyor: Hukuk saflaştırılamaz. Öyleyse iddiamızı netleştirelim: Edebiyat ile hukuk arasındaki ilişkinin konusu, ancak sözünü ettiğimiz anlamıyla doğal hukuku ilgilendirebilir; fakat ufkuna tam da onun parçalanışını yerleştirmektedir. Şurası çok açık, edebiyat ile hukuk arasındaki ilişki adalet deneyiminin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair somut bir reçete sunamaz; ama deneyimin kendisini gösterebilir. Bu ilişki sadece, Franz Kafka’nın o ünlü Yasanın Önünde meselinde olduğu gibi, deneyimin saf olarak ne olduğunu (ya da tam da ne olmadığını) anlamamızı/hatırlamamızı/hissetmemizi sağlayabilir. Deneyimin kendisi ise ancak gerçek eşitliğe (sonsuza) doğru verilen bir mücadelenin ürünü olabilir. Yaşadığımız bu dünyadaki karşılığı bir idealden öte, bir manifestodur. Deneyimin manifestosu hukuk ile adalet arasındaki Derridacı ilişkiyi reddeder. Bunun yerine adaleti toplumsal bir kopuşun (ya da olayın) sonsuza yayılışı olarak düşünür. Deneyim anı şiirin ortaya çıktığı o an gibidir: “Gövdenin kimyasal bireşiminde bir seyir değişikliği, elektrik yükünde bir dönüşüm, enerji kefelerinde bir kutup yükü oynaması söz konusudur”.[11]Mücadele, sonlu olanın kimyasal birleşimini altüst etmeyi hedeflediğinde, deneyim bir seyir değişikliği olarak ortaya çıkar.

5. Vicdan. Adalet duyumun mutlak yayılımı, duyumun sonsuzla eşitlenmesinden başka bir şey değildir. Burada belirleyici olduğunu düşündüğümüz iki şey, Antigone’de olduğu gibi, insanı diğer insanlar ve diğer canlılardan ayıran, belki de en gizemli özelliklerinden ikisi olan akıl ve vicdandır. Vicdan, Pessoa’nın söylediği gibi, tam da kendi varlığımıza yabancı olduğu için insanı insan yapan şeydir. Vicdan ortadan kalktığında hiçbir kural, hiçbir norm kötülüğü önleyemez. Bu basitçe “Tanrı yoksa her şey mubahtır” cümlesinin ifade ettiğine benzer bir anlama indirgenemez. Vicdan, adaleti evrensel bir deneyim olarak mümkün kılan duyum ilkesidir ve kendi varlığımıza, tam da tekil varlığın hayatta kalma içgüdüsüne olan bağlılığı dolayısıyla yabancıdır. Dolayısıyla adalet ile yaşam arasındaki ilişki kalbinde her zaman kurucu bir gerilim taşır. Bir duyum olarak vicdanı yaralayan şey adaletsizlik ise, onaran da onun temel ilkesi olarak adaletin yerine gelmesidir. Edebiyatın hukuka gösterebileceği tek şey, yukarıda sözü edilen hukuk-adalet açmazını açmanın kendisini, hukukun bu duyumu kendi düzlemi üzerinde nasıl sonsuzlaştırdığını, deneyimlenemez olanın nasıl deneyimlendiğini göstermek olabilir. Bu imkânı sağlayan adaletin bir duyum ilkesi ve bir ütopya olarak edebiyatın konusu ve hatta kendisi olmasıdır. Marazi insan aklı on emir ve birkaç kutsal kitapla iyileştirilememiştir. Uluslar halinde yaşayan insan zararlısını yerküre için daha kabul edilebilir bir canlı türü haline getirebilecek olan, insan ve diğer tüm canlıların birbirleriyle eşitliğine dayalı bir düşünme ve duyma biçiminin akılda giderek artan oranda yer tutması olabilir. Bu masal da doğal hukuk bulutunun örttüğü Kaf Dağı’nda, insanın konuşmaya başladığı kadim zamanlardan beri anlatılmaktadır. İnsan ne zaman eşitlik ve adaletten doğan özgürlüğünün bilincine varır, ancak o bilinçle kurulan hukuk sistemi adalet üretmeye başlayabilir. Yoksa John Berger’in dediği gibi, “Adaletin tek sözcüklük dua olduğu bir dünyada” yaşamaya devam ederiz. Bunun, bir ütopya olduğu söylenebilir. Ne var ki insanlığın en büyük anlatısı olarak edebiyat, bu ütopyaya yaklaşıyor, onu geliştiriyor, olmazsa olmazlar, olabilecek olanlar, hepsi, hepsi söyleniyor ve yazılıyor. “Ütopyanın olmadığı yerde” ise Adorno’nun dediği gibi, “düşünce kuruyup gid[iyo

[1] Gilles Deleuze & Felix Guattari, Felsefe Nedir?, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul: YKY, 2013, s. 186.

[2] Deleuze & Guattari, s. 186.

[3] Bu seçimin ideolojik ve politik boyutu bu yazının konusu değildir.

[4] Jacques Derrida, “Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Aykut Çelebi (haz.), çev. Ece Göztepe (Zeynep Direk, Ferit Burak Aydar), İstanbul: Metis, 2010, ss. 69-70.

[5] Derrida, s. 62.

[6] Derrida, s. 61.

[7] Kemal Gözler, “Tabiî Hukuk ve Hukukî Pozitivizme Göre Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 4, Sayı 15, Kış 2008, ss. 77-90. Web erişim: http://www.anayasa.gen.tr/adalet.htm. (Erişim tarihi: 02.03.2017).

[8] Leo Strauss, Doğal Hak ve Tarih, çev. Murat Erşen, Petek Onur, İstanbul: Say, 2011, s. 48.

[9] Etienne Balibar, “Tarihsel Materyalizmin Temel Kavramları Üzerine”, Kapitali Okumak, Louis Althusser, Etienne Balibar, Roger Establet, Pierre Macherey, Jacques Rancieré, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İthaki, 2007, s. 451.

[10] Karl Marx & Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev. Rona Serozan, İstanbul: Ayrıntı, 2016, s. 164.

[11] Enis Batur, Son Modernler: Edebiyat Üzerine Denemeler-1, İstanbul: Sel, 2014, s. 371.

print