OHAL ilanıyla beraber gittikçe sertleşen şartlarla kuşatmanın genişletildiği günümüzde toplum olarak baskı altına alınmış durumdayız. Referandum sürecinden önce cumhurbaşkanına hakareti suç olarak düzenleyen madde Demokles’in kılıcı gibi tepemizde dolanırken referandumun gündeme gelmesiyle birlikte anayasa değişikliğine/başkanlık sistemine hayır diyenler “terörist” ilan edildi. Bu vaziyetteyken hangi film üzerine yazmak yerinde olur diye düşününce karanlık bir politik atmosfer oluşturan Abluka (2015) filminin akla gelmesi çok şaşırtıcı olmasa gerek.
Abluka bir aile hikâyesi olarak okunabilir. Dağılmış bir aileden iki erkek kardeş etrafında katman katman örülmüş bir öykü. Hapisten çıkması için çöp toplayarak polise muhbirlik yapma şartı koşulan Kadir Tuğsuz ve belediyenin köpek itlaf timinde çalışan Ahmet Tuğsuz. Annesiz-babasızlar, kardeşleri Veli’yi de birbirlerini de kaybetmişler. Ahmet daha yedi yaşındayken Kadir hapse girmiş, Ahmet’i daha sonra da eşi terk etmiş. Kimseleri yok ve etrafları kuşatma altında. Devlet, yaşadıkları bölgeyi sokak sokak ablukaya almaya başlamış. Upuzun gökdelenlerle çevrelenmiş yoksul bir mahallede kısılıp kalmışlar. Abluka, aslında bu kısılıp kalmada yaşanan tekinsizliğin ve en nihayetinde de cinnetin hikâyesi.
Emin Alper’in Abluka’sı, kahramanlarına başöğretmenler gibi parmak sallamadığı, onların dilinden kendi biçimsel özelliklerini üretebildiği ve sadece anlattığı mekândan değil, kahramanlarının iç dünyasından da beslenebilen bir sinema olduğu için onu modern politik sinema geleneğinin devamına yerleştirebiliriz. Abluka’da gördüğümüz ses ve ışık kullanımındaki dışavurumculuk estetik bir ilave değil. İçerisi ile dışarısı, mahrem olanla namahrem ve son kertede devlet aygıtlarının ablukasıyla zihinsel abluka arasındaki sınırları muğlaklaştırıp bunların birlikte yer aldığı bir dünyanın yaratımında bu teknik unsurlar kullanılıyor. Benliğe ve topluma olağanüstü hallerinden bakılıyor. Gündelik yaşamın sıradan görüntüsünün ardındaki kaotik ve kırılgan ortamı görüyoruz; bir anlamda uygarlığın huzursuzluğuna çevriliyor kamera. Egonun gerçeği delilikte, toplum mefhumunun gerçeğiyse ‘olağanüstü hal’de, istisnai durumlarda mı kendini açık ediyor?
İstanbul’un bir kenar mahallesindeki sıradan insanların hayatlarına yakından bakıyoruz. Siyasi kapatmaya bir de onların gözünden şahitlik ediyoruz. İtirazımız olsa da seyirci olarak harekete geçemiyor, o korkutucu ve kaygılı evrene dahil edildiğimiz için sinip kalıyoruz. Bu suça ortak oluyoruz. İki erkek kardeş, üçüncü erkek kardeşlerinin yokluğunda, derin bir siyasi baskı atmosferinde ve kapatılmış bir mahallede birbirine yakınlaşmaya çalışsa da bu mümkün olmuyor. Her ne kadar filmde örgütsel mekanizmalara bir eleştiri olsa da bir taraftan bunların sorumlusunun devlet olduğu hep hissettiriliyor. Çünkü makro iktidar olarak bütün minör oluşumları da kapsayarak kendine benzetip despotlaştırıyor.
Tüm bu politik abluka ve cinnet hikâyesi ilmek ilmek açılan, sırayla kahramanların gözünden izlediğimiz bir kurgu ve tekinsiz bir manzara içinde ilerliyor. Devletse bu bulanık suda ağır ağır kıpırdanan bir canavar gibi, fonda bu seziliyor. Yasa ve ihlal, kural ve istisna, toplum ve toplumdışı, benlik-delilik arasındaki sınırların adeta yok olduğu bu kurguda, ikincilerin ses ve bakışından film biçimsel özelliklerini çıkartıyor. Bu yönüyle yerleşik bilinci dürten ve rahatsız eden, kurgunun hakikat ürettiği modern sinema geleneğinin devamında kendine yer buluyor. Emin Alper’in Dostoyevski’nin Öteki’sinin üzerindeki büyük etkisini vurgulaması veya Fatih Özgüven’in filmdeki kardeş rekabetinden bahsederken Karamazov Kardeşler’e atıfta bulunması modern edebiyat örneklerinden oldukları için bu konumlandırmayı doğrulayan örneklemeler olarak karşımıza çıkıyor.
Filmin kuvvetli yanlarından birisi de anlatının evrenselliği. Bizim hafızamız aklımıza 90’lar Türkiye’sini getirse de bu öykü Avrupa ya da Latin Amerika ülkelerinden birinde ve başka bir zamanda da geçiyor olabilirdi. Kaldı ki günümüzde içinde bulunduğumuz koşullar 90’ları aratmayacak düzeye varmış bulunuyor. Filmdeki kapatılmışlık, mekânsal anlamda gökdelenlerin hapsedişi ve bu simgeden yola çıkan hikaye bir anlatıcıya ihtiyaç duymuyor. Öyküyle ve karakterlerle aradaki mesafe, hepimizin kendi kuşatılmışlığından bir parça bulmasına müsaade ediyor. Verilen bu izin kendi hayatlarımızı sorgulamamıza fırsat tanıyor.
Bir başka dikkat çeken yan ise siyasi temsiliyet başarısıdır. Kadir ve Ahmet Tuğsuz, devlete ait teşkilatlarda çalışmaktadır. “Tuğ”, Türk devletlerinde devletin sembolü, iktidarın ve hükümranlığın alametidir. Bu iki kardeş de hayatlarını sürdürmek için devletteki işe muhtaçlar, oysa Kadir’in polis muhbirliği yapması ve Ahmet’in de belediye için köpekleri öldürmesi ruhlarını yaralar. Daha sonra her ikisinin de devlete iş yapmak için kullandığı eli, yaptıkları iş ile bağlantılı olarak yaralanır. Bir gece Kadir’in araştırdığı çöp konteynerleri ateşe verilir ve ateşi söndürmek için çöpün kapağını kapatmaya çalışırken elini yakar. Ahmet ise öldürmek için vurduğu köpeklerden birini kaldırmaya çalışınca, köpek elini ısırır. İşleri, işlevleri yaralanmıştır. Devletle olan bağları yaralanmıştır. “Tuğ”suz kalırlar. Devlet’in karşısında, ‘onlar’ın gözünde Kadir ve Ahmet defterdeki bir satırdan ibaret, bir istatistiktir yalnızca. İhtiyaç duydukları baba, onları yaralar, döver, mahallelerini ablukaya alır, hayatlarını kıskıvrak kuşatır.
Filmde birkaç kez ekranın kararmasıyla ölüyoruz ve en son ölümcül darbeyi örgütün Kadir’i infaz etmesiyle alıyoruz. “Her yerin birbirinin aynı ve aslında hiçbir-yer olduğu bu alemde, hiçbirşey değişmemiş, her şey kendini aynen tekrar etmektedir, biz de karakterlerle beraber yüzümüzü kaybetmiş ve “hiçbir-kimseye” dönüşmüşüzdür.” Burada faşizmin yarattığı ve büyüttüğü küçük, sinik, korkak ve karamsar insan tipolojisine işaret edildiği söylenebilir.
Karar vermemiz gereken bir şey var, biz de Ahmet gibi aramıza duvarlar örüp bu tipolojiye dahil mi olacağız? Yoksa birbirimize teması arttırıp dayanışmayı çoğaltarak umudu mu inşa edeceğiz? Eğer faşizmin üzerimizde kurduğu ablukayı dağıtmak istiyorsak ikinci seçeneği tercih etmekten başka çaremiz yok. Bu yola da “Hayır” deyip bize dayatılmak istenen düzene itiraz ederek başlayabiliriz ancak. Ablukayı kırıp karanlık atmosferi boğarak baharı karşılamak için cemrelerin yalnızca doğaya düşmemesi ümidiyle…