5 Kasım sabah, Sıkıyönetim nizamiyesindeyiz.
6 Kasım sabah, Sıkıyönetim nizamiyesindeyiz.
7 Kasım sabah, Sıkıyönetim nizamiyesindeyiz.
7 Kasım Cuma, akşam, mesai biterken gözaltına alınıyoruz. 1917 Ekim Devrimi’nin büyükelçiliklerde, konsolosluklarda kutlandığı saatlerde, tam da o saatlerde canhıraş dövülüyoruz biz. “Var mı lan sol yayın?” diye.
7 Kasım. Bir beden olarak İlhan bir battaniye arasına sığıyor. Bir ölü olarak Türkiye coğrafyasına sığmayacak.
o
12 Eylül’ün 25. yılı dolayısıyla 12 Eylül sabahı Başbakanlık’tan alınıp Zincirbozan’a dinlenceye kapatılan Demirel, yıllar sonra, karşılaşacağı Kenan Evren’e sorar: “11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü nasıl durdu?” Yanıtlamaz Evren. Demirel: “Kanın üzerinde oturuyorsun!” diyecektir.
19- 24 Aralık 1978 K.Maraş kanlı olaylarının ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ama sokakta kan azalmamış, artmıştır.
Senaryo NATO modelidir: Kızılordu Kafkas sınırında apardadır. İçerde “komünist” Ecevit iktidardadır. Minarede imam, “dini bütün müslümanları”, kazması varsa kazmasıyla, baltası varsa baltasıyla, kızıl kanı dökmek için cihata çağırmaktadır. Maraş kan içindedir. Bu, “düşürülecek olan iktidarı” tilkilerle kargaların kapma oyunudur. Güvercinler hedeftedir.
Harp Akademileri Komutanı Bedreddin Demirel, 1978 başında askeri müdahale düşüncesindedir. Evren, bir askeri müdahale için ortamın daha da olgunlaşmasını ister yani daha çok kan ister.
Ortamın olgunlaşması demek, sokaktaki kanın Kızılırmak olup ülkenin bağrından akması demektir. Sayılar gerçeğin iskeletidir. Sokakta kan dökülmeye başlandığı Aralık 1974’ten 11 Eylül 1980 akşamına değin 69 ayda, soldan- sağdan 5.388 kişi siyasal amaçlarla öldürülmüştür. 13 ilde sıkıyönetimin ilan edildiği 26 Aralık 1978’den 12 Eylül 1980’e değin, yani 21 ay içerisinde siyasal nedenlerle 3.463 kişi öldürülecekti. Bu, şöyle de açıklanabilir: Sıkıyönetim öncesi dönemde, 48 ayda 1.425 ölü; sıkıyönetim döneminde 21 ayda 3.463 ölü. Sıkıyönetim döneminde, Ecevit’in başbakanlığı sırasında, ayda ortalama 67,9 ölü; sıkıyönetim döneminde, Demirel’in başbakanlığı sırasında ayda ortalama 305,5 ölü.
Orgeneral Bedreddin Demirel’in anlatımıyla, bir askeri darbe için ortam, beşli cuntanın başı Evren açısından olgunlaşmıştı. Ama sayılara bakılırsa darbe için ortam, olgunlaşmamış, olgunlaştırılmıştı. Ortam olgunlaştığı için darbe yapılmamış, darbe yapmak için ortam olgunlaştırılmıştı. Bir askeri müdahale için sokakta kan dökülmesinden ayrı olarak belirtelim ki, Orgeneral Demirel’in düşündüğü gibi olsaydı, yani ordu 1978 başında müdahale etseydi, -çok yazdım, çok yineledim- 12 Eylül 1980’e kadar öldürülmüş olan 5.388 kişi yerine 382 kişi öldürülmüş, dolayısıyla 5.006 kişi yaşamda kalmış olacaktı.
Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart da, 12 Eylül de nasıl ki, Truman ve Eisenhower doktrinlerinin öz çocukları ise, 12 Eylül sonrasının işkence odaları, cezaevi hücreleri, darağaçları da bu doktrinlerin Türkiye’yi kuşatan öz çocuklarıydı. Çünkü, 12 Eylül öncesi dökülen kan, kan dökenlerin yolunu açmakla kalmadı; 12 Eylül, kan dökme gücünü, sokakta dökülen kandan aldı. 12 Eylül yönetiminin döktüğü kan, insanın insan olma özgürlüğünün işkenceye yatırıldığı, filistin askısına gerildiği, darağacına çekildiği sistemin (12 Eylül anayasası ve yasaları anımsansın) gücü oldu. Bu anayasa ve bu yasalar, anayasa ve yasa olma gücünü, soluğu alınmış canlardan aldılar. Çünkü ne kadar öldürdüyseler, kendilerini o kadar güçlü ve o kadar özgür duyumsadılar ve bu nedenle de “hiç korkmadılar”.
12 Eylül yönetimi “kanın üstüne oturmuş”tu, ama yalnızca kaidesi değildi kan, kendisi de (mayası da denebilir) kanla yoğrulmuştu.
12 Eylül cuntasının oluşturulmasının amacı, ülkeyi kardeş kavgasından, iç savaştan kurtarmak değildi. Çünkü kardeş kavgası, iç savaş, tasarımsal 12 Eylül erkini oluşturmak için çıkarılmıştı. İç savaş ve kardeş kavgası büyütüldü ve o, 12 Eylül erki oldu. Bir askeri darbe ortamının oluşturulması için ne kadar kan döküldüyse, 12 Eylül askeri yönetimi o kadar kan döktü: Filistin askısında, işkence tezgahında, cezaevi hücresinde, darağacında.
Bir kez daha yineleyerek bitireyim:
Onlar öldürüldüler.
Doğal ki öldü onlar.
İnsan olmanın onurunu yüceltti onlar,
özgürleşmenin yükselen bayrağı onlar şimdi.
Çağdaş kölelikten, özgürlüğe giden çetin yolda işkencelerin,
cezaevi baskınlarının, öldürümlerin, darağaçlarının çetin yolunda,
boyun eğmeyenlerin, ezilmeyenlerin bilincinde soluk alıyor onlar, direncinde yaşıyor onlar.
Biz onlarla övünçlüyüz.
Biz onlarla dirençliyiz.
Biz onlarla büyüyen bir ateşiz.