Türkiye gibi bir ülkede hukuk örgütlerinin güçlü olmasını beklersiniz, değil mi?
Kimse bir kutlamadan (zaten) bahsetmiyor. Maddeler halinde sorunlara “dikkat çekilen” matbu basın açıklamalarının zerre tatmin edici bir yönü de kalmadı. Kabul, mücadelenin takvim günlerine de sıkıştırılması gerekmiyor. Ama yine de bu günler “bahane” edilerek “bir şeyler” yapılamaz mı?
Avukatlar Günü, Adli Yıl başlangıcı gibi hukukçulara has günlerden bahsettiğim sanırım anlaşılmıştır.
Tabii ki Türkiye Barolar Birliği’nden ve onun sağcı başkanı Metin Feyzioğlu’ndan bahsetmiyorum. 1 O, papatya falı halinde Yargıtay’ın adli yıl açılış törenlerine katılıp katılmamak ile cumhurbaşkanıyla kavga etmek/cumhurbaşkanından rica etmek seçenekleri arasında gidip geliyor. Kabul etmek gerekir ki zor iş!
Baroların büyük çoğunluğu ise uzunca bir süredir sessiz ve siyasetsiz. Aralarında gerçekten nitelikli ve cesur (bu dönemim öne çıkan bir niteliği olduğunu düşünüyorum) bir duruş sergileyenler var. Ancak çokça etkili oldukları söylenemez. Hal böyle olunca örgütsel yapılarının teslim alınarak etkisiz hale getirilmelerine bile gerek kalmamaktadır. Örgütlerimiz kendi kendilerini etkisiz hale getirmiştir.2
Tabloya KHK ile kapatılan ÇHD, YARSAV gibi hukuk örgütlerini, tutuklanan ilerici, devrimci, yurtsever avukatları da eklemeliyiz.
Yargı merkezli süren tartışmalara güçlü bir şekilde “sol” bir müdahale yapamadığımızı da kabul etmek gerekiyor. Tabii ki yargı içerisinde süren mücadeleye müdahale çabası bulunmaktadır. Ancak bunun sınırlı olduğunu ve yetmediğini, esasen de savunmada kalındığını kabul etmemiz gerekiyor.
Evet, ortada bir dağınıklık bulunmaktadır. Bunu herkes kabul ediyor. Tekrarlamanın da pek bir faydası yok. Ancak soru ısrarla karşımızda durmaktadır: Yargı içerisindeki ilerici, sol güçler ne yapacak?
***
15 Temmuz darbe girişimi sonrası kuşkusuz “yeni” bir döneme girdik.
Bir darbe girişimi başarılı olamasa da, birçok noktada kırılma meydana getirir. Hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağı söyleminin bir gerçekliği de vardır. Ancak aktörlerinden bağımsız olarak bir süreklilik içerisinde olunduğunu, yapının operasyonel bir araç olarak varlığını sürdürdüğünü de söylemek gerekiyor. Burada bir kırılma söz konusu değildir.
Zaten Yargıda Birlik Derneği üzerinden yargıda etkili tek güç haline gelmiş olan AKP, OHAL döneminde KHK’lar eliyle hayata geçirdiği düzenlemeler ile alanı tamamen temizlemiş durumda. Yargı ayağında da yalnız cemaati değil kendisine muhalif herkesi ya tasfiye ediyor ya da etkisizleştiriyor.
Çokça örnek verilebilir. Devrimci, yurtsever avukatlar tutuklanmaktadır. Yargıçlar Sendikası’nın nerdeyse tüm üyeleri sürgün edilmiştir. Sendika sol bir kimliğe sahip olduğu için üyeleri cezalandırılmıştır. FETÖ iddianamelerinde kumpaslar ile yargının ele geçirildiğinden bahsedilirken İlhan Cihaner’in evinde arama yapan savcı FETÖ üyeliğinden beraat etmektedir. Bu arada, darbenin “siyasi ayağı” bir türlü bulunamamaktadır!
Darbe girişiminden önce Hukuk Defterleri’nde yazmış, Fazıl Say (dini değerleri aşağılama iddiası), Rennan Pekünlü (türbanlı öğrencilerin eğitim hakkını engelleme iddiası), Can Dündar ve Erdem Gül (casusluk ve hükümete darbe iddiaları) ile cumhurbaşkanına hakaret davalarını örnekleyerek İkinci Cumhuriyet rejiminin kalıcılaşması için de davalara özel bir rol biçileceğine işaret etmiştik. Tüm bu davalar gericiliğin siyasal ve toplumsal alana tamamıyla hakim olma çabasında önemli birer araç. Bunun yanında, isnat edilen suçlarında biçimlendirme çabasına özgü olduğuna dikkat çekmek isterim. Başarısız darbe girişimi sonrası, değil bu halin değişmesi, memleketi soruşturmalar ve davalar üzerinden hizaya sokma hali daha da kalıcı hale gelmiştir. Cumhuriyet Gazetesi davası ve bu davadaki gelişmeler, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş davası ve hâkim karşısına dahi çıkarılmaması, Nuriye Gülmen – Semih Özakça davası ve iki yüz günü geçen açlık grevine rağmen tutuklu yargılanmaları yalnızca birkaç örnek. Davalar eli ile bir yandan siyasi ve toplumsal alanı biçimlendirme gayreti devam etmekte diğer yandan da muhalifleri tasfiye çabası sürmektedir.
FETÖ’nün yargıdaki yapılanmasına ilişkin bir dizi iddianame ile ortaya çıkan örgütlenme yargıya nasıl derinlemesine nüfuz edildiğini, yargının nasıl teslim alındığını görünür hale getirmiştir. Peki, bu tartışma AKP’ye bırakılabilir mi? Bu başlıkta da esas söz sahibinin sol olduğu açıktır. Bu tartışma bize yargı alanının nasıl bir mücadelenin konusu olduğuna dair yeni ipuçlarını da gösterecektir.
***
Ülkede uzun zamandır “hukuk güvenliği” yok.
Evet, bu ülkede “hukuk dışılık” hep olagelmiştir. Ancak hukuk güvenliğinin bugünkü hali bu noktayı çoktan aşmıştır. Örneğin, birçok içtihadında hukuki güvenlik ilkesinin hukuk devletinin önkoşulu olduğunu belirten Anayasa Mahkemesi muhtemelen kendisinin hukuki güvenliğinin olmadığını düşünmektedir. Eğer Anayasa Mahkemesi üyeleri böyle düşünüyorsa, acaba diğer hâkim ve savcılar nasıl düşünebilir? Öyle ise, yurttaşların ne düşündüğünü sormanın gereği bile yoktur!3
Ancak, tüm bunların yanında, yurttaşlar “adalet” arayışındadır. Bu arayış “örgütlenmeyi” beklemektedir. Tabii ki hukuk alanının dışında siyasi alana dair bir örgütlenmeye işaret edilmelidir. Bununla birlikte, hukuk alanında da kuşkusuz bir ayak bulunmalıdır.
Bu bağlamda, yargının tüm bileşenlerinin birlikte hareket etmesinin, bağımsız bir hattı örgütlemesinin gerekliliğini uzun zamandır dillendiriyoruz. Bunun ete kemiğe bürünmesi ve bir ürün vermesi için daha ne beklenmektedir? Böylesi bir örgütlenme kendi sınırları içerisine hapsolmuş, etkisiz bir konumlanışın ötesinde toplumsal muhalefetin içinde devinen etkili bir konumlanışı da sağlayacaktır. “Hukuki” çözümlerin tek başına yeterli olmadığını defalarca görmüş bulunmaktayız. Yargıya dair çözüm önerilerinin “yeni bir ülke/yeni bir cumhuriyet” tahayyüllerimizle buluşması gerekmektedir.
O halde, adaletten ve emekten yana güçlü hukuk örgütleri nasıl hayata geçirilebilir sorusunun tartışılmaya başlanması daha fazla geciktirilmemelidir.4