Anayasa’da 7 Mayıs 2004 tarihli ve 5170 sayılı Kanun’la yapılan değişiklik sonrasında 90. maddenin son fıkrasına eklenen cümle gereğince; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”. Söz konusu değişiklik Anayasa m.90’a ilişkin önceki bazı tartışmaları sona erdirmekle birlikte, değişikliğin lafzı amaçsal yorumdan bilinçli şekilde uzaklaşmaya da imkân sağlayacak nitelikte kaleme alındığı için bazı noktaların açıklığa kavuşturulmasını gerektirmektedir. Öğretide de savunulduğu üzere[1] kanımızca; öncelikle “temel hak ve özgürlükler” ifadesi sadece Anayasa’da öngörülen temel hak ve hürriyetler listesiyle sınırlı olmayıp Türkiye’nin onayladığı tüm uluslararası sözleşmelerde güvence altına alınan insan haklarının istisnasız tamamını kapsar. “Milletlerarası antlaşmalar” kavramı ise, belirli bir bölgesel veya evrensel ölçekli uluslararası alanda kabul edilmiş belgelerle sınırlı olmaksızın Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarca kabul edilmiş tüm insan hakları sözleşmelerini içerir. Örneğin; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, çekince koyduğumuz maddeleriyle bir bütün olarak Avrupa Sosyal Şartı ve Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı, UÇÖ’nün 87 ve 98 sayılı sözleşmelerinin yanı sıra onayladığımız diğer tüm sözleşmeleri ve Birleşmiş Milletler sözleşmeleri Anayasa m.90/5 uyarınca hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın öncelikle uygulanması gereken belgelerdir. Zira bireysel ve toplu iş hukukundan kaynaklanan hak ve özgürlükleri de içinde barındıran sosyal haklar, insan onurunun bölünmezliği ilkesi ve yaşam hakkı ile son derece yakından ilişkili olup insan haklarının vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaktadır.
Öte yandan dar ve sözel bir yorum doğrultusunda uluslararası antlaşmalar ile Anayasa arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkların Anayasa m.90/5’in kapsamına girmediği ileri sürülebilmekte olsa da, gerek Başlangıç metninde ifade edildiği üzere Anayasa; “…Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde (… ) fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere” kabul edildiğinden, gerekse Anayasa m.2’de “insan haklarına saygılı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan” ve m.14’te “insan haklarına dayanan” bir devletin gereği olarak, Anayasa’dan daha ileri haklar ve güvenceler öngören uluslararası antlaşmaların Anayasa’dan da üstün tutulması gerektiği kanaatindeyiz. Zira aykırı kuralları Anayasa’da sürdürerek insan hakları sözleşmeleriyle bağdaşmayan kuralların korunması ve insan haklarıyla ilgili uluslararası antlaşmaların yalnızca çelişik kurallar içeren yasalar karşısında öncelikle uygulanması[2], Anayasa’nın insan haklarının devlet tarafından ihlal edilmesinde “meşru” bir kılıf haline dönüştürülmesine yol açtığı gibi, ek cümleyle yapılan düzenlemenin amacına aykırı düşer ve bu düzenlemenin uygulama alanını daraltır[3].
Ayrıca kanımızca “esas alınır” şeklinde bir emir içerdiği açık olan Anayasa m.90/5, yasaların uygulanması kadar yapılmasını da kapsadığından yasama, yürütme ve yargıyı bağlar. Bu itibarla Meclis’in böyle bir uyuşmazlığa yol açabilecek ve uluslararası antlaşmalara aykırı yasalar çıkarmamakla, yürütme organının da olağanüstü hâl dönemlerinde dahi insan haklarına ilişkin uluslararası antlaşmaları ihlal etmemekle yükümlü olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Hakimler ise taraflarca ileri sürülmese bile, en ilerici kuralları içeren uluslararası antlaşmaları, uluslararası denetim organlarının ilkelerini ve kararlarını da kapsayacak biçimde kendiliğinden göz önüne alarak doğrudan doğruya iç hukuka uygulamakla yetkili ve görevlidir. Dolayısıyla yargıç, hukuk yaratma yetkisini kullanırken taraf olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmelerini de göz önüne almalı; iç hukuktaki boşluğu, yazılı hukukun bir parçası olan bu sözleşmelerle doldurmalıdır[4]. Bu kapsamda ilerici, yetkin ve donanımlı akademisyenlerden alınacak nitelikli hukuk eğitiminin ve hukuka ve adalete bağlı, sağduyuya, açık fikirliliğe ve ilerici zihniyete sahip hakimlerden oluşan bağımsız ve tarafsız yargının varlığının, daha özgür ve adil bir ülke için önemi ortadadır.
Anayasa m.90/5’in emredici niteliğinin gerek başlangıç hükümleri doğrultusunda hukukun evrensel ilkeleri ve uluslararası sosyal hukuka uygun şekilde, gerekse amaçsal yorum çerçevesinde tüm yargı organlarınca kendiliğinden dikkate alınması yükümlülüğü Yargıtay’ın son yıllardaki toplu eyleme ilişkin kararlarında rastlanılan bir husus olmaya başlamıştır. Böylelikle Yargıtay’ın kimi dairelerince kabul edildiği üzere; Anayasa m.90/5 kapsamında 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun özellikle grev hakkına ilişkin maddelerinin ihmal edilerek somut olaya öncelikle uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması söz konusu olmaktadır.
Nitekim Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin 87 Sayılı UÇÖ Sözleşmesi çerçevesinde greve yönelik birtakım temel ilkeler benimseyen Sendika Özgürlüğü Komitesi’ne göre; grev hakkının kullanımı aşırı ölçüde sınırlandırılmamalıdır. Sendika Özgürlüğü Komitesi’nin en çok eleştirdiği konulardan biri, grev hakkının sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması aşamasına hasredilmesidir[5]. Komite, çalışanları doğrudan etkileyecek istihdam, çalışma koşulları ve yaşam standartları gibi ekonomik ve sosyal politika tedbirlerine karşı greve başvurulabileceğini kabul etmektedir. Özellikle salt siyasal grev olmamak ve barışçıl nitelik taşımak koşuluyla hükümetin ekonomik ve sosyal politikalarını eleştirmek ve protesto amacıyla sendikaların greve başvurmasının, grev hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu bağlamda Komite, toplu iş sözleşmesinde öngörülen asgari ücretin arttırılması ve işsizliğe ilişkin ekonomi politikalarında değişiklik gibi konularda yapılan 24 saatlik genel grevi, işçi örgütlerinin işçilerin çıkarlarını korumak için uyguladığı meşru faaliyetlerden olduğunu belirterek hukuka uygun bulmuştur. Yine Komite barışçıl olduğu sürece dayanışma grevi, kısa süreli iş bırakma, işi yavaşlatma ve işyeri işgali gibi eylemleri de toplu eylem hakkı kapsamında meşru olarak değerlendirmektedir.
Bu itibarla Yargıtay 7. Hukuk Dairesi’nin 04.06.2014 tarihli ve 2014/7643 E. ile 2014/12368 K. sayılı kararında; 2010 yılındaki Anayasa değişikliği kapsamında Anayasa koyucunun iradesinin, 54. maddede sayılan yasaklamaların uluslararası düzenlemelere aykırılığı nedeniyle Anayasa metninden çıkarılarak Türk hukuk sisteminde uygulanmaması olduğu belirtilmiştir. Bu itibarla somut olayda işçilerin iktisadi ve sosyal çıkarlarını koruma ve düzeltme amacı taşıyan işyerindeki eylemin Anayasa m.54’teki yasakların kalkması, Anayasa m.90 ve uluslararası normlar uyarınca demokratik bir hakkın kullanımı niteliğinde olduğu, toplu eylemin ölçülülük ilkesine uygun olmak şartıyla 6356 sayılı Kanun’da öngörüldüğünün aksine kanun dışı eylem olarak değerlendirilemeyeceği hükmüne varılmıştır.
Benzer şekilde Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 25.03.2014 tarihli ve 2013/13993 E. ile 2014/10049 K. sayılı kararı ile de kanunların hiçbir düzenleme içermediği ve bilinçli boşluk bulunduğu hallerde dahi uluslararası antlaşmaların uygulanacağı ifade edilirken, Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 14.05.2013 tarihli ve 2013/7515 E. ile 2013/10949 K. sayılı kararında; ulusal mevzuat hükümlerine göre kanun dışı grev olsa dahi somut olaydaki eylemin, Anayasa m.90 gereğince uluslararası sözleşmeler açısından da değerlendirilmesi gerektiğine hükmedilmiştir. Kaldı ki 22. Hukuk Dairesi 6356 sayılı Kanun’un aksine, uluslararası hukuk çerçevesinde işçilerin ortak ekonomik ve sosyal menfaatlerini ilgilendiren konularda tepkilerini toplu eylem yoluyla ifade etme haklarının bulunduğunu açıkça kabul etmiştir.
Sonuç olarak; Anayasa m.90/5 gereğince; tarafı olduğumuz insan haklarına ilişkin uluslararası antlaşmaların tamamı çekince koyulan hükümleriyle birlikte Türkiye’yi bağlamakta ve iş hukukunun temelini oluşturan işçinin korunması ve işçi lehine yorum ilkeleri kapsamında Türk iş hukukuna doğrudan uygulanmaları gerekmektedir. Bu bağlamda 6356 sayılı Kanun gerek Anayasa m.90/5’e, gerekse uluslararası antlaşmalara aykırı birçok düzenleme içermektedir. Özellikle 6356 sayılı Kanun’da öngörülen kanuni grev ve kanun dışı grev ayrımı Anayasa m.90/5 uyarınca hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Kaldı ki Anayasa m.90/5’in varlığı, Anayasa m.54/I’in de başlı başına uluslararası antlaşmaları ihlal edici nitelikte olduğunu gösterdiği gibi, Anayasa koyucunun gerçek iradesinin uluslararası insan hakları ve sosyal hukukunun esas alınması olduğunun önemli bir kanıtıdır. Öte yandan 6356 sayılı Kanun m.63/1’i değiştiren 678 Sayılı KHK’nin 35. maddesinin, Bakanlar Kurulu tarafından ekonomik ve finansal istikrar, genel sağlık ve milli güvenlik gibi son derece soyut ve geniş kapsamlı kavramları bozucu nitelikte olduğu iddia edilerek verilen grev ertelemesi kararlarının ve Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin yakın tarihli birçok kararında, toplu eylemin “işverene özel olarak zarar verme kastı içermemesi ve ölçülü olması” gerektiğini ileri sürerek somut olayda kanuni grev hakkının kullanılmadığına hükmettiği kararlarının da Anayasa m.90/5 kapsamında hukuka uygunluğunun ve geçerliliğinin bulunmadığı şüphesizdir. Dolayısıyla devletin, sosyal haklara ilişkin pozitif yükümlülüğü çerçevesinde Anayasa m.65’in aksine ekonomik yetersizlikleri ve kaynak eksikliklerini bahane göstermeksizin, çalışanların tamamına iş hukukundan doğan tüm sosyal haklarını eksiksiz şekilde kullanabilmeleri için, sosyal hakların dava edilebilirliği başta olmak üzere, gerekli araç ve yöntemleri sağlamaya yöneltilmesindeki örgütlü mücadelenin özellikle içinde bulunduğumuz dönemde daha da büyük önem taşıdığı aşikardır.
[1] Bkz. Gülmez, Mesut: “Sendikal Haklara İlişkin Sözleşmelerin İç Hukuka Üstünlüğü ve Yasamızdaki Aykırılıklar”, Çalışma ve Toplum, S.2004/4, s.32-41.
[2] Ancak uluslararası antlaşmalar ile daha ilerici düzenlemeler içeren kanunlar arasında bir uyuşmazlık çıktığı takdirde, uluslararası antlaşmalar esas alınmayacak ve uyuşmazlık daha etkili, kapsamlı veya ilerici güvenceler sağlayan kanunların uygulanmasıyla çözülecektir.
[3] Bkz. Gülmez, Mesut: “Anayasa Değişikliği Sonrasında İnsan Hakları Sözleşmelerinin İç Hukuktaki Yeri ve Değeri”, TBB Dergisi, Sayı 54, 2004, s.155.
[4]A.g.e, s. 160.
[5] Doğan, Sevil: “Toplu Eylem Hakkı ve Siyasi Grev Bağlamında Bir Yargıtay Kararı İncelemesi”, Çalışma ve Toplum, S. 2014/1, s. 318.