Kriz

Kriz sözcüğü genellikle ekonomi ile ilgili kullanılmaktadır. Daha da ilginç olan şu ki, kriz sözcüğü ekonomik süreçlerin bir ülke sınırları içinde ya da birkaç ülkeyi kapsayan alanda görülen işsizlik ya da firmaların batışı gibi salt ekonomide oluşan olumsuz etkilerle ilgili gündeme gelmektedir. Hâlbuki bu sözcük dengeden ya da olağan seyrinden sapan her sistem için kullanılabilir. Ekonomik süreçlerde ortaya çıkan dengesizlikler algılamamıza kriz olarak yansırken, aynı süreçlerin sebep olduğu doğa tahribatı, toplumsal yaşam tahribatı, hatta ahlaksal çöküşler algılama antenlerimize takılmamaktadır. Farklı alanlarda yaşanan çöküşler de aynen ekonomide yaşanan çöküşler gibi toplumsal ve bireysel yaşamımızın her alanına olumsuz etki yaptığı halde, kısmen oluşumun uzun zaman boyutunda gerçekleşmesi, kısmen de sebeplerinin net olarak algılanamaması gibi faktörlere bağlı olarak dikkatimizi çekememektedir. Örneğin, doğanın tahribatı bir nesilde ortaya çıkan olumsuzluk olmadığı, nesillere sirayet ettiği için algılanamamakta, yapılan eleştirilere de kulaklar tıkalı kalmaktadır. Aynı şekilde, insanlar arasındaki davranış kodlarının olumsuz etkilenmesi de çok cılız tonda, hatta çoğu durumda ekonomi ile ilişkili görülmediğinden net olarak algılanamamakta, genel ahlak sorunu ya da davranışsal bozukluk olarak görülebilmektedir.

Ekonomik sürecin doğrudan etkisi olarak gelişip yaşamımızın farklı alanlarını etkilediği halde “yan etkiler” olarak adlandırabileceğimiz söz konusu oluşumların dikkatimizden kaçması, yukarıda sözünü ettiğim zamansal ve mekânsal farklılıklar yanında, ideolojik bağlamda da önemli bir nedenle ilgilidir. Ekonomik süreçler sisteme başat sermaye dokusunun etkisi altında gelişir ve sistem içindeki tüm bireyleri ve düşünce sistemlerini etkisi altına alır ve baskılar. Sisteme başat sermaye dokusunun tek amacı sermaye birikimi yoluyla devamlı genişlemektir. Sermayenin genişleme süreci, aynen termodinamik yasalarda olduğu üzere, çevreden enerji alarak gerçekleşir. Başka bir ifade ile sermayenin gelişmek amacıyla serpilip yaygınlaşması bir yönü ile çevreden kaynak alma, diğer yönü ile de bu süreçte çevreyi çökertme eylemidir. Hal böyle olunca, sermaye sahiplerinin anlık elde ettiği çıkar, uzun dönemde tüm toplumla paylaşılan uzun dönemli maliyetten çok daha şiddetli algılanır. Bu nedenle, sermaye sahipleri uzun dönemli maliyete ağır basan kısa dönemli yararı yeğler ve kendi örtülü çıkarcı görüşünü bazen “toplumsal kalkınma gerekçesi ya da maliyeti” bazen de “çözümlenebilecek sorun” vb. gibi gerekçelerle toplumsal ideolojiye yansıtır. Ne var ki, kapitalist süreçler salt anlık sömürüye değil, sistem ilerledikçe geleceğin sömürüsüne de dayanır. İlginçtir ki, çevre sorunları ile mücadele örgütleri olarak algılanan kuruluşlar da doğrudan kapitalizme saldırmadan, sanki çevreyi tahrip edenler görünmez hainlermiş gibi, salt tahribatın etkisinin kaldırılmasına yönelik faaliyet yürütürler. Bazen de, doğa tahribatına rağmen kapitalizmin işleyişi A.B.D. Başkanının ifadelerinde de görüldüğü üzere açıkça savunulur; halkın işsiz kalmamasına doğanın uzun vadede tahrip edilmesinin yeğleneceği savı, alternatifi gösterilmeyen sistemde doğal olarak kabul görür.

***

Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 16. sayısında okuyabilirsiniz.

print