Günümüz dünyasında, bugün için varılan noktada en ideal yönetim biçimi, demokrasinin, yani temel hak ve özgürlüklerin, hukukun üstünlüğünün, laikliğin, basın ve ifade özgürlüğünün egemen olduğu yönetimlerdir.
İnsanlık, bu yönetim biçimine ağır bedeller ödeyerek ulaşmıştır.
Türkiye’de de 1919’larda başlayan ulusal kurtuluş savaşının ardından, bu değerleri yaşama geçirmek için zorlu bir uğraş verilmiştir.
Demokratik ve laik cumhuriyet hedefiyle, saltanat kaldırılmış, çağdaş bir ülke ve toplum inşasına girişilmiş ve bu kapsamda önemli adımlar da atılmıştır.”muasır medeniyet seviyesi” sloganı, şiarı da bu yaşam biçimine işaret eder.
Ancak demokratik ve laik cumhuriyete karşı olanlar, gerici Arap rejimlerini kendilerine örnek alanların çabaları da hep süregeldi.
Emperyalizmden güç alan, saltanata, biat kültürüne bağlı kişi ve gruplar, cemaatler, tarikatlar hemen her dönem iktidarda olan sağcı iktidarlarla iç içe olup, dini de kullanarak önemli mevziler kazandılar. Devlet içinde her kademede egemen hale geldiler.
12 Mart, 12 Eylül askeri darbeleri de bu kesimlerin güçlendiği dönemler olarak tarihe geçti.
Şimdilerde ise, ülke yönetiminde bulunanlar, yani 15 yıllık AKP iktidarı döneminde “dindar devlet”, İslam dünyasının lideri” hedefini saklamadan çalışmalarını tepe noktaya çıkardılar.
F. Gülen cemaati adeta bir koalisyon hükümeti kurarak devletin kilit noktalarında kadrolaştı. Sonrasında koalisyon ortakları hazineyi, kadroları, arazileri, devleti paylaşmada anlaşmazlığa düşmüş olmalılar ki, ayrı düştüler, düşman kardeş oldular ve birbirlerine karşı “devleti tek başına ele geçirmek için” darbe bile planlayıp uygulamaya koydular.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından iktidarı elinde bulunduran yönetim, zaten sol için, iktidara muhalifler için yürüttüğü baskıcı, hukuk tanımaz uygulamalarında ses duvarını aştı. 12 Mart, 12 Eylül Askeri darbeleri ile kıyaslamaya, neredeyse bu iki darbeyi aratacak değerlendirmelere konu oldu.
Fetö’cülerin siyasetteki, TBMM’deki, hükümetteki kadrolarına hiç dokunulmadı.
Bugün terörist başı dedikleri Fetö ile ülkeyi uzun süre birlikte yönetenler, “ne istedilerse verdik” diyenler, F. Gülen’in elini öpmek, başlarını kapatmak için sıraya giren siyasetçiler bugün hala görevlerini sürdürüyor. Gözaltına alınan, cezaevlerine konulan, işten çıkartılanlar içerisinde elbette Fetö yandaşları, finansörleri de var.
Ancak ilan edilen OHAL ile birlikte çıkartılan kararnamelerle asıl hedef olarak iktidara muhalif olanlar, solcular, sosyalistler seçildi. Fırsat bu fırsat binlerce akademisyenin görevine son verilerek üniversiteler tam teslim alındı. Zaten 15 Temmuz darbe girişiminden bağımsız olarak son on yıldan beri muhalif bilinen yüzlerce üniversite öğrencisi okullarından atıldı, kimisi cezaevlerine dolduruldu.
Bununla yetinilmedi muhalif bilinen öğretmenler, memurlar işlerinden atıldı üye oldukları sendikalar çökertilmeye çalışıldı.
Sayılar on binleri buldu, tam bir hukuksuzluk ülkeye egemen oldu.
Mesleğim olan gazeteciliğe, medya yaşamına bakacak olursak aynı vahamet, aynı hukuk dışılık burada da çok açık bir biçimde görülecektir.
15 Temmuz’dan sonra OHAL KHK‘ları ile 45 gazete, 16 dergi, 3 haber ajansı, 23 radyo kapatıldı. Bu ay itibarıyla 157 gazeteci cezaevinde.
Dışarıda olan, cezaevlerinde olmayan 100 dolayında gazeteci için cumhurbaşkanına hakaret gerekçesiyle 3 bini aşkın dava açılmış bulunuyor.
Bu süreçte kapatılan yayın kuruluşlarında çalışanlar ve halen kapatılmayan kurumlarda çalışanlardan 4 binden fazla basın emekçisi atıldı, işsiz bırakıldı.
Referandum süreci de kullanılmak suretiyle iktidara muhalif olan kişi ve kuruluşlar terörist ilan edilerek hedef gösterilmekte, itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Nitekim son olarak İstanbul’da Müjdat Gezen Sanat Merkeziyakılmak istendi. Demokrasilerde bu tür uygulamaların yeri yoktur ve ülkeyi yönetenler evrensel hukuka bağlı kalmak zorundadır. Demokrasi, insan hakları, hukuk insanlar için var.
Hukuk insanların, günlük yaşamını, iş yaşamını huzur ve güvenlik içinde sürdürmesi için var.
Ancak bugün artık bunlar adeta lüks hale geldi.
İş güvencesi yok, insanlar politik görüşleri nedeniyle, haksızlığa itiraz ettikleri için işlerinden atılıyor, işsizliğe açlığa mahkum hale getiriliyor.
Örgütlü, sendikalı oldukları için, sendikaları iktidara muhalif görüldüğü için işlerine son veriliyor.
Üniversiteler iktidarın belirlediği yandaş rektörlerin, dekanların yönetiminde hükümetin üniversiteleri haline sokuldu. İtiraz eden bir avuç akademisyene de son darbeler vuruldu. Dikensiz gül bahçesi yaratıldı.
Geçmişte bağımsız bilim kurumları olan üniversitelerde rektörler, dekanlar hükümetin valisi gibi çalışmazken bilime, özerk, bağımsız üniversite kavramına, öğrencilerine sahip çıkarlardı.
Bununla ilgili bir örneği, kendi yaşamımdan vermek isterim.
Ben 1971 yılında SBF Basın Yayın Yüksek Okuluna ( şimdiki İletişim Fakültesi) başladım.12 Mart askeri muhtıra dönemi. SBF yine iktidarın hedefi. Mümtaz Soysal, Bahri Savcı, Sadun Aren gibi hocalarımızın birçoğu Mamak cezaevinde. Biz de hocalarımıza ve üniversitelere yönelik baskılara karşı eylemler, boykotlar yaptık. Yıl 1973 Nisan. Bu eylemler nedeniyle BYYO’dan 7 öğrenci gözaltına alındık. Önce emniyet sarayı, sonra Yıldırım Bölge Askeri Tutukevi’nde ben ve 6 arkadaşım bir ay süreyle gözaltında kaldık. TCK 142 den “Komünizm propagandası ve öğrenim özgürlüğünü engellemekten” yargılandık. Sonra mahkememiz dışarıdan devam etmek üzere tahliye olduk. Okulumuza döndük. Öğrenimimize devam ettik ve dört yılda okulumu bitirdim. Yıl kaybım olmadı. Hakkımızda soruşturma açılmadı, okuldan atılmadık. Çünkü o sırada BYYO okulunun müdürünün adı Muammer Aksoy’du.
Gözaltından sonra Muammer Aksoy’un dersindeyim. Ders biter bitmez koridorda Aksoy hocaya yetiştim. “Hocam, sağolun, biz 7 arkadaş bir aydır okula gelemedik. Bizim için soruşturma açmadınız, teşekkür ederiz.” deyince, yanıtı çok sade oldu; “Yavrum benim derdim siz değilsiniz, benim derdim ve kavgam hukuksuzluğa karşıdır. Size haksızlık yaptılar, hukuksuzluk yaptılar.”
Mülkiyede hocalar öğrencilerine sahip çıkmıştı. Hukuksuzluğa karşı çıkmıştı.
İktidarlar her dönemde kendilerine yandaş olmayanları düşman gibi görmüştür.
Ülkemizde son 100 yıl içinde öldürülen gazeteci, yazar, aydın sayısı 90 dolayında.
Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, İlhan Erdost, Hrant bunlardan sadece birkaç örnek isim.
Bu öldürülenlerin tümünün iki ortak özelliği var.
Birincisi, bu kişilerin tümü, dönemin iktidarlarına karşı yazılar yazan, konuşan, “muhalif” olarak görülen kişiler.
Bu kişilerin ikinci ortak özelliği, hiçbirinin katilleri bulunmuyor. Birkaç tetikçi ortaya çıksa da azmettiren gerçek güçler bulunmuyor. Suçlular, devletin “derinliğinde” kayboluyorlar.
Son 15 yıldan beri yaşanan bu dönem, ülkemizde basın, düşünce ve ifade özgürlüğü için tam bir karanlık, baskıcı yıllar olarak basın tarihinde şimdiden yerini aldı.
Bu dönemde iktidar, sermaye ile kol kola, kendine bağlı işadamları aracılığıyla gazetelere el koydu, yönetimlerini değiştirdi, kayyumlar görevlendirdi. Sonunda medya kuruluşlarının yüzde 90’ını denetimine, kontrolüne aldı. Buna da “havuz” medyası denildi.
Yani gelinen noktada ülkemizde medya sektörünün yüzde 90’ı devletleştirildi, iktidarlaştırıldı.
Görülmemiş sayıda gazeteci, yazar, küçük ya da büyük çıkarlar için iktidarın emrine, kucağına attı kendisini. Adeta genetiği değiştirilmiş bir gazeteci türü ortaya çıktı. Baskıya uğrayan, cezaevlerine atılan arkadaşlarını, meslektaşlarını savunmayan gazeteci türü. Mesleklerini, haberciliği, evrensel basın ilkelerini değil iktidarı, cumhurbaşkanını, savunma yolunu seçtiler.
Ülkemiz, Uluslararası kuruluşların değerlendirmelerinde, basın ve ifade özgürlüğü sıralamasında Afrika ülkeleri ile birlikte anılıyor.