OHAL, KHK’ler ve Anayasa Referandumu

15 Temmuz 2016 darbe girişimi üzerinden 8 ay geçtiği ve darbecilerin çok büyük bir kısmı yakalandığı ve tutuklandığı halde, olağanüstü hal yönetiminin ve bu çerçevede kanun hükmünde kararname uygulamasının sürmesi, Türkiye toplumunda büyük yıkımlara neden olmakta ve hukuk güvenliğini kolay onarılmayacak bir şekilde zedelenmektedir. Bu ortam ve koşullarda, modernleşme dönemi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi siyasal ve anayasal birikimi ortadan kaldıracak bir Anayasa değişikliğine gidilmektedir. Bu nedenle, 16 Nisan halkoylaması yaşamsal olup, “anayasal bilgilenme hakkı”nın kullanılması, bütün yurttaşlar için aynı zamanda bir ödev ve sorumluluktur.

Bu yazıda OHAL, OHAL’de çıkarılmış olan KHK’ler ve OHAL sürecinde yapılacak Anayasa referandumuna ilişkin kimi sorulara yanıt verilmeye çalışılmaktadır.

Olağanüstü halde anayasa değiştirilebilir mi?

Sıkıyönetim ve OHAL uygulamaları, ilan edilme amacı doğrultusunda, ‘yer, konu ve zaman’ bakımından sınırlı olup, yargısal denetime açıktır. İnsan hakları Avrupa ve uluslararası hukuku, asgari standartlar öngörür. Kısacası, olağanüstü yönetimlerin de, hukuk rejimi olduğu, 1990’lar Türkiye ortam ve koşullarında gerçeklenmiştir. Peki 15 Temmuz2016 ve sonrasındaki durum nasıl ilerlemektedir?

Büyük korku ve acılara yol açan ‘halk düşmanı ve vatan hainleri’, 12 saat bile dayanamadı.

OHAL’e gerek var mıydı? Tartışılabilir; çünkü bir anayasal yoldur. Hatta, sıkıyönetim bile ilan edilebilirdi.

Tartışma götürmeyen ise, OHAL uygulamasının ‘hukuk rejimi’ olmaktan uzaklaşmış olduğudur. Özellikle, 21 Temmuz’dan başlayarak son bir ayda çıkarılan beş OHAL KHK’si, konu, amaç ve zaman bakımından ‘OHAL amacı dışında birçok düzenleme’ içeriyor.

‘Ciddi şekilde bozulan kamu düzeninin sağlanması, md. 120’yi uygulamaya koyma amacı olup, bunun hak ve özgürlükler bakımından ölçütleri md. 15 tarafından belirlenmiş bulunuyor.

Ne var ki, OHAL KHK’leri, konu, zaman ve amaç bakımından ‘anayasal çerçeve’ dışında yer aldığından, artık ‘istisna’ nitelemesi yapmanın da bir anlamı yok; çünkü söz konusu olan KHK değil, ‘anayasa hükmünde kararnamelerdir.

Anayasal bilgi kirliliğinin bütün ülkeyi esir aldığı bir ortamda gerçekleştirilen darbe teşebbüsü sonucu yürürlüğe konulan olağanüstü hal rejimi, anayasal tartışma ortamını tümüyle ortadan kaldırmış bulunuyor. Böyle bir ortamda, rejim değişikliği gibi, esasen asli kurucu iktidarın yetki alanına giren bir anayasa revizyonu bir yana, ikincil bir değişiklik bile yapılamaz. Çünkü anayasa gibi ülkenin, toplumun ve devletin geleceğini ilgilendiren bir ortak yaşam paktı, medyaya eşit giriş hakkı ve serbest tartışma ortamı yaratılmadan ele alınamaz.

686 sayılı KHK, tam da, ‘Halkoylamasının meşruluğu ve hukuki geçerliliği’ sorgulamasına yanıt gibi olmuştur.

Kararname, Anayasal açıdan ‘yok hükmünde’ olsa da, doğurduğu sonuçlar, savaş halinde bile görülebilecek türden değildir. Çünkü savaşın da bir hukuku, ahlakı ve mertliği vardır.

OHAL’de çıkarılan KHK’lerin hukuki niteliği nedir? Örnek olarak; yok hükmündeki 686 nolu KHK

7 Şubat 2017 Salı günü 29972 sayılı (Mükerrer) Resmi Gazete’de yayımlanan 686 sayılı KHK; “Olağanüstü hal kapsamında bazı tedbirler alınması; (…) Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nca 2/1/2017 tarihinde kararlaştırılmıştır.” cümlesi ile başlamakla, iki ayrı işlemin varlığını ortaya koymaktadır.

‘Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’ kaydı, toplantı ile KHK eşzamanlılığını gerekli kılmaktadır. Buna karşılık, toplantı tarihi, 2 Ocak 2017, Kararname tarihi ise, 7 Şubat 2017’dir.

Bu zaman farkı, Kararname ve ek listelerin ayrı işlemler olarak hazırlanmış olduğunu göstermektedir. CB ve Bakanlar Kurulu imzalı KHK, muhtemelen ‘bürokratlar’ca hazırlanan ve Kararname’ye sonradan eklenen liste, hiçbir açıklama ve gerekçeyi içermemektedir.

Olağanüstü yönetim de, bir hukuk rejimidir. 1982 Anayasası’nda ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde olduğu gibi Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere göre OHAL, ‘neden, yetki, yer, konu ve zaman’ bakımından sınırlı olup yargısal denetime tabidir. Nitekim bu hukuki çerçeve, Anayasa md.120 ve 121’in yanı sıra, madde 15’te açıkça belirlenmiştir.

Anayasa ve uluslararası sözleşmeler, olağanüstü hale neden olan kişi ve gruplar için bile geçerli hakları güvencelerdir. Bunların başında, hak ve özgürlükleri sınırlama ölçütleri ve dokunulamayacak alanlar; adil yargılanma hakkı ve aşağılayıcı muamele yasağı gelmektedir.

Gelin görün ki; OHAL kapsamında KHK doğrultusunda 4.287 akademisyen görevinden çıkarılmış olup, görevden çıkarılan kamu personeli sayısının yüz bine yaklaştığı anlaşılmaktadır. Acaba bunlardan ne kadarı darbe ile ilişkilidir?

Yaptırımlar açısından bu bir ‘imha harekâtı’: Yok hükmündeki KHK, -sıraladığı yaptırımlar zinciri ile- listede adı bulunanları bütün haklarından yoksun kılmaktadır. Şu benzetme abartı olmaz: Kurşun sıkılarak –karanlıkta ve arkadan- öldürmek ve şarjörü üzerine boşalttıktan sonra da tekmeleyip, cesedini sürüklemek…

Bu süreç darbecileri yargılamak mı muhalifleri susturmakla mı ilgilidir?

KHK yoluyla tasfiye tarzı, -KHK’lerin Anayasa’ya aykırı ve hukuken yok olmasının ötesinde- yıllarca din özgürlüğünün kötüye kullanılmasına ve dinin siyasete alet edilmesine karşı mücadele edenlerin FETÖ’cüler ile “aynı torba”ya konulmuş olması nedeniyle, başlı başına aşağılayıcı ve kötü muameledir. Fakat, bu aynı zamanda, darbecilere uygulanacak yaptırımları sulandırmaktır. “Sulandırma iradesi”, ölüm cezasını geri getirme söylemi ile de teyit edilmektedir. Şöyle ki; FETÖ ve Adil Öksüz (yurt dışında ise) gibi baş aktörler gibi Yunanistan’a kaçan darbeci subaylar vb. de, Türkiye’de idam riski olduğu gerekçesiyle iade edilmeyeceklerdir.

Darbe girişimi faillerini ciddi bir biçimde yargılayıp, yeni darbe olasılıklarını ortadan kaldırıcı bir hukuk düzeni oluşturmak yerine, hukuku ve insan haklarını savunanların, dahası hukukun kendisinin ve insan

haklarının tasfiye edilmesi, birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir.

Unutmayalım: Türkiye’yi 15 Temmuz 2016’ya getiren zemin, Anayasa-hukuk ve liyakat yerine “din-mezhep- cemaat” ilişkilerini öne çıkaran Hükümet etme tarzı ile yaratılmıştır.

15 Temmuz sonrası, hukuk ve liyakat yerine, yandaşlar ve muhalifler ayrımının sürdürülmesi, AK Parti ve cemaat biçimdeki oluşumların yeni ittifaklarına elverişli zeminler hazırlayabilir; bu durum, milliyetçi-ırkçı unsurların eklemlenmesiyle başlamıştır da.

Üniversiteler (ve liselerden) özellikle Eğitim-Sen üyesi olanların tasfiyesinin, AKP-MHP ( İslam-Türk)ittifakının yeniden örüldüğü bir dönemde ivme kazanması, bir rastlantı olmasa gerek.

Böyle bir eklemlenme, insan hakları ve evrensel değerleri değil, maneviyatçı-milliyetçi ve ırkçı yaklaşımları öne çıkartır. Barış dilini değil, savaş söylemini beraberinde getirmektedir.

Anayasa yoluyla yapılmak istenen de bu olsa gerek: Kanlı darbe girişimi önlenmiş ama sonrasında, OHAL KHK’ler yoluyla “savaş hukuku” ile bile bağdaşmayan bir mekanizma işletilmeye başlanmıştır. Anayasa değişikliği, böyle bir ortamda kotarılmıştır; yine bir tür savaş yöntemi ile.

Oysa anayasa, doğası gereği, bir ortak yaşam paktı ve toplumsal barış projesidir. Şu anda tanık olduğumuz ise, tam tersi. Bir tür savaş yöntemi ile adeta bir savaş anayasası hazırlanıyor, sadece iki hedef öne çıkarılarak: “istikrar ve güvenlik”.

Öyle bir savaş yöntemi ki, “kazanılmış haklar” bile sıfırlanabiliyor. Bunda, hukuk-adalet-insan hakları-eşitlik ve haysiyet gibi kavram ve değerler değil, mezhepçi kin ve nefret söylemi öne çıkıyor.

“Kazanılmış haklara saygı” ve insan haklarının sert çekirdeğini oluşturan ilkeleri ortadan kaldırma eşiğinde hak ve özgürlüklerin sıfırlandığı bir toplumun geleceğini, “istikrar ve güvenlik” kavramları ile açıklamaya çalışmak, muhatapları hayli saf sanmaktır. Kuşkusuz, zalimleri durdurmanın yolu, birikim ve kazanımları sahiplenerek, bilimsel düşünceyi her ne koşul ve ortamda olursa olsunsa vunanların sayısının çoğalması ve kararlılığından geçiyor.

print