Mümtaz Soysal’ın “100 Soruda Anayasanın Anlamı” kitabının birinci sorusu “Anayasa deyince ne anlaşılır, ne anlamak gerekir?”dir.1
Soysal “Anayasa” denilince, birleşen sözcüklerin zoruyla, öbür yasaların anası olan, onları doğuran, onlara kaynaklık eden bir yasa geliyor aklımıza der. Biraz da yasaların en temel sayılanı “esas” olan bir yasa. Nitekim, Osmanlı Devletinde “anayasa” karşılığında “kanun-u esasi” sözü kullanılırdı. Anadolu hareketiyle birlikte, Osmanlı dönemindeki “kanun-u esasi” sözü yerine “teşkilat-ı esasiye kanunu” denmeye başlandı diye de devam eder. “Teşkilat-ı esasiye kanunu” terimi ise daha çok, bir devletin temel kuruluşunu, örgütlenişini, ve işleyişini düzenleyen kuralların bütünü olarak kullanılır.
Mümtaz Soysal’dan alıntı ile devam edersek, “anayasa” ve “kanun-u esasi” terimlerinin daha çok üzerine basar göründükleri bir başka anlam daha vardır: anayasa öbür yasaların üstünde, onlardan daha temelli, daha geniş kapsamlıdır. Neredeyse onları doğuran, onlara analık eden, dayanak olan bir yasa. Demek ki, anayasalar devletlerin temel yapılarını, örgütlenişlerini ve işleyiş kurallarını göstermenin yanında çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri de gösterirler.
Devlet denilen organizmanın “ele geçirilmesi” sonrasında yapılandırılması ve bu yapılandırmanın bir parçası olarak da sınırlarının gösterilmesi gerekmektedir. Tüm bunların da nihayetinde bir takım kurallara bağlanması gerekir. Bu o devletin “meşruiyeti” ile de ilgilidir. Modern devletlerin neredeyse tamamında bu temel kurallar ‘anayasa’ olarak adlandırılan ve yukarıda bahsettiğimiz nitelikleri taşıyan metinlere taşınır.
İşte bu nedenledir ki; (yeni) “anayasa” tartışmaları aslında devletin (yeniden) “yapılandırılması” tartışmaları olduğundan “hukuki” değil, “siyasi” tartışmalardır. Anayasa metinleri de, bu nedenle aslında “hukuki” değil “siyasi” belgelerdir.
Anayasalar içinde bulundukları koşulların ürünü olan metinlerdir. Daha doğru bir ifade ile, yapıldıkları dönemin sınıfsal ilişkilerini yansıtırlar. (Tabii ki, aynı zamanda sınıfsal mücadelelerin de izlerini taşırlar.) Bu nedenle, hangi yöntemle yapıldıklarından çok kim tarafından ve ne için yapıldıkları daha önemlidir. Sanırım buradan, anayasa yapma yönteminin önemsiz olduğunu söylediğimiz gibi bir sonuç çıkmaz. Ancak iktidarın kimin elinden bulunduğundan bağımsız bu tartışmanın yürütülemeyeceği aşikardır.
Ama nedense, bugün anayasa tartışmaları yürütülürken sanki bu olgu yokmuş gibi davranılıyor. Devletin yapısına, işleyişine ve aslında yeniden yapılandırılmasına ilişkin bir tartışma yaptığımız unutularak, var olan, önümüze getirilen metinler mutlak kabul ediliyor. Buradan hareketle de o metinin (Anayasa’nın) tanımladığı yapı, işleyiş, “mutlak”, “değiştirilelemez”, “değişmez” olarak düşünülüyor. Bunun üzerinden de önümüze konulan metinleri “oraya buraya çekelim”, “şu maddesini, olmazsa bu maddesini düzeltelim” diye tartışmaya başlıyoruz.
Oysa söyleyeceklerimizin önümüze konulan metinlerin ötesinde olması gerekmektedir. Hele bugünlerde bu olmazsa olmazdır!
Bugünün Prototipi: 2007 Özbudun Taslağı
AKP’nin “yeni” Anayasa önerilerine bakarken bir hususu atlamamız gerekiyor.
AKP 2007 yılının yaz aylarının sonlarına kadar baştan sona yeni bir Anayasa yazımından bahsediyordu. Ancak, bizzat Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine, Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan, 2007 Ağustos’unun başlarında Erdoğan’a sunuşu yapılan ve aynı ayın sonlarında AKP’ye teslim edilen Anayasa önerisi sonrasında AKP tarafından resmi olarak sahiplenilmedi ve kamuoyuna açıklanmadı. O ana kadar yeni bir Anayasa yazımından bahseden AKP, bu tarihten itibaren Anayasanın parça parça değiştirilmesini gündemine aldı.2 Bunun anlamı metnin içeriğine ilişkin AKP’nin itirazları olduğu değildi. O tarihlerde AKP’nin “gücü” bunu gerektirmişti.
Bu nedenle, bugün yeniden baştan sona yeni bir Anayasa yazımından bahsediliyorsa, yürütülen tartışmalar da 2007 taslağı bir an için bile akıldan çıkarılmamalıdır. Arka planda bu taslak durmaya devam etmektedir. Tabi ki aradan geçen zaman nedeni ile taslak bir bütün olarak aynen kullanılamaz. Ancak AKP’nin nasıl bir anayasa istediğine dair ciddi ipuçları barındırmaktadır. Bunu bugünlerde Özbudun’un “başkanlık” sistemine ve AKP’ye “şiddetle” karşı çıkan görüşlerini bilerek söylüyorum. Zaten kendisi de bunu söylüyor.3
Bahsettiğim gibi, aradan geçen zaman nedeni ile 2007 taslağı artık bir bütün olarak aynen kullanılamaz. Ancak bu metin AKP’nin nasıl bir anayasa istediğine ve buradan hareketle de nasıl bir ülke istediğine dair ciddi ipuçları barındırmaktadır. Bu nedenle bu taslağı kısaca hatırlamakta fayda var.4
Taslak Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan ilk maddelerinde değişiklik öngörmekte idi. Bundan da öte, bu maddelerde değişiklik yapılamayacağını dile getiren “değiştirilemeyecek hükümler” başlıklı 4. maddesi öneri de yer almamakta, tamamen kaldırılmaktaydı.
Taslakta egemenliğin kısıtlanmasına yol açan bir hüküm yer almakta idi: “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır.” Yine TBMM’nin devredilemeyen yasama yetkisine de kısıtlama getirilmekteydi. Öneride “Kanun hükmünde kararnamelere ilişkin hükümler saklıdır” eki ile “yürütmenin yasamanın yerine geçmesi” anayasal bir düzenleme haline gelmiş bulunuyordu.
“Din ve vicdan hürriyeti”nin “din ve inanç hürriyeti” olarak değiştirildiği taslak ile toplu, alenen ve özel ibadetin önü açılmaktaydı.
Taslak anayasal düzlemde federalizme dair ilk adımların atıldığı bir metindi. 2007 taslağı “mali federalizmin” önünü açmaktaydı. “Vergi ödevi” başlıklı maddede yapılan düzenleme ile vergi ile ilgili bazı yetkiler Bakanlar Kurulu’ndan alınıp yerel yönetimlere verilmişti. Böylece “idari özerklik” öncesi önemli bir adım atılması hedeflenmekteydi.
2007 Özbudun taslağı, anayasa tartışmalarında nedense hiç gündeme getirilmeyen, kimsenin aklına gelmeyen “sosyal devlet”e ilişkin birçok düzenlemeyi de ortadan kaldırmakta idi. Anayasa’dan “kamu yararı” çıkarılarak, kamu yararı başlığı altında yer alan düzenlemeler “Mali ve Ekonomik Hükümler” ile “Çevrenin Korunması ve Milli Servetlere İlişkin Hükümler” diye oluşturulan yeni bir başlığın altına alınmıştı. “Piyasaların denetimi” maddesi ise “piyasaların geliştirilmesi” olarak değiştirilmiş, “planlama” Anayasa’dan çıkarılmıştı.
Şu anda anayasada yer alan “toprak mülkiyeti”, “tarım ve hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması”, “orman köylüsünü korunması”, “kooperatifçiliğin geliştirilmesi”, “esnaf ve sanatkarların korunması”, “konut hakkı”, “gençlik ve spor”, “sanatın ve sanatçının korunması” gibi başlıklar da Anayasa’dan çıkarılmıştı.
Meşruiyet Arayışı ve Can Simitleri
Peki bu durumda anayasa (ve başkanlık) tartışmalarını hangi çerçevede tartışacağız?
Çokça yazıldı. AKP cenahı 1 Kasım seçimleri ile bir dönemin kapandığını söylüyor. O da “Gezi” parantezinin kapanması. Şimdi Onlar için sırada esas parantezin kapatılması var. Cumhuriyet parantezinin kapatılması. Bunu açıkça yazdılar. AKP’nin önümüzdeki yıllara ilişkin izleyeceği yol, siyaseti net. Bizim, havada asılı duran sistemin ayaklarının yere bastırılması dediğimiz durumdur bu. İkinci Cumhuriyetin yerleştirilmesi çabasıdır.
Kendileri de bugünkü halin sürdürülebilir olmadığının farkındalar. Sistemleri artık kendini “yenileyerek” yerleşmelidir. Anayasa, başkanlık, adalet, güvenlik, denetim… Bugün tartışılan/tartıştırılan tüm başlıklar doğrudan sistemin yerleşmesi ile bağlantılıdır.
Şimdi önümüzde başkanlık meselesinin öne çıkartıldığı bir anayasa tartışması var. Ancak bir üst paragrafta bahsettiğim gerekçeden dolayı, ne anayasa tartışmaları başkanlıktan, ne de önümüzdeki dönem tek başına anayasa tartışmalarından ibaret. Bu tartışma esas olarak Türkiye’nin idari yapısının, başkanlık sisteminin, adlı adınca 2. Cumhuriyet rejiminin hukuki zemininin yaratılması, sistemin o zemine oturtulması tartışmasıdır. Bu tartışma havada asılı duran rejimin yapılandırılması tartışılmasıdır. Esas olarak gericiliğin hukuku yaratılmaktadır.5
Tüm bu nedenlerle değil “yeni” bir Anayasa’yı, bunun tartışılmasını dahi meşrulaştıracak yaklaşımlar baştan sona yanlıştır. Ancak, görünen o ki, başta TBMM’de yer alan partiler olmak üzere, geniş bir toplam bu tartışmaya girecektir. Başta söylediğim gibi ya kendilerince “düzeltmek” için ya kendilerine “yer açmak” için. Ama öyle ama böyle.
Uzun zamandır dillendirdiğimiz üzere, yeni bir “yetmez ama evet” dalgası ile karşılaşma olasılığı da yüksektir. Görünen o ki, Anayasa gündemi üzerinden bu dalgaya soldan (ve bu sefer daha geniş bir yelpazeden) yenileri katılacaktır. Herkesin kendine göre de bir “gerekçesi” bulunmaktadır.
Gerekçelerden biri merkeziyet/ademi merkeziyet tartışmasıdır. Sola hap olarak sunulan “doğru”lardan olan ademi merkeziyetçilik için deniyor ki; yerelleşme halkın yönetime katılımını sağlayacak bir modeldir, erk paylaşıldıkça kucaklayıcı, etkin ve demokratik olur. İşte, anayasa tartışmaları bu tezlerin savunucuları için bir fırsattır.6
Yine Kürt sorununun çözümü için anayasa tartışmalarında yer alınmasını önemli bulanlar da bulunmaktadır. Her ne kadar bu kesimin tezlerinin bir kısmı ademi merkeziyetçilik ile kesişse de, başlıklar bundan ibaret değildir.7
Önemli bir toplam ise “normalleşme” arayışındadır. Onlarda bunu (şimdi de) anayasa tartışmalarında aramaktadırlar. Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu dikkat çeken bir örnek. Feyzioğlu, “yeni anayasa” kavramı yerine “anayasa değişikliği” kavramının tercih edilmesi gerektiğini belirtiyor ve Türkiye’nin anayasa değişikliğine ihtiyacı olduğunu, ancak “yeni anayasa” tabirinin rejim değişikliğine işaret ettiğini söyleyerek yol gösteriyor.8
1982 Anayasası biri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 18 değişiklik geçirmiş durumda. Anayasa’nın başlangıç metni dahil onlarca maddesi değişikliğe uğradı. Buna rağmen ilginçtir, hala 82 Anayasasından kurtulmak gerektiğinden bahsedilerek AKP’nin anayasa tartışmalarına dahil olunmaktadır. Oysa görülmektedir ki, yalnızca değişiklik yapılıyor olması 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulduğumuz anlamına gelmemektedir.
12 Eylül’ün ve Anayasasının temelde işçi ve emekçilerin örgütlenme ve siyaset yapma, hak arama özgürlüklerine bir müdahale olduğu düşünülürse, bu yönde değişiklik önerisi var mı diye de metinlere bakılması gerekmektedir. Ancak yine ilginçtir ki; kimse bu başlıklarla da ilgilenmemektedir. Varsa yoksa “sivil” anayasa!
Öyle ise tüm bu tartışmalardan “bağımsız” bir şekilde söz söylenebilmesi, bunun içinde bağımsız bir hattın yaşama geçirilmesi elzemdir.
Kuşkusuz ülkemiz 12 Eylül Anayasası’ndan bir an önce kurtulmalıdır. Ancak iyice kirletilmiş bir kavram olan “sivil” ifadesini taşıyan bir anayasa ile değil “toplumcu bir anayasa” ile…
Bunun bir mücadele konusu olduğunu söylemek ise sanırım gereksiz olacaktır!