16 Nisan’da başkanlık rejimi için gerçekleşen anayasa değişikliği referandumu Türkiye siyasi tarihinde başlı başlına önemli bir olgu olarak görülmeli. Önemi, yaşanan siyasi krizlerin hemen ardından gerçekleşmiş olması kadar kapitalist Türkiye’nin tarihsel gelişimindeki evrenin tekabül ettiği nokta ile ilgilidir. Ancak başkanlık tartışmaları ne yazık ki bu bütünlük içinde ele alınamadı. Demokrasi-otokrasi eksenine göre tarif edilmiş tek boyutlu bir tartışmanın dışına çıkılamadı.
Halbuki, bugün gelinen nokta tek başına Erdoğan’ın kişisel ihtirasları ile açıklanamayacak boyuta sahip. Ya da başka bir bakış açısıyla, başkanlık rejimine geçiş, AKP iktidarının sıkışmasından kurtulmak için bütün ipleri eline alma girişimlerinden daha öte bir anlamla yüklüdür. Elbette bu anlamın içinde gerek Erdoğan’ın “kişisel” belirleyiciliği ve AKP iktidarının son 15 yıllık biriktirdiği kriz başlıklarının çözüm isteği de ihtiva ediliyor. Ama ifade edildiği gibi bugün başkanlık rejimine geçiş, 1923 Cumhuriyet’inden bugüne gelen bir sürecin gelişim eğilimlerini analiz etmekle mümkündür. Ve bugün Türkiye’nin yaklaşık 100 yıllık siyasi tarihine bakıldığında, başkanlık rejimine geçişin en önemli nedeni ve sonucu olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları olduğu açık olarak görülecektir. Bu gerçek görülmeden, kapitalist Türkiye’nin doğalında gerici ve baskıcı bir rejime dayanacağı gerçeğini göremeden yapılacak analizlerin ayakları havada kalacaktır.
Belki yazının sonunda söylenecek olanı başta söylemek gerek: Tam da bu yüzden meselenin bam telini, nirengi taşını, kerteriz noktasını ya da eksenini tek başına otokrasi-demokrasi ikilemine değil, bu ikilemin bizzat kaynağı ve zemini olan sistem meselesine indirgemek gerekmektedir. Bu soyutlama doğaldır ki öncelikle sistem karşıtlığını merkeze almak durumundadır. Kapitalist Türkiye’ye evet deyip başkanlık rejimine hayır demenin çelişkileri –bugünkü aşama nedeniyle- bulunmaktadır.
Bu satırlar okunurken doğal olarak şu tür düşünceler akla gelebilir. Başkanlık rejimine geçmeden önce de kapitalist Türkiye vardı ve ne gerekli görüldü denilebilir. Doğrudur. Ancak Türkiye kapitalizminin tarihsel gelişimi nasıl AKP’yi doğurduysa bugün bu kapitalizmi temsil eden ve yöneten devlet aygıtının da aynı şekilde başkanlığa doğru yol aldığını ifade etmeye çalışıyoruz. Başka bir deyişle gerici ve baskıcı bir rejim, kapitalizmin doğallığında bulunuyor ve tarihsel sürecinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ülkemiz Türkiye, emperyalist sisteme bağımlı bir ülke olması “nedeniyle” bugüne geldi. Emperyalist ülkelerde görülen devlet modellerinin daha demokratik görünmesinin altında yatan eşitsiz gelişimin doğurduğu avantajlar, Türkiye söz konusu olunca tam da bağımlılık ilişkisi yüzünden dezavantaj olarak değerlendirilmeli… Sanırız bu bakış açısı, bugün kapitalist dünyada ortaya çıkan yönetim modellerinin neden farklı olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde neden Türkiye’de gerici ve baskıcı bir modelin nasıl gündeme geldiğini de ifade ediyor. Örneğin, batı ülkelerine bakarak Türkiye’nin otokratikleştiğini düşünenler tam da batı yüzünden Türkiye’nin bu noktaya geldiğini göremiyorlar. Oysa bileşik ve eşitsiz bir gelişim karşımızdaydı. Marksist yöntemin en önemli yasalarından birisi olan bu yöntemin, bugün ülkemizin başına gelen felaketin de nedenlerini açıklayıcı bir çerçeve olarak sınırları daha kalın çizilmeli…
Kapitalist yolun sonu başkanlığa çıktı
Bugün başkanlık rejimine geçiş yeni bir rejimin hem son noktası hem de vücut bulduğu alandır. 15 yıllık AKP iktidarının, Türkiye’de yeni bir rejim değişikliği anlamına geldiği ve 15 yıllık sürecin sancılı ve krizlerle birlikte yol alarak Türkiye’de gerici bir dönüşüme imza attığını yazarak başlamamız gerekiyor. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, dünya kapitalist sisteminin dayattıkları ve Türkiye sermaye devletinin yeniden yapılanması bugünkü başkanlık rejimine geçiş noktasında ele alınması gereken başlıklar olarak duruyor. AKP ile birlikte, 1923 yılında temelleri atılan Cumhuriyet’in temel nitelikleri ortadan kalkmış, kazanımları yok edilmiş ve büyük bir gerici dönüşüme tabi kılınarak başkalaşmıştır. Artık bugün ortada adı dışında ve elbette taşıdığı süreklilik noktalarıyla birlikte yeni bir rejimin var olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Her şeyden önce AKP eliyle kurulan bu rejimin temel farklılık noktalarının vurgulanması gerekir: İlk söylenmesi gereken ideolojik farklılıktır ki, Kemalist ideolojinin yerine Türk-İslam sentezi adıyla kodlanabilecek yeni bir devlet yapılanması gündeme gelmiştir. Laikliğin kağıt üzerinde bırakılarak ortadan kaldırılması bugünkü rejimin en önemli ayrım noktası olarak görülmeli.
Yazının temel eksenini kaydırmamak için AKP eliyle kurulan bu rejimin diğer farklılıklarını başka bir yazıya bırakmak kaydıyla bu gerici dönüşümün tarihsel gelişimine göz atarak devam edilmeli. Öncelikle, 1923 Cumhuriyeti, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve 1. Dünya Savaşı sonrası devrimlerin ve ulusal kurtuluş mücadeleleri döneminin bir ürünüydü. Gerek emperyalist paylaşım savaşının yarattığı yıkım ve kriz gerekse Rusya’da ortaya çıkan sosyalist devrim, emperyalistlerin hedefinde bulunan Osmanlı devletinin içinden çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin geliştiği ortam ve dayandığı temel noktalar olmuştur. Bu, emperyalizme rağmen kurulmuş bir Cumhuriyet olgusunu da beraberinde getirmiştir. Sonrasında SSCB ile genç Cumhuriyet arasındaki ilişki bu gerçekliği fazlasıyla göstermiş, ne zamanki SSCB’nin dağılması ile birlikte dünya ölçeğinde emperyalist saldırganlık ve yayılmacılık artmış, SSCB’nin dağılmasından yaklaşık 10 yıl sonra AKP ılımlı İslam adıyla Türkiye’de iktidara “getirilmiştir.” Dünya ölçeğinde yaşanan karşı-devrimci süreç 1923 Cumhuriyetinin de gerici dönüşümünü-çözülüşünü beraberinde getirmiştir. Çünkü Türkiye kapitalist bir ülke olarak dünya kapitalist sistemine bağlı bir konumda olarak bu süreçten azade olamazdı. İlk nokta burasıdır.
İkinci nokta ise, 1923 yılında kurulmuş Cumhuriyet, kapitalist yolu seçmişti. Türkiye kapitalizmi, devlet yönetimi ve devlet siyaseti aynı zamanda uluslararası kapitalizmin değişim dönemleriyle hep uyumlu bir gelişim göstermiştir. 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya ile birlikte Türkiye kapitalizmi, NATO eksenine oturmuş, anti-komünizm bir devlet politikası haline gelmiştir. Nasıl yeşil kuşak projesiyle gericilik SSCB’yi kuşatmak için emperyalizm tarafından desteklenmiş ve siyasi bir güç olarak yaratılmışsa, benzer bir durum ülkemiz için de geçerliydi. Gerici ve faşist yeni güçler icat edilmiş, Türkiye kapitalizmi sola karşı gericiliği ve faşizmi, sokak ve toplumsal güç olarak kullanma yolunu gitmişti. Bugün AKP iktidarının yolu aslında bu politikalarla ortaya çıkmış, gericilik ve emperyalizm arasındaki ilişkiler bu zamanlardan beri kurularak bugünlere gelmiştir. Örneğin Suriye’de cihatçı çetelerin kullanılması bu açıdan kimseye şaşırtıcı gelmemeli, bağlar çok daha eskidir çünkü.
NATO üyeliği ile gericiliğe kapı aralayan Türkiye kapitalizmi, yine sol ve ilerici güçlerin toplumsal çıkışını engellemek için 12 Eylül’de askeri bir cuntayla yönetimi merkezileştirmiş, sol ve ilerici düşünce devletten temizlenmek ve toplumdan kopartılmak istenmiştir. 12 Eylül askeri cuntasının en önemli söylemi Türk-İslam sentezi idi. Bugün Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar ile dönemin cunta lideri Kenan Evren’in yaptığı konuşmaları yan yana koyarsanız arasında bir fark göremezsiniz. 12 Eylül askeri darbesinin açtığı yol gericiliğin tam boy büyümesini gündeme getirmiş, bugün AKP olarak karşımıza çıkmıştır. 12 Eylül’ün gerekçesi ise açıktır. Sermaye sınıfının ihtiyaçları için yapılması gereken düzenlemeler, 12 Eylül askeri darbesinin zoruyla gerçekleşmiştir. 24 Ocak kararları tam da burada bir kez daha vurgulanmalıdır.
Sermaye sınıfının çıkarları için emek düşmanlığının önü açılmış, piyasalaşmaya tam boy yol verilmiş, 1923 Cumhuriyetinin örneğin kamucu adımları tasfiye edilmek istenmiştir. Bütün bu ihtiyaçlar en fazla AKP iktidarı ile birlikte hayata geçmiştir. Bu anlamıyla doğal bir süreklilik bulunmaktadır. Piyasacılık, rantçılık, emek düşmanlığı, gericilik 12 Eylül ile AKP arasında sürekliliğin ifadesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Ne zaman Türkiye kapitalizmi sıkışsa, sermaye sınıfının çıkarları tehlikeye girse bilin ki baskı ve merkezileşme aynı zamanda gündeme geliyor. Bugün başkanlık rejimine geçişin de merkezinde bu bulunuyor. Aynı zamanda emperyalist dünyanın çıkarları da hem Türkiye kapitalizmine hem de siyasetine yön veren olgular olarak karşımıza çıkıyor.
Emperyalist dünya sistemi ve başkanlık
İki kutuplu dünyanın son bulmasıyla birlikte emperyalizm saldırganlığı artırdı. Afganistan ve Irak işgal edildi. Doğu Avrupa, Alman emperyalizminin merkezinde durduğu Avrupa Birliği sistemine dahil edildi. NATO, Doğu Avrupa ülkelerine yerleşti. Gürcistan ve Ukrayna gibi ülkelerde turuncu devrimlerle yumuşak geçişler yapmaya çalıştılar. Dirençle karşılaştıkları ülkeleri ise bombalamaktan çekinmediler (Yugoslavya). Bu saldırganlık politikasının devamı olarak iki kutuplu dünyanın arasında kalan “görece bağımsız davranabilen” Arap ülkelerine sıra geldi. Arap Baharı adıyla Mısır, Tunus, Libya, Suriye gibi ülkeler teslim alınmaya çalışıldı, olmadığı durumda savaşlarla çökertilmeye ve parçalanmaya çalışıldı. Bugün bu savaşın bütün sıcaklığına tanıklık ediyoruz.
Sonrası adımın İran olacağı açık ve Ortadoğu’da mezhep farklılıkları üzerinden Suudi Arabistan merkezli bir eksen oluşturma işine girişildi. AKP’nin iktidar olması tam da bu planın bir parçası olarak görülmeli, ılımlı-uyumlu İslam projesi, BOP eşbaşkanlığı bu zamanda gündeme geldi. 1923 Cumhuriyetinin, kapitalist Türkiye’nin girdiği yolun bir sonucu olarak ve emperyalizmin yönelimleriyle birlikte AKP’nin iktidara getirilmesiyle birlikte gerici bir dönüşüme tabi tutularak yıkılmasına ve yerine yeni bir rejimin inşasına başlanmıştır. Örneğin 1923 Cumhuriyetinin komşularıyla kurduğu ilişki AKP ile birlikte bambaşka bir çerçeveye taşınmış, yeni bir rejimin farklılıklarından bir tanesi olmuştur.
Emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türkiye’de rejim de adım adım değişmiş, gerici bir karakter kazanmış ve bu gericilik aynı zamanda merkezi ve baskıcı bir modele evrilmiştir. Kaldı ki tek başına Türkiye’de değil Trump, Putin örneğinde olduğu gibi dünya kapitalist sisteminde benzer yönelimlerin aynı zamanda kapitalist dünya sisteminin krizleriyle de ilgisi ve benzerliği bulunmaktadır.
Kapitalist Türkiye’nin egemenleri ve başkanlık
Gerek Türkiye kapitalizminin tarihsel seyri gerekse emperyalizmin yönelimleri başkanlık tartışmalarında önemli parametreler. Bu bütünlüğün bugünkü fotoğrafına baktığımızda kapitalist Türkiye’nin egemenlerinin tercihleri de ayrıca yazılmak durumunda. Örneğin kapitalist Türkiye’nin has sahibi olan sermaye sınıfı, kendi kar oranlarını yükseltmek, yeni rant alanları açabilmek için güçlü bir siyasi yönetime ihtiyaç duymaktadırlar. Sermayenin dolaşımının hızlanması ve emek sömürüsünün yoğunlaşabilmesi için hızlı bir devlet erkinden yanadırlar. Başkanlık tartışmalarında sermaye sınıfı, bir sınıf olarak AKP’nin yanında yer almıştır örneğin. Referandum sonrası Rahmi Koç’un açıklamalarına ya da referandum sandıkları daha kapanmadan TÜSİAD’dan yapılan açıklamalara yeniden bu anlamıyla bakılmalıdır.
Kapitalist Türkiye’nin en önemli ayağı sermaye devletidir. Sermaye devletinin de bugün başkanlık rejimine geçişi arkasında durduğunu net olarak yazmamız gerekiyor. AKP eliyle kurulan yeni rejim, 1923 Cumhuriyetinin tasfiyesini devlet mekanizmasında 15 yıllık zaman zarfında hayata geçirmiş, bu konuda yol da almıştır. Gerek yargının gerek ordunun ve gerek devlet kurumlarında laik, ilerici, Cumhuriyetçi kesimlerin nasıl tasfiye edildikleri hatırlanmalıdır (Balyoz, Ergenekon, Odatv vs. gibi hukuksuz davalar, 2010 referandumuyla yargının ele geçirilmesi vs. gibi.). Bugün kurulan yeni rejimin kendi devletini kurmakta, ordu, yargı, bürokrasi ve akademi alanında kadrolaşmaktadır. 15 Temmuz darbesiyle ortaya çıkan durum, aslında yeniden yapılanmayı hızlandırmış, yeni düzen kendi mekanizmalarını adım adım kurmaktadır. Başkanlık rejimine geçiş tam da böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Elbette bu duruma eklenecek son şey ise, AKP eliyle kurulan yeni rejimin sıkışma başlıklarını aşma olgusudur. Ortadoğu’da, Kürt başlığında ve ekonomik alanda yaşanan sıkışma da bugünkü gerici sermaye devletinin merkezileşme eğiliminin nedenlerinden bir başkası olarak ayrıca görülmelidir.
Sonuç yerine
Başkanlık rejimine geçişin özünde ülkemizin yaşadığı karşı-devrim süreci bulunmaktadır. Bu gerici bir dönüşümdür. Türkiye’nin girdiği kapitalist yolun ve bağlandığı emperyalist sistemin bir sonucu olarak ortaya çıkan gerici AKP rejiminin kendi iktidarını ve rejimini oturtma girişimidir. AKP eliyle kurulan bu rejim, gerici, baskıcı, hukuksuz ve emek düşmanı bir rejim olarak karşımızdadır. Böylesi bir rejimin başkanlık modeliyle yönetilebilmesi bu açıdan şaşırtıcı sayılmamalı.
AKP eliyle kurulan bu rejim, kapitalist Türkiye’nin ihtiyaçları ile ilgilidir. Gerici ve baskıcı bir rejim dışında kapitalizmin sürdürülmesinin yolunun sonuna gelinmiştir çünkü… Bugün başkanlık rejimine karşı durmak aynı zamanda kapitalizme karşı durmayı da beraberinde getirmelidir.