Hukuk Defterleri dergimizin 5. sayısı için 675 sayılı KHK ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anabilim Dalın’daki görevinden ihraç edilen Dr. Barkın Asal hocamız ile bir röportaj gerçekleştirdik. OHAL, KHK’lar, akademideki tas yeler ve başkanlığa giden yolu konuştuk. Tabii ki “Ne Yapmalı”yı da konuşmayı es geçmedik…
Yeter Türkeş: 15 Temmuz darbe girişimi ardından AKP; kamu kurumlarında, akademide, bürokraside bir tasfiye süreci başlattı. Cemaati temizliyoruz bahanesiyle deyim yerindeyse kendi darbesini gerçekleştirmeye girişti.
Berkay Çelen: Siz de bu kapsamda görevine son verilen ilerici, sol, muhalif akademisyenler arasında yer alıyorsunuz. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barkın ASAL: Madem hukukçuyuz, hukuki değerlendirmeler yapalım. Biz hep söyleriz, Cumhuriyet hukuk alanında büyük devrimler gerçekleştirmiştir. Medeni Kanun, Ceza Kanunu ilk akla gelenlerdir. Ancak hep unutulur, aynı yıllarda Memurin Kanunu da yapılmıştır ve bu kanundaki en önemli düzenlemelerden biri de memura güvence verilmesidir. Bu güvence halen Anayasa’da da bulunmaktadır ve ayrıca iki memur grubuna daha ayrıcalıklı davranıldığı görülmektedir: Hakimler ve Savcılar, bir de üniversite öğretim elemanları.
Bunu söylememin sebebi, Cumhuriyet ile Osmanlı arasındaki ayrımı çizmektir. Bize yapılan uygulama daha çok Osmanlı İmparatorluğu döneminde memurlara uygulanan, “azil” dediğimiz bir tasarruftur. Hâlbuki Cumhuriyet ile gelen, “ihraç” sistemidir. Azil sebebe bağlı olmayan bir işlemdir: idari hiyerarşideki üstünüz, sizin kamu hizmeti yapmanızı “tehlikeli” olarak addediyorsa (bu ideolojik sebeplerle olacağı gibi, işi düzgün yapmama gibi sebeplerle de olabilir) sizi görevden alabilir. Cumhuriyet ise bir memur kadrosu oluşturmaya çalışmıştır, çünkü devlet en başta bürokrasi ve kurullar demektir. Bu yüzden de “azil”in yerine “ihracı” ikame etmiştir: bir memur görevden alınacaksa ya idari tahkikat ya da cezai tahkikat gereklidir. Tabii sadece bu da değil, memurun yaptığı fiilin memuriyetten men edilmesine neden olacak ağırlıkta olması da esastır.
Şahsımla ilgili olarak durumu mütalaa edeceksek: Üniversiteden uzaklaştırılmama sebep olan 675 sayılı Olağanüstü Dönem KHK’si yayınlanana kadar hakkımda hiçbir idari soruşturma yapılmadı. Bugün kamu görevimden çıkarılalı 2 ay olmasına rağmen bildiğim cezai bir soruşturma da yok. Kısaca yukarıda anlattığım şeyler ışığında memur güvencesi konusunda Cumhuriyet’ten geriye düşmüş olduğumuz görülüyor.
B.Ç.: Sizin gibi yıllardır solcu, muhalif olarak bilinen akademisyenlerin Fethullah Gülen cemaati gibi gerici bir yapıyla ilişkilendirilerek ihraç edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Topluma bu algıyı yerleştirebildiler diyebilir miyiz?
B.A.: Şimdi yaşadığımız bir olaydan örnek vereyim size; söz konusu ihraçlara yönelik davaları açtık diğer hocalarımızla, sonrasında da YÖK’e ve Başbakanlığa itiraz dilekçesi vermeye karar verdik. Bir araya gelip bir itiraz dilekçesi kaleme aldık ve evrakları kendi üniversitemize teslim etmektense YÖK’e doğrudan göndermeyi tercih ederek postaneye gittik. Oradaki postane görevlisiyle sohbet ediyorduk. O, bizim bir sınava itiraz ettiğimizi düşündü ama biz memuriyetten atıldığımızı, bu nedenle itiraz dilekçesi gönderdiğimizi ifade ettik. “Fethullahçı değiliz ama” diye ekledi tabii arkadaşlar. Görevli de “ha o zaman PKK’lısınız” diye tepki verdi. Demek istediğim, 15 Temmuz sonrası çok büyük bir heyula var toplumda.
Biliyorsunuz ki, kitlelerin düşünceleri, duyguları iktidarlar tarafından yönlendirilebilir. Bununla ilgili çok basit araçlar vardır, medya vs. gibi. Mevcut durumda, binlerce insanın memuriyetten atılması ve bunun Fethullahçılıkla mücadele bağlamında bir çizgiye oturtulması söz konusu. Doğal olarak bu durum, toplum nezdinde bu insanların kim olduklarına bakılmaksızın damgalanmasına neden olmaktadır. Benim açımdan söz konusu olan da budur. Bir devlet kurumuna gittiğim zaman karşımdaki bakış açısı ister istemez Fettullahçı mı, yoksa diğeri mi oluyor. Kendi bulunduğum kültürel çevreyi kastetmiyorum elbette, benim kim olduğum, bugüne kadar ne yaptığım bilinir. Ancak herhangi bir devlet makamıyla karşılaştığınızda ya da ortalama bir yere gidip çalışmak istediğinizde böyle bir durumla karşılaşıyorsunuz. “KHK ile kamu mesleğinden ihraç edildi” yazıyor çünkü SGK kayıtlarında. Ona bakan, sizi tanımayan bir insanın tepkisi aşağı yukarı bellidir. Bir tür stigmatizasyon, damgalanma denilen durum söz konusu oluyor. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda, kamuoyunun dikkatini çekmek dışında, yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Hukuki açıdan bakıyorsanız ise Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilirsiniz örneğin ama çok bir fayda sağlayacağınızı sanmıyorum. AİHM’ye gidebilirsiniz, oradan bir tazminat kazanma durumunuz olabilir. Ancak burada çekilen cefayı karşılayamaz kesinlikle.
Y.T. : Olağanüstü hal durumu anayasada şartları, çerçevesi belirlenmiş olan bir kurum. Anayasal hakların kullanımını ortadan kaldırması nedeniyle zaten sorunlu bir kavram olsa da içinde bulunduğumuz süreçte en azından kanuni çerçevesine riayet ediliyor mu sizce? 5 aydır süren OHAL’i nasıl değerlendirebiliriz bu açıdan?
B.A.: Tabi bunlar teknik meseleler ama şöyle değerlendirebiliriz; Türkiye’deki Olağanüstülük rejimi, 61 Anayasası düzeninde Sıkıyönetim-Olağanüstü hal şeklinde ifade edilmiştir. Ama bu dönemde Olağanüstü Hal Kanunu çıkarılmamıştır. Doğal olarak şiddet olaylarıyla ilgili Olağanüstü Hal ilan etmek 61 Anayasası esnasında mümkün değildi. Kaldı ki Anayasal bakımdan da bunun imkan dahilinde olup olmadığı şüphelidir. Bu yüzden o döneme baktığınızda şiddet olaylarının söz konusu olduğu durumlarda istisnasız hep Sıkıyönetimle karşılaşırsınız. 1971’e kadar olan dönemde, 1940 tarihli Örfi İdare Kanunu yürürlükteydi. 71’e geldiğimizde ise, 12 Mart sürecinde 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu çıkarıldığı görülür. 12 Eylül sonrasında ise Olağanüstülük Rejimlerinde üçlü bir ayrıma gidilmiştir. Birincisi, doğal afetler söz konusu olduğunda uygulanan, ikincisi belirli şiddet olaylarının varlığı durumunda ilan edilen Olağanüstü Haller, üçüncüsü ise sıkıyönetimdir. Şu anda uygulanan ikincisidir. 1983 tarihli Olağanüstü Hal Kanununda bu gibi durumlara ilişkin ne gibi tedbirlerin uygulanacağı yazılmış durumdadır. Ancak bir yandan da ne yazıyor ve ne kadarı uygulanıyor sorunu var. 1984 ile 2002 yılları arasında özellikle Doğu’da uygulanan Olağanüstü Hallerde kanuna minimum ölçülerde riayet edildiğini görüyoruz. Doğal olarak şöyle bir çıkarsama yapabiliriz; Olağanüstü Hal söz konusu olduğunda bir contre-constitution, karşı anayasa ile karşı karşıya kalınıyor. Küçük bir örnek: Olağanüstü Hal Kanununda kamu görevlileriyle ilgili uygulanabilecek bir tedbir yer almıyor. Hatta Milli Güvenlik Komitesinde kanun tartışılırken kamu görevlileriyle ilgili alınabilecek tedbirlerin özellikle kanun metninden çıkarıldığını görüyoruz. Buna rağmen bahsettiğimiz 1984- 2002 yılları arasındaki Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ile ilgili çıkarılan KHK’da ise kamu görevlilerine ilişkin olarak, Olağanüstü Hal Bölgesinin dışına çıkarılması gibi bir yetki Bölge Valilerine tanınmıştır. Bu durum oldukça gariptir. Şu açıdan söylüyorum; Anayasa hükümlerine göre Olağanüstü Hal durumunda, Olağanüstü Hal Kanunu devreye girer ve uygulanacak tedbirler, yetkiler orada belirlidir. Hâlbuki ilgili Olağanüstü Hal KHK’sıyla başka bir tedbir OHAL bölge valisine verilmiş. Onun için karşı anayasa diyorum OHAL durumlarına. Ama şunu da eklememiz gerekir: Anayasa Mahkemesi’nin 1990’lı yılların başlarında ve en son 2003’de söz konusu KHK’ların OHAL KHK’sı kapsamına girip girmediği bağlamında vermiş olduğu kararlar var. Anayasa Mahkemesi OHAL KHK’larına ilişkin yer, konu, zaman açısından sınırlama gerektiğine hükmetmişti. Kısaca Anayasa Mahkemesi bu kararlarıyla, yürütme gücünün aşırıya kaçmasını önlemek için, bir karşı anayasa durumu ile karşı karşıya kalmamak amacıyla müdahale etti. Bugün ise, OHAL KHK’larının esastan veya şekilden hiçbir şekilde incelenemeyeceğine dair Anayasa Mahkemesinin birkaç ay önce vermiş olduğu karar var. Dediğim gibi Türk hukukunda daha önce karşı-anayasaya varan bir uygulama zaten olmuş ve buna yargı bariyer olmuştu. Şimdi bu yargı denetimi ortadan kalkmıştır. Bu şekilde karşı anayasa oluşumuna imkan verilmiştir.
B.Ç.: Peki, tüm bu konuştuklarımıza baktığımızda bugünkü iktidar tarafından yaratılan fiili durumlar ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Nitekim onlarda söylüyorlar bir fiili durum var bunu anayasal duruma getirmek için de başkanlık sistemi lazım diye. En temel propagandalarından biri de bu zaten. Başkanlığa giden süreçte tüm bunları da bir kuruluş taşı olarak görürsek nasıl bir değerlendirme yapabiliriz, bu süreç nasıl işler ya da işlemeli mi onu konuşabiliriz.
B.A.: Bir önceki soruda da cevap verdim aslında. Ama bir düzeltme yapmak istiyorum: karşımızdaki düzenlemeye Başkanlık sistemini getiriyor demek çok mümkün değil. Şahsi fikrim aleni bir biçimde cumhuriyeti tartıştığımızdır. Süheyl Hoca (Batum) değişikliğin teklifteki gibi yasalaşması halinde “diktatörlük”ün söz konusu olacağını söylemektedir. Sabih Bey ise (Kanadoğlu) verdiği röportajda referandumla gerçekleşse bile öngörülen rejimin demokratik olamayacağını ancak dikta olarak adlandırılabileceğini ifade etmektedir.
Öncelikle siyasi açıdan, sol açısından bakacak olursak, ilk yapmamız gereken OHAL’i sona erdirecek eylemliliklerde bulunmak olacaktır. Çünkü yürütmenin zaten hakim olduğu koşullarda, bir şekilde tartışmada ön alabilmek için bunu kırmanız gerekir. Şu anki durumda Anayasa değişikliği –siz buna yıkımı da diyebilirsiniz- OHAL’in varlığı sırasında meydana gelecek. İktidar tarafından milli mutabakat vs. gündeme getiriliyor. Ancak şu bir gerçek ki parlamento teklifi onaylar ve değişiklik halkın önüne gelirse, süreç halkı bölecektir. Çünkü her referandumda evet ve hayır olmak üzere iki kamp oluşur. Doğal olarak, liberal olsak bu şekilde bir propagandayı çok rahat bir biçimde yapabilirdik.
Benim açımdan önemli olan ise, OHAL’deki mevcut yetkilerin, yürütme gücünün yetkilerinin fiili olarak herhangi bir siyasi propaganda yapmaya uygun ortam sağlamamasıdır. Ortalama bir burjuva demokrasisinde, biliyorsunuz ki fikirlerin münakaşası söz konusudur. Doğal olarak ben, oylanacak şey ne ise ondan taraftar veya karşıt olabilirim. Karşıt olanın fikrinin örgütlenebilmesi için elden geldiği kadar basın, yayın organlarının kullanılabilmesi ve onun dışındaki siyasi olarak toplantı gösteri, yürüyüşü veya ne yapılabiliyorsa hepsinin ortamının açık olması gerekir. OHAL’de yürütmenin kuvvetlendirildiği koşullarda yaşıyoruz; üstelik olağanüstü durumun nedeni ne ise ona ilişkin tedbirlerin alınması gerekirken, uygulamada, bunun gözetildiğini söylemek mümkün değil. Anayasa değişikliği –yıkımı- hasbelkader meclisten geçtiğinde ve halkın önüne referanduma getirildiğinde biz elimizdeki hukuki ve siyasi olanakları kullanabilecek miyiz kullanamayacak mıyız meselesi var.
Anayasa yapımları veya önemli değişiklikler genellikle olağanüstülüklerin üzerine gündeme gelir. Şekli bakımdan kurucu meclisin mi normal meclisin mi yaptığı önemli değildir. Her zaman bir olağanüstülüğün arkasından ve durumu konsolide etme amacıyla yapılır. Bizim içinde bulunduğumuz koşullarda ise konsolide edilecek bir durum var mıdır emin değilim. Çünkü biz gördük ki , bir grup/sınıf/ hizip yenilir ve kazanan grup/sınıf/ hizip durumu konsolide etmek için anayasa yapar. Şu an ise “yenilmiş” bir grup yok, yalnızca Fethullahçılar bu gruba girebilir; onun dışındaki diğer toplumsal kesimler olduğu gibi duruyor. Bu yüzden de iktidar anlamında anayasa değişikliği için en kötü dönemlerden biri bence… Önerilen şeyin de bir Anayasa değişikliği değil, Anayasanın yıkımı olduğunu da akılda tutmak gerekir. Mevcut yürütme, krizin ancak böyle aşılabileceği yönünde bir bakış geliştirilmiş olabilir: Türkiye’de Osmanlı’dan beri ters bir biçimde yasal metinler, toplumsal gerçekliği düzenlemek için kullanılır.
Y.T.: Üniversitelerin son durumunu konuşacak olursak; rektörlerin Cumhurbaşkanı tarafından atanması, okullarda sürekli olarak polis bulunması , akademideki ihraçlar olarak karşımıza çıkan bir tablo var. Bu durumu nasıl değerlendirebiliriz ?
B.A.: 2016 yılında akademideki sarsılma Barış İçin Akademisyenlerin imza metni ile başladı. Disiplin soruşturmaları ve bazı imzacıların tutuklanmaları-serbest bırakılmalarının ardından; 15 Temmuz süreciyle beraber ihraçlar söz konusu oldu.
Biliyorsunuz, 12 Eylül öncesi üniversiteler Anayasa’da özerk olarak tanımlanmıştı, 12 Eylül ile bu özerklik, bilimsel özerklik olarak daraltıldı. Rektör seçimine ilişkin ise, şu anki Anayasa’da yalnızca Cumhurbaşkanı tarafından atama yapılacağı belirtilir. Eski usul, üniversite içinde seçim yoluyla 6 kişinin belirlenmesi, bu sayının YÖK tarafından üçe indirilmesi ve Cumhurbaşkanının bu isimler arasından bir atama yapmasıdır. Doğal olarak, aslında zaten bir seçim yoktu. Seçim diye bir şeyin varlığını iddia edebilmemiz için, en çok oyu alan kişinin başka hiçbir hukuki işleme gerek kalmaksızın atanmasını gerektirir. Hocalarımızın tepkileri tabii normal, özellikle üniversiteye benzer son yapılar olarak Boğaziçi Üniversitesi ve Ortadoğu Üniversitesi hocalarının OHAL koşullarında basın açıklamaları yapmaları da takdire şayan. Ne yazık karşılarında Saray’da akademik yıl açılışı sırasında, yüzlerine seçimlerin kaldırılacağı söylendiğinde alkışlayan üniversite idarecileri var.
Uygulamaya geçirilen yeni sistemi de aklamak yerinde olmaz: bir kişinin profesörlük unvanının bulunmasının atama için yeter kriter olduğu bir döneme geçtik. Artık ilgili profesörün o üniversitenin hocası olmasına bile gerek yok. Süreci belirleyen YÖK… Onun da nasıl şekillendiğini burada uzun uzadıya anlatmak boşa zaman kaybı. Üstelik yeni atamalarda özellikle ticaret çevrelerine vs.’ye görüş sorulması, son on yılda şahit olduğumuz üniversite arazilerinden üniversitenin ürettiği bilgiye kadar artan metalaşmayı en yüksek seviyeye çıkaracaktır.
Devamla, benim asıl sorguladığım şey ise, yasamanın buradaki durumunun ne olduğu. Bu değişiklik, Ağustos 2016’da AKP grubu tarafından görüşülen bir yasaya önerge olarak teklif edilmiş; fakat muhalefet partilerinin itirazı sonucu geri çekilmişti. Şimdi ise KHK yoluyla, nerdeyse noktasına virgülüne dahi dokunulmadan yasalaştırıldı. Dolayısıyla, parlamentonun varlığı ve işlevi sorununun daha büyük bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Anayasa değişikliği teklifi de ancak bununla birlikte net bir şekilde anlaşılabilir.
B.Ç.: Son olarak bu durumda ne yapılması gerekiyor, nasıl bir mücadele örülmeli sorusuna ne cevap verirsiniz?
B.A.: Burada sorun OHAL uygulaması… Yürütme erki istediğini uygulamaya sokabilecek bir pozisyonda ve karşısında bulunan güçleri istediği şekilde dağıtabilme gücüne sahip. Sıkıntımız, bu dönemde oldukça paralize olmamız. Siyasi değerlendirmelerde sol atıl ve yavaş davrandı; ardından da yürütme gücü elinde toplayınca birden geri çekildi. Bu durumda “bize dokunmazlar herhalde” algısının da rolü var, ancak Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde sağ kesime yönelik bir hareketliliğin sol kesime yansımadığı görülmemiştir, bu bir devlet geleneğidir. Bundan sonraki hamlelerin de daha çok “bizim tarafa” yapılacağını tahmin etmek bu nedenle zor değil.
Bunun sinyallerinin de ÇHD’nin kapatılması gibi uygularlar verildiğini söyleyebiliriz.
Öncelikle bu paralize olma ve korku durumunu aşmamız gerekiyor. Yaptığımız her toplantıda kişi sayısını konuşur hale geliyoruz, 3 yıl önce Gezi sürecini yaşadığımız düşünülürse oldukça iç acıtan bir durumla karşı karşıyayız. OHAL’in kaldırılmasına yönelik yaygın yürütülecek bir propagandanın, başarılı da olması halinde, bir toparlanma sağlayacağını düşünüyorum. Olası bir referandum sürecinde de bu toparlanmanın etkisi olacaktır ancak hızlı davranmak gerekiyor ve paralize olma durumu nedeniyle ayrıksı çalışmalar yapılıyor.
Birincisi, bir şekilde birleşmek gerekiyor. İkinci olaraksa, ittifak yapılacağı zaman özellikle 90’lı yıllarda “asgari müşterekler” kavramı çok kullanılırdı; ben şimdi asgari değil “azami müşterekler” ile birleşmeyi doğru buluyorum. Çünkü, karşımızda çok büyük bir yürütme gücü var ve bunu aşmak için kısır tartışmaları bir kenara bırakıp toplumsal bir mücadeleye gücümüzü sevk etmemiz gerekiyor. Yapamazsak paralize olma halini daha güçlü bir biçimde yaşayacağız ve nasıl bugün solcu – laik kesimler şehir içinde Kadıköy, Beşiktaş gibi belirli yerlere çekiliyorsa onun içindeki daha küçük gettolaşmalarla karşı karşıya kalacağız.
Adnan Menderes’in bir sözü vardı, büyük Amerika varsa biz de Türkiye’de “Küçük Amerika” yaratacağız diye. Bu, Türkiye sağının 70 yıllık projesidir, bu projenin gerçekleşmesini önlememiz gerekir.
Y.T.: Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
B.Ç.: Evet Hocam, konulara rağmen çok keyifli bir sohbetti. Tekrar teşekkür ederiz.