Hukuk ve Sanat: Yalçın Tosun’la “Mesafenin Şiddeti” Üzerine Bir Söyleşi (27.11.2020)

Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler (2009), Peruk Gibi Hüzünlü (2011), Dokunma Dersleri (2013), Bir Nedene Sunuldum (2015) adlı öykü kitapları ve Kendini Tutan Su (2016) adlı kitabıyla şiir kitabı ile tanıdığımız Yalçın Tosun’la geçtiğimiz Temmuz ayında çıkan yeni öykü kitabı Mesafenin Şiddeti kitabı nedeniyle konuşmak istedik. Aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yalçın Tosun’a, Mesafenin Şiddeti dışındaki öykü kitapları ve vermekte olduğu Hukuk ve Edebiyat dersleri kapsamında bu iki disiplin hakkında görüşlerini sorma fırsatı yakalayabildiğimiz ve bizi samimiyetle yanıtladığı için teşekkür ederiz.

 

Selin Aksoy: Hocam öncelikle kitaplarınızın içlerinde o kadar altını çizdiğim, kenarını kıvırdığım sayfalar varmış ki, Hukuk Defterleri dergisinin “Hukuk ve Sanat” sayfası için bu söyleşiyi daha önce yapmadığıma pişman olduğumu belirterek başlamak isterim.

Kitaplarınızın yalnızca isimlerine baktığımızda dahi bir bütünlük içerisinde olduklarını, birlikte bir öykü kurduklarını düşünüyorum. Nasıl ki son çıkan kitabınız “Mesafenin Şiddeti”ndeki 16 öykü mesafenin türlü biçimlerini bize anlatıyorsa, sanki öykü kitaplarınızın tümü de birlikte bir kurmacanın parçaları gibiler.

Bir yazar olarak kitap isimlerini nasıl belirliyorsunuz? Kitaplarınız arasında bir süreklilik-devam ilişkisi ya da aralarında bir bağ kuruyor musunuz?

Yalçın Tosun: Kitaplarımın adlarını çok önemsiyorum. Bir okur olarak da beni bilmediğim yazarlara öncelikle kitaplarının adları sürüklüyor. Aynı çağrıyı başka okurlar da yaşasın istiyorum kendi kitaplarım için. Çarpıcı olduğu kadar kitabın içeriğini de kısacık bir solukta üfleyiversin okurun kulağına. O nedenle bunca önemsiyorum sanırım, içime sinmesi için bekliyorum uzun uzun. Kitaplarım arasında herhangi bir süreklilik-devam ilişkisi kurmuyorum, hayır. Ama kitaplar farklı öykülerden de oluşsa bir kavramsal bütünlüğü andırsın istiyorum.

S.A.: Hem “Mesafenin Şiddeti”ndeki öykülerinizin hem diğer öykülerinizin çocukluk, büyüme sancısı, homofobi, şiddet, toplumsal sorunlar, yoksulluk gibi bazı ortak tohumları var. Unutulmaya çalışılan, görmezden gelinen ya da üstü örtülenleri (bastırılmaya çalışılanları bazen) yazıyorsunuz. Bir öykü kurarken, böyle bir tohumun çevresinde mi çalışıyorsunuz? İkinci bir soru olarak bu başlıklarla sizin yazar olarak nasıl bir ilişkiniz olduğunu söyleyebilirsiniz?

Y.T: ‘Tohum’ doğru bir sözcük olabilir. Hep söylüyorum dertlerini yazar insanlar, bu dertler azalır çoğalır bazen renk, bazen deri değiştirir. Ama yazarı o yazar yapan dertleridir. Kendine özgü dünya ağrısıdır. Çıkış noktası genelde bir cümle, bir bakış, bir dokunuş vb. olabilir, önemli değil. O kıvılcımı çakan duygunun bende büyümesi, gelişmesi gerekir zaman içinde. Çünkü ancak öykü kendini diretirse yazılıyor, bir süre sonra. Ben bir yazar olarak hiçbir zaman şunu yazayım, bu konuyu yazmayayım diye bilinçli, hesaplı tercihler yapmadım, yapamam. Kendiliğinden, benliğimden, dertlerimden, etrafımda gördüğüm rahatsız olduğum, sevdiğim, eleştirdiğim şeylerden doğdu hepsi. Dediğim gibi kendiliğindenlikle oluşmasaydı zaten hiç yazmazdım. Gerek duymazdım buna.

S.A.: “Mesafenin Şiddeti”ndeki bazı öykülerinizin okuyucu sonunda şaşırtan bir yapısı olduğunu düşünüyorum, ben bunları okurken çok keyif aldım. Ana karakterin çevresinde başlayan bir öykü, çok farklı bir karakterin hikayesi ile sonlanıyor. Örneklemek isterim; Primadonna’nın Ölümü’nde kızları Arya ve Daria’nın annelerinin mirası olan sesi kazanabilmek için yaptıkları mücadele ve birbirlerine olan öfkelerini Primadonna’nın varlığı üzerinden okurken, görünmeyen emek olan dadı Ursula’nın hikayesi ile sarsılıyoruz adeta. Piç öyküsünde de, altın sarısı saçlı oğlan Akın ile başlayan öykü, eşcinsel ve vicdanın sembolü Kerem’in hikayesine (mi) dönüyor. Ya da aramızdaki mesafeler bunlar mıdır?

Y.T.: Bu hep yapmak istediğim bir şeydi sanırım. Bir öykü aslında hiçbir zaman tek bir kişinin öyküsü değildir benim yazılarımda. Bir izin sürüldüğü, bir duygunun namlunun ucuna gelip öykünün sonuna kadar orada beklediği, hareketlerin sözcüklerden daha ön planda olduğu -tıpkı hayatta olduğu gibi- küçük dünyalar yaratmak istedim. Mesafenin Şiddeti’nde bu sanki biraz daha öne çıktı. Aynı zamanda öyküye çok katmanlı bir yapı kazandırdığını da düşünüyorum bu durumun. Ama dikkatsiz yapıldığında öyküyü dağıtma riski de var. Bıçak sırtı bir durum aslında nereden bakılırsa. Ben bıçak sırtlarını seviyorum, garanticilik yapımda yok sanırım.

S.A.: Öyküleriniz, okuyucuların kendilerini sorgulamalarına, kendi yargılarından, bakış açılarından, düşünme biçimlerinden utanmalarına yol açıyor. Ama sonunda hüzün ve huzursuzluk hisleri baskın çıkıyor. Siz yazarı olarak, öykülerinizin okuyucuda bırakmak istediği duyguyu veya değişimi nasıl açıklamak istersiniz?

Y.T.: Rahatsız etmeyi, huzur kaçırmayı, insanları konfor alanının dışına itmeyi seviyorum sanırım yazdıklarımla. Ufak değişimler umuyorum. Zaten büyük değişimlere inanmıyorum. Nedamet getirelim önyargılarımızdan, fark etmeden ötekileştirmelerimizden ve elimizde hemen yapıştırmaya hazır yaftalarda dolaşmalarımızdan. Hüzün, huzursuzluk, rahatsızlık, sorgulama… Hepsini kullanabiliriz açıklamak için. Ama hiçbiri tek başına yeterli ve tanımlayıcı olamaz.

S.A.: Klişe bir soru olacak bu ama okuduklarımız aynı zamanda bizi oluşturanlar olduğu için ben de sormak istiyorum. Etkilendiğiniz, tekrar tekrar okumak istediğiniz kitaplar var mıdır? Bir de keşke bir kitap daha yazmış olsaydı dediğiniz yazarlar var mıdır?

Y.T: Sevdiğim, çok sevdiğim yazarlar var elbette benim de: Louis-Ferdinand Céline, Raymond Carver, Çehov, Max Frisch, Sevim Burak, J.M. Coetzee, Julian Barnes, Romain Gary, İtalo

Svevo, Füruzan, Sait Faik ilk aklıma gelenler… Aslında öyle çok ki, ama beni en çok etkileyen yazarlardan biri Katherine Mansfield’dir ve en sevdiğim öykülerden biri onun ‘Bahçe Partisi’ adlı öyküsüdür. Tekrar okumak isterim onu sık sık. Keşke daha çok yazsaydı dediğim çok yazar var ama bir yandan şöyle düşünüyorum: Belki çok yazsalardı onları bu kadar çok sevmeyecektim, kim bilir.

S.A.: Sizin Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eski öğrencilerinizden biri olarak, benim algımda bıraktığınız kimliğin hukukçu değil yazar olduğunu itiraf etmem gerekir. Belki okuldan ayrılalı çok zaman geçtiğinden ve sizin sıkı bir okurunuz olduğumdan olabilir. Ancak bu bağlamda birbirleri ile bağlantılı sayılabilecek iki sorum var. Birincisi, -Medeni hukuk kürsüsünde görev almanız nedeniyle – maddi hukuk kimliğinizle yazar kimliğinizi ayırabiliyor musunuz ya da bu iki varoluş birbirlerine nasıl bakıyorlar? İkincisi ise maddi hukukun pozitif ve “her türlü şüpheden uzak” gerçekleri içinde çalışmak, hayatı kurgu ve metaforlarla dile getirmede sizi zorluyor mu?

Y.T.: Hukukçu kimliğim kimliklerimden sadece biri, yazarlığımı nasıl etkiledi, etkiliyor ben de tam olarak bilmiyorum. Medeni hukukçu olmam mesela, bir farklı özellik mi kattı, yoksa ceza hukukçusu olsam farklı bir yazar mı olurdum? Şüpheliyim. Ama hukuk eğitimin sorgulayıcı, analitik düşünmeye yönelten bakış açısının işime yaradığını düşünüyorum. Onun dışında iki kimliğim bana birbirini besleyen ve birbiri üzerinde olumsuz bir etki yaratmayan farklı iki yönümmüş gibi geliyor.

S.A.: Cemal Bali Akal hocamızla birlikte hazırladığınız “Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar” kitabındaki Truman Capote’un “Soğukkanlılıkla” adlı romanı üzerine yazdığınız “Soğukkanlılıkla, Gerçeği Kurgulamak” metninizde “Gerçeğin sert örtüsünü biraz kaldırmak, onu cesurca bozmak, çarpıtmak ve edebi hale getirmek. Edebiyat biraz da bu değil midir?” diyorsunuz. Sizce edebiyat, hakikatin ortaya çıkmasında veya hakikati anlamamızda işlevsel bir araç olarak görülebilir mi? Aynı atıftan, sizin de öykülerinizde gerçeğin “epey” sert örtüsünü kaldırıp, en görmek istemediğimiz gerçekleri göstermek istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Y.T.: Öncelikle hakikati göstermeyi edebiyatın üstüne bir yük olarak yüklemeye karşıyım. Ama iyi edebiyatın bunu doğası gereği zaten yaptığını düşünüyorum. Meselesi olan, bir tokadı olan metinlerdir sahici edebi metinler. O sarsıcılıkta bir sürü kazanım vardır okuyanlar için. Hakikatin görünüm biçimleri farklı farklıdır, edebiyat bu anlamda çok zengin imkanlar sunar insana. Görmek istemediklerimiz yanında farkında bile olmadığımız hakikati duyumsamamızı sağlar bence edebiyat. Ben de öykülerimle bunu yapabiliyorsam mutlu olurum elbet.

S.A.: Hukuk ve Edebiyat ilişkisine dair dergimizde bazı yazılara yer verdik ve atölye çalışmaları yaptık. Cemal Bali Akal hocamızın da bu alana katkıları çoktur. “Hukuk ve Edebiyat”ın interdisipliner bir alan olarak hukukçulara ne ifade etmesi gerektiğini okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

Y.T.: Bu ilişkinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Cemal Bali Hoca’yla birlikte yıllardır verdiğimiz ‘Edebiyat ve Hukuk’ dersinde de bunu aktarmaya çalışıyoruz hukuk öğrencilerimize. Roman, şiir, öykü okumanın hukukçuluklarına neler katacağını da tartışıyoruz elbette. Edebiyattaki hukuku görmelerinin yanında hukuktaki edebiyattan da söz açıyoruz. Hukukun genel prensiplerine, kavramlarına bakış açılarını edebiyatın süzgecinden geçirerek yeniden inşa etmelerini izliyoruz keyifle. Ezbere değil okudukları metinlerin ışığında kendi vardığı sonuçlarla anlamlandırmalarını istiyoruz bazı şeyleri. Bu ilişkiler ağının üzerine daha fazla düşünülmesi, daha fazla yazılıp çizilmesi gerektiğini, bunun hukukçular için de büyük kazanımlar getireceğini düşünüyorum sonuç olarak.

S.A.: Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz.

print