Özelleştirme Uygulamaları

Genel Açıklama

İkinci paylaşım savaşı ertesinden 1980’lere gelene dek her şey yolunda giderken, ne oldu da tüm iktisatçılar birdenbire devletin büyük ve israf kaynağı olduğunu, kamu iktisadi teşebbüslerinin hantal olduğunu ve maliyet odağı oluşturduğunu ileri sürerek, devletin küçültülmesini, kamu hizmetlerinin özel kesime devredilmesini ve kamu iktisadi kuruluşların özelleştirilmesini dayattılar? Eğer bu iddia güçlü bir ekonomi mantığına dayanıyor idi ise, tüm Nobel sahibi bu kadar bilim insanı niçin 25-30 yıl gibi uzun süre uyanmadı da, 1980’lere gelene doğru derin uykusundan uyandı? Oysa meselenin teorik yanı yoktu. Mesele tümü ile sermaye devinimi sorunu idi. Şöyle ki, 1970’lerin ortalarına doğru merkez gelişmiş ekonomilerde kâr oranları gerilemeye, borsada hisse değerleri duraklamaya, hatta gerilemeye başlamıştı.1 Zira kapitalizm, 25-30 yıllık sosyal demokrasi denemeleri ertesinde bir tür aşırı birikim ve doygunluk krizine giriyordu. Sermaye kesimi bu krize karşı çeşitli politikalar geliştirme yoluna gitti ve geliştirdiği çoklu politikaların bir ayağını, ulusal birikimlere el koyarak ilk birikim modeli benzeri kaynak sağlama sistemine, diğer ayağını da kamusal hizmetlerin “kamu finansmanı-özel üretim” modeline yani ihale sistemine oturtmaya çalıştı. Amaç, bir yandan kamulaştırılmış alanların özel üretime açılmasıyla, diğer yandan da kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesiyle sermayeye yeni faaliyet ve kar alanı yaratmak idi. Ana akım ekonomistlerinin özelleştirme olarak kavramsallaştırdıkları süreç, aslında kâr oranları gerileyen sermayeye nefes alanı açmaktan başka bir politika değildir. Kamusal faaliyet ve işletmecilik alanlarının özel kesime açılması teknik ve işletmecilik alan özelleştirmesi olarak tanımlanabilir. Neoliberal politikalarla birlikte gündeme gelen “yönetişim” olgu ve uygulaması ise, faaliyet alanı özelleştirmesi olarak tanımlanabilir. Bu yazıda asıl amaç olarak teknik ve işletmecilik alan özelleştirme olgu ve uygulaması üzerinde durulacaktır.

***

Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 30. sayısında okuyabilirsiniz.

print