İki yılda bir ekim aylarında yapılan İstanbul Barosu Başkanlık Seçimi bu yıl 21 Ekim’de ve yine Haliç Kongre Merkezi’ndeydi. “Sizin için baro seçimleri ne ifade ediyor” diye İstanbul’da yaşayan meslektaşlarıma soru yöneltsem; bir kısmı “hiçbir şey”, bir kısmı “vapur yolculuğu”, bir kısmı “imza atmamız gerekiyormuş”, bir kısmı “seçim sonrası uykuluk keyfi (ve buna bağlı olarak instagram hesabına story)” ve bir kısmı da “bedava takvim, bloknot, kanun” cevaplarını verir herhalde.
Mesleğinde az çok tecrübe kaydetmiş bendeniz için bu sorunun cevabının “hiçbir şey” olması mümkün değil; hem meslektaşlarımı göreceğim, hem günümüz ortalama avukat profillerinin gidişatını tecrübe edeceğim, hem de başkan adayları ile bir kısım yönetim kurulu adaylarının konuşmalarını dinleyip notlar alacağım.
Kadıköy’den kalkan vapurla Sütlüce’ye intikal ettim. Bunda payı olan ve yıllardır kara ve deniz yolu ile seçimlere servis kaldıran İstanbul Barosu mevcut yönetimine ne kadar teşekkür etsek az. Hafta içi çalışan adliyeler arası servislerden ücret alan baronun, seçimler için, çay ve simit keyfi ile “demokrasi şölenine” ortak olmaya giden bizlerden ücret almaması pek şık (çay-simit keyfi paralı tabii). Her ne kadar vapurlar saat başı olduğu için azımsanmayacak kadar meslektaşımız ayakta gitse de; sağ salim, arada nefes alarak ve nefes alabildiğimizde gazete okuyarak (gazetenin sol tarafını ben okuyordum, sağ tarafını ilk kez gördüğüm yaşça benden büyük bir hanımefendi okuyordu, sonra okuduklarımızı birbirimize özetledik) Sütlüce’ye vardık. Saat 15.45 vapurundan sonra 17.30 vapuru olduğundan, yani iki sefer arası 1 saat 45 dakika olduğundan, Pazar günü bir arkadaşımla son anda yetiştiğimiz 17.30 vapurunda gazete okuyamadık, havasızlıktan bedava bloknotları yelpaze olarak kullandık. Baro seçimlerine katılım oranı %63,4’müş bu arada. Her ay yüzlerce avukatın aramıza katıldığı baromuzda mevcut yönetim, “genel kurula herkes gelmez canım” diye düşünmüş olacak ki, sefer sıklığını aynı bırakmış; öngörülü baroya mensup olmak güzel şey. Genel kurul salonu çevresindeki insan selinden sıyrılıp bir kısmına dosyalardan, bir kısmına okuldan aşina olduğum arkadaşlarımla hasret giderme, kitap ve dergi stantlarına uğrama (Hukuk Defterleri’nin kitap ayraçları da pek güzeldi bu arada), kendilerine verilen makul ücretli dergi ve kanunları “haa bunlar paralı mı” deyip standa nazikçe iade eden meslektaşlara şahit olma derken karnım acıktı. Yemek için gezinirken gözlerim, bir seçim önce bedava powerbank dağıtan ve gençlerini “hak yol İslam yazacağız” diye bağırtan sarı atkılı platformu aradı, bulamadı. Bahçenin hafif soğuğunda Haliç Kongre Merkezi’nin biz avukatlara 25 liradan verdiği köfte ekmeği bitirmek üzereydim ki, genel kurul salonundan gelen oldukça sert bir bağırış sesiyle irkildim. Yine kavga çıkmıştı herhalde. Belki benim arkadaşlarımdan da kavgaya karışanlar vardır diye düşünüp onları koruma içgüdüsüyle salona intikal ettim, meğerse Durakoğlu konuşuyor, o sırada da“biz avukatız” diyormuş (diğer adayların mali müşavir olduklarını bilmiyordum).
İkinci irkilmemi de, bana para cezası gelmesin diye yoklama imzamı atarken eski başkan Ümit Kocasakal’ın sesiyle yaşadım. Salona gittiğimde, “Önce İlke’nin adayı bellidir” minvalinde sözler söylüyor, Hasan Kılıç’a gönderme yapıyordu.Sonra salonda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sesleri yükseldi.
Konuşmacı sesinin daha da yükseldiği anda neyse ki salondaydım da, irkilmedim. Bu kez Hasan Kılıç konuşuyordu (kendisinin konuşmasından sonra her ihtimale karşı bir kulak burun boğazcıya göründüm, “kulakların birkaç gün çınlar” dedi).
Kılıç’ın konuşmasından sonra bağırışlar bir süre durdu, en azından tahammül edilebilecek bir seviyeye geldi. Bir yönetim kurulu adayının “cacıklı”, “çaktıklı”, “senli benli” açıklamaları tansiyonu yükseltti, adayın “bakın biz samimiyiz, bize oy verin” demek istediğini düşündüm. Adaylar beni ilgilendirmez sonuçta, benim rengim belli. Ancak sonucun da belli olduğunu esasında Pazar sabahı bindiğim ilk vapurla anlamış oldum.
Yaşça bizden büyük meslektaşlarımızın Durakoğlu’nu yine başkan yapacağını düşündüm ki, sandıkta görevli arkadaşlardan da aldığım izlenim, ilk sandıklardan Durakoğlu’na, son sandıklardan da Kılıç’a daha fazla oy çıktığı yönündeydi. Vapurlarda kulak misafiri olduğum konuşmalar da bunu teyit ediyordu. İlk sandıklarda oy kullanabilecek yaşta bir beyefendinin “bunlar (diğerleri) bölücü efendim, cumhuriyet elden gidiyor, bunlar neyin derdinde” demesiyle Durakoğlu’na oy vereceğini anlamıştım. Durakoğlu dışında çok kaliteli adayların da çıktığı, birçoğunun düşüncesini de beğendiği ve not ettiği, ancak Durakoğlu’nun şu an cumhuriyeti savunduğu, oyların bölünmemesi gerektiği, zaten bir baronun kaldığı, baronun cumhuriyetin son kalesi olduğu, hem ülkede hukuk mu kaldığı, baronun avukatlara daha ne yapacağı söyleniyordu diğer büyüklerimiz tarafından. Son sandıklarda oy kullanabilecek, ruhsatını yeni almış genç bir kızın da “başımıza bir şey gelse kendisine whatsapp’tan yazıyoruz” diyerek Kılıç’ı kastettiğini, ona oy vereceğini anlamıştım. Ancak sabah vapurlarında çoğunluk, Durakoğlu destekçisiydi.
Seçim sonuçlandı, kazanan Durakoğlu oldu. Cumhuriyet iki sene daha yıkılmaz herhalde, baromuza vecumhuriyetimize hayırlı uğurlu olsun.