Üniversite öğretimi aydınlanmış bireyler yaratmayı hedefler. Hukuk öğretimi ise bu hedefe ulaşmayı sağlayacak herhangi bir içeriğe sahip değildir. Üstelik, eğer hakimliği hukuk öğretiminin merkezindeki meslek olarak ele alırsak, bir hakimin uyuşmazlıkları çözmek için ihtiyacı olan tek şey mevzuat bilgisi değildir. Elbette onu etkilemeye çalışacak olan avukat da, hukuk hakkındaki yorumlarıyla bir referans kaynağı olmak isteyen akademisyen de hakimin ihtiyaç duyduğu şeylere aynen ihtiyaç duyacaktır. Peki, neye ihtiyacı var hukukçuların? Aydınlanmış bireylerin, ‘iyi’ hukukçular olabilmesi için, hukuk öğrencilerinin neyi öğrenmesi gerekiyor? Ya da hukuk fakültelerinde eksik olan ne?
Üniversite evrenselle ilgilidir; evrene, topluma ve insana dair evrensel nitelikte bilgi üretmeyi ve paylaşmayı hedefler. Hukukçu okurlarımız için evrenselin ne olduğu meselesi önemli. Zira eğer kendileri biraz çaba göstermemiş ve evrensel bilginin ne olduğunu araştırmamışlarsa, neden bahsettiğimi gerçekten anlamıyorlar, bilmiyorlar demektir. Kendimden biliyorum: Evrensele dair bilginin varlığını dahi tesadüfler sonucu keşfettim. Yüksek lisans ve doktorayla birlikte koskoca hukuk öğretiminin bana bu konuda pek az katkısı olmuştur.
Bilimin ve teknolojinin günümüzde geldiği aşama sayesinde çok büyük, uçsuz bucaksız bir evrende yaşadığımızı biliyoruz. Evrende sadece ‘Dünya’ adını verdiğimiz gezegende hayat olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yok. Bu kadar büyük bir evrende ise, kibre gerek yok. Kibrin büyük bir kısmı, bilgiyle ilgilidir. Bilimsel bilginin madde ve evren hakkında ulaştığı muazzam bilgi, bir dönem insanoğlunun kibrine kibir katmış olsa da, artık bildiklerimizin ve bilebileceklerimizin, bilinebileceklerden çok ama çok daha az olduğunu biliyoruz. Ne kadar bilgi sahibi olursak olalım, cahil kalmaya devam edeceğiz. Haddimizi bilmemiz gerekiyor. Bu büyük evren karşısında, bu büyük muamma karşısında haddimizi bilmeliyiz.
Evrimin çocuklarıyız. Basit varlıklarız. Diğer canlılardan apayrı varlıklar değiliz. Onlar ne kadar karmaşıksa biz de o kadar karmaşığız. Evrenin merkezi değiliz. Evrenin amacı da değiliz. Dünyanın merkezi değiliz. Dünyanın amacı da değiliz. İnsanlık veya medeniyet tarihi dediğimiz şey çok büyük bir tarihin tek bir noktasından ibaret. Bugün sahip olduğumuz medeniyetten önce, yaşadığımız topraklarda nice canlı türleri yaşadı, nice medeniyetler kuruldu. Beş bin yıl öncesinden bahsederken, tek tek insanlardan, şehirlerden bahsetmiyoruz. Bin yılı iki cümleyle anlatıp geçiyoruz. Beş bin yıl sonra bizden aynı şekilde bahsedecekler. Bazı devletlerin adı bile anılmayacak. Bazı medeniyetlerin ismine değinilip geçilecek eğer insanoğlu kendi yaşam şartlarını ortadan kaldırmamış olursa.
Evren ve insan hakkındaki atalarımızdan miras aldığımız pek çok düşüncenin, esasında cehaletten kaynaklandığını da biliyoruz. Burçlara atfedilen anlamların, doğal olaylarla kurulan ilişkilerin, hayatın başlangıcına dair hikayelerin, hayatın amacına dair iddiaların, kadın erkek ilişkilerinin; bin yıllar boyunca çoğunlukla cehaletin önderliğinde şekillendiğini biliyoruz. Dünyaya ait bilginin azlığı, insanları anlamadıkları olayları gizemli güçlerle açıklamaya yöneltmişti. Dünyanın mı güneşin etrafında yoksa güneşin mi dünyanın etrafında döndüğüne ilişkin inancın günlük hayatımıza etkili olmayacağını düşünebilirsiniz. Öyle de inansanız olur böyle de. Ama insanların standart dışı hareketlerini cinlerle, ruhlarla açıklamaya çalışmanın çok önemli sonuçları var. Sadece bu insanlara nasıl muamele edileceğiyle ilgili sonuçlar değil bunlar, aynı zamanda bir ‘cin çarpması’ teşhisini koyan kişinin kurduğu iktidar, bu iktidarın dayanakları, iktidarın kullanım biçimi, bu iktidarla bizim kurduğumuz ilişki; bütün bunlar gündelik hayatımıza doğrudan etki ediyor. Gündelik dilde yıldız kayması dediğimiz bir olay, bilimsel gözlemlere göre atmosfere giren göktaşlarının yanmasından başka bir şey değil. Ama siz bunların gayb aleminden bilgi çalmak için kendilerine çizilmiş sınırın ötesine geçmeye çalışan cinleri/şeytanları kovan meleklerin attığı taşlar olduğuna inanırsanız hayatınızı aklın değil, belirsizliğin ve keyfiliğin egemenliğine bırakmış olursunuz. Bilimin gözlemlerine rağmen bu inancınızı sürdürmeye devam etmekte ısrar ederseniz, kendi aklınızı inkâr etmiş ve sorgulamaksızın itaat edeceğinizi ilan etmiş olursunuz.
Bilim bir dönem ırkçılığın aracı olarak kullanılmıştı. Bir yandan bilimin ırkçı düşünceleri haklı çıkardığı sanıldı, diğer yandan ırkçı düşünceler bilimsel araştırmalara yön verdi. Neyse ki bu çılgınlık kısa sürdü. Gen haritasının çözülmesiyle ırksal ayırımların bir anlamının olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Herhangi bir ırka mensup olmak övülecek veya yerilecek bir şey değil. Bilim öğretiminden beklediğimiz, ırkçılığı birkaç darbeyle ortadan kaldırıvermesi.
Bilim bize cinsiyet konusunda da çok şey öğretti. İnsanlığın büyük bir kısmı tarih boyunca kadınların erkeklerden yaratılışları yahut yapıları itibariyle daha aşağıda olduğuna inandı. Akılları azdı. Güdülmeye muhtaçtılar. Ama bilimsel araştırmalar erkek ve kadın arasındaki biyolojik farklılıkların, sosyal ve siyasal yaşamda farklı muameleyi haklı kılmadığını gösterdi. Sadece kadın ve erkek arasındaki ayırım değil, diğer cinsel yönelimler söz konusu olduğunda da, sıklıkla söylenen ‘doğal’lık veya ‘normal’lik için belirli standartlarımız olmadığını öğrendik. Genel bir ifadeyle şunu söyleyebiliriz belki: Toplumlarda dışlanan, sömürülen, baskıya maruz kalan grupların bu muameleyi hak ettiğine dair ‘doğal’lık argümanı geçerli değildir. Doğal ve uyulması gereken standartlar yoktur. ‘Kadınlar doğaları itibariyle erkeğin egemenliği altına girmeli’ diyemeyiz. ‘Bazı insanlar doğaları itibariyle köledir’ diyemeyiz. Bazı cinsel yönelimler doğal olmadıkları için yasaklanmalıdır veya ayıplanmalıdır diyemeyiz.
Doğa bilimleri kendiliklerinden bizi batıl inançlardan, anlamsız kavgalardan uzak tutmaz. Ancak inançlarımızın ve kavgalara neden olan kanaatlerimizin geçersiz olduğunu gösterebilirler. Doğa bilimlerinin verilerini de kullanarak sosyal bilimler bize insani varoluşumuz hakkında pek çok şey söyleyebilir. Sözgelimi sosyoloji, insanlar arası ilişkilerin yapısını ortaya çıkarırken, doğal veya zorunlu kabul ettiğimiz kurumların kolaylıkla farkına varamadığımız yönlerini bize gösterebilir. Basit bir örnek verelim: Pek çoğumuz anne, baba ve çocuktan oluşan aile denen kurumun doğal olduğunu düşünürüz. Bu doğallık genellikle babanın egemenliğini, kadın ve çocuklar üzerinde bazı haklara sahip olduğunu ima eder. Çocuk üzerindeki haklar söz konusu olduğunda sadece baba değil, annenin de hakları vardır. Bu haklar bir bireyin hayatını şekillendirecek karar alabilmeyi de içerir. Ailesiz bir toplumsal yapılanmayı çoğunca hayal bile edemeyiz. Üstelik aile içinde üretilen söylem ve devletin desteğiyle birlikte aile kutsanmış, yüceltilmiş ve sorgulanmaz hale gelmiştir. Ancak psikoloji, antropoloji ve sosyoloji bir araya geldiğinde, farklı aile türlerinin mümkün olduğunu görürüz. Aile dediğimiz yapıdaki ilişkileri farklı açılardan görebilir ve eleştiriye tabi tutabiliriz.
Aynı eleştirel bakış ‘toplum’ dediğimiz hayali yapı için de geçerlidir. Toplumsal değerlerden ve topluma karşı görevlerden bahsederken toplum diye bir şeyin var olduğu, bu varlığın bireyler üzerinde bazı haklara sahip olduğu gibi bazı düşünceleri zımnen kabul etmiş oluruz. Sosyal bilimler bize yine bu yapıyı analiz etme ve eleştirme imkanı verir. ‘Toplum’ diye bir şeyin varlığını kabul etmenin bile esasında mevcut iktidar yapılarını korumaya yaradığını düşünmeye başlayabilir veya toplumun yekpare bir bütün olmadığını görebiliriz.
Sosyal bilimlerle birlikte hümaniter disiplinler diyebileceğimiz edebiyat, tarih ve felsefe; sundukları farklı okuma tarzı çeşitliliğiyle kendimize ve çevremize atfettiğimiz anlamı rafine hale getirmeye adaydır. Bir yandan çeşitliliği görmekle, çeşitliliğin, yani farklılığın olağan olduğunu anlayabilir ve gereksiz kavgalara son verebiliriz. Diğer yandan görünenin ötesindeki anlamların cazibesine kapılarak, değişen ve kararsız olandan vazgeçerek değişmezin ve kararlı olanın peşine düşebiliriz. Sanatla buluştuğumuzda ise, dünyayı görmenin ve anlatmanın sayısız yolu olduğunu anlayabilir ve insani varoluşa bambaşka bir anlam verebiliriz.
Öyleyse bilimler ‘birey’ olabilmemiz, ‘kendimiz’ olabilmemiz için ihtiyacımız olan donanımı sağlıyor. Kurumsal köleliği de gönüllü köleliği de ortadan kaldıracak olan, birey olabilmiş insanlardır. Özgürlük, bir başkasının vereceği bir şey değildir. Birey olmadan özgürlük mümkün değildir. Irkçılık, ayırımcılık, önyargı, peşin hüküm, cehalet, kesin inançlılık, hoşgörüsüzlük, bencillik, savaş, kıskançlık ve kibir… Doğal ve sosyal bilimlerle birlikte hümaniter disiplinlerin tümü bizleri bu hastalıklardan kurtarmaya adaydır. Elbette bu saydıklarım bir ahlak veya din öğretisi değil. Ancak ahlaki yargılarımızı oluştururken yaslanacağımız güçlü dayanaklardan bahsediyoruz.
Vatandaşlar olarak bilgiye dayalı özgür konuşmalar yaparak tartışabilmeye ihtiyacımız var. İnsanların birbiriyle konuşamadığı, bilgiye dayanmayan veya konuşanlar arasında ciddi bir bilgi farkının olduğu, tartışmanın tek taraflı aktarımdan ibaret olmadığı bir ortam inşa edemezsek, hangi ad altında yönetilirsek yönetilelim, şöyle ya da böyle köleler oluruz.
Birey ve vatandaş olmak için bilgiye ihtiyacımız varsa, hukukçularımızın da aynı bilgiye ihtiyacı vardır. Aydınlanmamış ve birey olamamış hakim, vereceği kararın ahlaki sorumluluğunu almaya cüret edemez. Daima başkalarının sözlerini tekrar eder. Yönlendirmelere ve baskılara karşı koyamaz. Kendini inkar etmemek için, bağımlılık ideolojisi üretir; gönüllü köle olur. Aydınlanmamış ve birey olamamış hakim, hakkında karar vereceği kişileri bireyler olarak göremez. Onları kendi varoluşları çerçevesinde ele alamaz. Onlara saygı duyamaz. Değer veremez. Aydınlanmamış ve birey olamamış hakim, hakkında karar vereceği insanların özgürlüklerini önemsemez. Kendi farklılıkları içerisinde var olma haklarını hayata geçiremez. Hayali bir toplum ve devlet kavramına yaslanarak, kesin inançlılıkla tek bir ahlaki yargıyı dayatmaya çalışır. Kendisininkinden farklı dinlerin mensuplarını anlayamaz, farklı hayat tarzlarına tahammül edemez. Farklılıkları kendisi için tehdit olarak görür ve elindeki kamu gücünü bu farklılıkları ortadan kaldırmak için kullanır. Önce devlete tapar, sonra kendisini devlet sanmaya başlar.
Her davanın aynı zamanda tarafı olur. Olaylar arasında makul ve açıklanabilir ilişkiler kuramaz. Muhataplarını ikna edemez. İkna etmeye de çalışmaz.
Hasılı: Hukukçunun hukuktan başka doğa bilimlerine ihtiyacı var. Türkiye şartları içerisinde biyolojiye ve evrimsel biyolojiye bilhassa ihtiyacı var. Hukukçunun, tarihe ihtiyacı var. Ama kronolojiye değil; tarihin yorumlanması yollarını öğrenmesine ihtiyacı var. Bunun yanında elbette uygarlık tarihine ve siyasi tarihe ihtiyacı var. Hukukçunun hukuktan başka sosyolojiye, antropolojiye ihtiyacı var. Siyasi düşünce tarihine, iktisadi düşünce tarihine ihtiyacı var. Dilbilime, mantığa, felsefeye ihtiyacı var.