Bu çalışmanın temel amacı son yıllarda farklı çevreler tarafından sıklıkla dile getirilen Türkiye’de İslami cemaat ve tarikatların sistem içerisine çekilerek dinî ve mali hareketliliklerinin denetlenmesi önerileri üzerine genel bir tartışma yürütmektir. Bilindiği üzere son dönemde başta Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, gazeteci İsmail Saymaz, bir kısım ilahiyatçı yazar ve sol-liberal düşünür tarafından da farklı argümanlarla dile getirilen, cemaat ve tarikatların dernek veya vakıf çatısı altında tanınarak devlet denetimine girmeleri gerektiğine yönelik öneriler sıklıkla kamuoyunda kendisine yer bulmaktadır1. Temelde devletin iki ayrı koldan denetleme yapmasını teklif eden bu önerilerde öncelikle bu yapıları Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) çatısı altında bir kontrol mekanizmasıyla itikadi yönden denetleme vurgusu öne çıkartılırken, ikinci olarak bunların Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi organlarca denetimi ve bu yolla mali hareketliliklerinin kontrol edilmesi amaçlanmaktadır. Önerilerin temel gerekçesi olarak çoğunlukla bu alanlardaki yasal boşluklardan tarikatların bugüne kadar sürekli faydalanmış olmaları gösterilmektedir. Bir diğer deyişle günümüzde toplumsal bir gerçeklik oldukları, bu oluşumların denetlenmesinin ancak böyle bir yolla olanaklı olduğu ve inanç özgürlüğünden hareketle “sosyal bir gerçekliğin kanunla yok sayılarak” görmezden gelinmesinin mümkün olmadığı bu iddia sahipleri tarafından ileri sürülmektedir. Bu kapsamda çalışma, bu önerilerin bir değerlendirmesini ve sayıları artan tarikat vakıfları bağlamında iktidarın ve DİB’in son yıllarda artış gösteren girişimlerinin bir incelemesini yapmayı amaçlamaktadır.
Bilindiği üzere bir rabıta olmadan tanrıya ulaşmanın ve herhangi bir mürşit olmadan hakikate erişmenin mümkün olamayacağı düşüncesinden hareket eden tarikatlar, tarihsel olarak VIII.-IX. yüzyıldan itibaren sufi bir anlayış içerisinde vücut bulan, tasavvuf anlayışının kurumsallaştığı ve Osmanlı döneminde ise dergâhlar vasıtasıyla toplumsal varlıklarını sürdüren yapılardır. Tarihsel süreçte bu oluşumların çoğunlukla bir mürşitten el almış bir başka mürşidi gerektiren, bir mekânda tekke eğitimiyle gerçekleşen, mürşide teslimiyetçi bir şekilde bağlanmayı zorunlu kılan ve masrafların genellikle vakıflar aracılığıyla karşılandığı ortak unsurlara sahip olduğu ifade edilebilir2. XX. yüzyılla birlikte değişkenlik gösteren tarikat yapıları, kent yaşamınauygunşekildedahafarklıözellikler göstererek cemaatler hâlini almış ve bu tekke eğitimine dayalı tarikatlar arasından ayrılmıştır. Bu ayrımda tarikatlar, temel olarak bir zikir geleneğine dayanan sözlü kültürün ağırlıkta olduğu geleneksel yapılar olarak varlık gösterir iken, cemaatlerin ise başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere dinî metinlerin okunmasına dayanan ve daha çok yazılı kültüre önem veren post-tarikat oluşumlar oldukları söylenebilir3.
***
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 33. sayısında okuyabilirsiniz.