Öğrenci Gözünden: Nitelikli Hukuk Eğitimi Adı Altında Akademik Sömürü

Demokrasi ve özgürlükler kapitalizmin sınırları çerçevesinde gerçek anlamda hayat bulamaz. Bu yüzden, kapitalizmin doğuşundan bugüne demokrasi, insan hakları ve özgürlükler yakıcı ihtiyaçlar olma özelliklerini koruyorlar. İnsan hakları beyannamesinin yazılı olarak sunulması,    bugün hukuki olarak kabul edilmesi yeterli değil. Demokrasi ve özgürlükleri işlemez hale getiren kapitalizm, yani eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü mevcut olduğu sürece, insan haklarının evrenselliğinden ve geçerliliğinden bahsetmek mümkün olamıyor. Örneğin, evsiz bir insan için konut dokunulmazlığının; aç bir insan için düşünce hürriyetinin; gazete çıkaracak parasal imkanlara sahip olmayan işçi sınıfı için basın hürriyetinin bir anlamı olmayacaktır.

Bu bağlamda “özgürlük” ve “özgürleştirme” kavramı arasındaki farklılık eğitim içinde geçerli. Eğitim sistemimizde üniversite sınavına giren herkes istediği üniversiteyi tercih etmekte özgür. Fakat bu özgürlüğün, ekonomik gücü özel üniversiteler için yeterli olmayan ailelerin çocukları için önemi kalmamakta.

Türkiye geneline bakıldığında da devlet üniversitesi sayısı 103 iken, paralı üniversite sayısı 62. Özel okul sayısı ise 6 bin 516’ya ulaştı. E-5 üniversiteleri diye nitelendirilen ya da dershaneden üniversiteye çevrilmiş, ağır aksak bürokrasiye rağmen göz açıp kapayıncaya kadar izni alınıp tüm yasal prosedürleri yerine getirilerek hayata geçirilen eğitim kurumları her tercih döneminde listelerde  yerini  alıyor. Dikkati çeken nokta ise üniversitenin açılmasını takiben mutlaka bünyesinde bir hukuk fakültesinin yanı sıra bir tıp fakültesi  gibi ‘gelecek vadeden’ bölümlerin yer alması. Üstelik kaliteli bir eğitim, müthiş istihdam oranı dolayısıyla da parlak bir gelecek iddialarıyla… Peki gerçekten durum her biri için böyle mi? Bu okullar gerçekten eğitim kurumlarının yetersizliği sebebiyle bir ihtiyaç doğrultusunda mı ortaya çıkıyor yoksa sadece rant dünyasından kesesini doldurmak isteyen vakıfların piyasaya servis ediş  şekli  mi böyle?

Bu soruların cevabını üniversitelerin her kayıt yenileme döneminde darphaneye dönen konferans salonlarından çok net çıkarabiliriz. Oysaki eğitimin devlet tarafından sunulması gereken bir statü hakkı olduğunu her birimiz biliriz. Ancak eğitim bile yavaş yavaş devlet ya da özel üniversite fark etmeksizin bir hak olmaktan çıkıp belli bir zümreye hitap eden ‘lüks’ haline gelmeye başladı ve bu bir şekilde yolu özel üniversiteye düşmüş her öğrencinin –durumun zorluğundan haberdarsa- daha derinden hissettiği ve sorguladığı bir durum. Hukuk eğitimi zaten doğalında ağır ve maliyet gerektiren bir eğitim. Bununla birlikte özel üniversitelerde gerek bölüm ücretinin diğer bölümlerden farklı olması gerek burs imkanlarının olabildiğince daraltılması gerekse materyallerin zorunlu olarak dayatılması durumu daha da ağırlaştırıyor. Örneğin, başarı bursu vaadine güvenerek yola çıkan bir öğrenciye bile ne kadar başarılı olursa olsun bursa giden yolu kapatan bir sistem mevcut. Bununla birlikte, hukuk eğitimi ciddi bir eğitim olmakla birlikte mezun olunduğunda  belli bir donanımı da getirmesi gereken bir eğitim. Bu noktada çekici  vaatlere sahip kaç özel üniversite bu donanımı gerçek anlamda sağlayabiliyor ve para ile diploma vermenin ötesine geçebiliyor? Türk eğitim sisteminin bir gerçeği olan ezberciliğin devamı buradaki hukuk fakültelerinde de görülmekte. Analitik düşünceden, bilimsellikten ve en önemlisi en basit olayları bile yorumlamaktan uzak hukukçular bu üniversiteler tarafından piyasaya birer armağan olarak sunuluyor.

Bir de tüm bunların haricinde vakıf üniversitelerinde yeni yeni oturtulmaya çalışılan bir uygulama var; ders kayıt sistemi. Tüm dersler amfilerde ders esnasında kayıt altına alınıyor interaktif öğrenme öğrenmeyi pekiştirme amacıyla. Düşünün ki, bir anayasa hukuku dersinde başkanlık sistemi tartışılıyor kayıt altındayken ne kadar özgür ve ne kadar özgün düşünceler çıkabilir? Ya da zaten genelinde baskı gören akademisyenler ne kadar özgür kendini ifade edebilir? Üstelik bu sistem kimsenin iznine tabi olmadan yeni dönemde amfilere kurulu bir düzen olarak öğrencilerin karşısına çıktı yani ne öğrenciye ne akademisyene fikri sorulmadı. Bir nevi büyük patron yukarıdan bir yerlerden an be an bizi izlemeye başladı.

Oysaki, hukuk fakülteleri yasama-yürütme-yargı üçlemesinde hiçbir kuruma ve zümreye bağlı olmayan/olmaması gereken tek organ olan yargının temelini oluşturan kurumlardır değil mi? Yani doğal olarak burada deyim yerindeyse her kafadan bir ses çıkması mümkündür. Tartışmadan, fikir beyan etmeden ne doğruya ulaşılır ne yanlış fark edilir oysa ve bu da yavaş yavaş yalnızca kanunun dediğine inanan vicdani kanaatten ve çok yönlü düşünceden uzak birer hukukçu olmaktan önce böyle bir insan olmaya yol açıyor.

İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler, ancak eşitliğin ve adaletin hüküm sürdüğü, savaşların ve sömürünün olmadığı bir toplumda mümkün olabilir. Bu da, artı-değer sömürüsünün, üretim araçları üzerinde, dolayısıyla toplum üzerinde bir avuç sermaye sahibinin tahakkümünün ortadan kalktığı bir toplumda mümkündür.

print