Hukuk Defterleri için yazdığımız ilk yazıda, laiklik kavramının dünya sınıf mücadelesindeki yerini göstermeye çalışmış, Osmanlı’da iktidarı sınırlayan ilk girişimler ile Cumhuriyet’in hilafet ve saltanatı kaldırmakla başlayan tutumu arasında olağan bir süreklilik değil, niteliksel bir sıçrama olduğunu not etmiş idik.
Türkiye açısından bu sürecin devamı, bir başarı zinciri olarak gelmemiştir. Açıktır ki, liberal laiklik tanımıyla ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ pratiği, önce iktisadi-sosyal yaşamıyla toplumun, ardından siyasi nitelikleriyle devletin dincileşme tuzağına düşmesini engelleyemez. Bu durum, Türkiye’nin son yüzyıllık deneyimiyle somutlaşmaktadır.
Bilimsel şüpheciliği öğreten, diyalektik esaslı yaygın laik eğitimin aydınlattığı vicdan ve akıl, üretim araçları sahipliği ya da üretim süreçlerine içerilme ile donatılan iktisadi bağımsızlıkla desteklenmedikçe, gericileşmenin toplumsal ve siyasi araçlarının yeniden üretimi hızlanır. Bu bağlamda, geçmişte köy enstitülerinin kapatılıp toprak reformunun engellenmesi, toplumsal ilerleme aksının dağıtılması açısından stratejik önemdedir. Bugünse Belçika, Mısır ve Nijerya standartlarına sahip insanların birlikte yaşadığı, gelir adaleti ve fırsat eşitliğinin giderek bozulduğu memlekette, yalnızca kaçak dinci yurtlarda verilen dogmalar değil, onlardan farksız biçimde, yasal ve milli eğitimin yobaz ve ırkçı nitelikleri de günü ve geceyi zehirlemeye devam ediyor.
Bu bağlamda Türkiye, dinciliğin ve faşizmin birlikte geliştiği bir 21inci yüzyıl laboratuvarına dönüşmüş durumda.
Bir önceki yüzyılda, Alman uygarlığının Hitler faşizmine gönüllenmesinin geri planında, Versay Anlaşması’nın dayattığı koşulları Alman onuruna aykırı sayan bir yaygın görüşün varlığı yadsınamaz. Bu yürüyüş, çok zaman geçmeden, üstün ırk sapkınlığına ve insanlık tarihinin gördüğü en büyük soykırım kavşağına ulaşmıştır. Çok da küçümsenmemesi gereken tikel insan bilincinin, en azından iyiyi kötüden ayırma konusunda çok küçük yaşlarda başlayan doğal yetinin, yığınlarla birlikte birer ölüm makinesine dönüşürken bu kadar zayıf düşmesi çoğu zaman hayret vericidir…
Hannah Arendt ‘Kötülüğün Sıradanlaşması’ adıyla Türkçe’ye çevrilen yapıtında, Nazi Almanya’sı döneminde insanlık dışı uygulamalar yapan görevlilerin hiç de sadist birer canavar değil, görevlerini yapmaya koşullanmış, sorgulamadan emirlere uyan sıradan-normal insanlar olduklarını yazar. Otoriteye itaat etme duygusunun yaygın eğitimle ya da sosyal çevredeki kültürel kodlarla kitlelere aktarılması, zamanla akıl yürütme ve sorgulama yetisini baskılar ve insan bilinci emri yerine getiren makineye dönüşür. Bu anlarda akıl ve vicdan arama ya da onlara seslenme beyhude bir çabadan ibaret kalır.
Adolf Hitler’in “Yığınlar halsiz ve tembeldir. Okumaz ve düşünmezler. Bir düşman ve bir de Tanrı’yı tanımalıdırlar” sözü, motivasyon kaynaklarını da ortaya koymaktadır: Uhrevi alandan çıkıp ideolojik aygıt niteliğine dönüştürülmüş din ve tek tipleştirilerek bağımsız haber yapma yerine resmi yalan yayma mekanizmasına dönüştürülmüş medya.
Bu anlamıyla din ve medya, aynı zamanda devletin rıza üretme aygıtlarıdır. Yığınlar, bu aygıtlarla resmi ideolojiyi içselleştiren, yayan ve polis devletinin yanında çalışan gönüllü kuvvetlere dönüşeceklerdir. Bunların sarmalayamadığı birey ve gruplar için Devletin Gestapo’su, o da yetmiyorsa partinin SS güçleri, “görevlerini yapmak için” sabırsızlanmaktadırlar…
Neşet Ertaş’ın bozlağının, uzman çavuşların genç bedenlerinin musalla taşlarında propagandaya teslim olması.. “Camide içki içtiler”, “Kabataş’ta başörtülü kızımıza musallat oldular”, “Bülent Arınç’a suikast girişiminde bulundular” yalanlarının günlerce evlerimizi işgal etmesi.. İstiklal’in arka sokaklarında palalıların, Eskişehir’in arka sokaklarında fırıncıların, polislerle beraber ava çıkması.. Güneydoğu’da bombalanan kentlerde yaşamını yitiren sivillerin adlarını dahi bilmememiz.. İstanbul’un yeniden fethedilmesini seyre gelenlerin döner-ekmek kuyruğunda birbirini ezmesi.. Üç canlı bombanın art arda patladığı Havaalanı’nda taksicilerin turistleri kazıklama yarışına girmesi ve ‘yerlileri’ arabalarına almamaları..
Yaş medyanı 29 olan bir ülkeden söz ediyoruz. Çalışma yaşamına dahil olanların yarısı ilkokul mezunu değil, lisans üstü eğitime sahip olanların oranı %1. Onlar için Reis Rus uçağını düşürdüğünde de, özür mektubu gönderdiğinde de haklıdır. Kuşkuya yer bırakmayan sağlam bilgileriyle haykırırlar; “dik dur eğilme, bu millet seninle”…
Antonio Gramschi hegemonya kavramını İtalya’da Mussolini faşizminin koşullarında temellendirmiştir. Analizin devletle ekonomi arasında yer alan sivil toplum bloğunun etkisini göstermesi, şüphesiz yalnızca o dönemin pratiğiyle sınırlı değildir.
Bu çerçevede, demokrasi güçlerinin Türkiye’de sınıfsal karakterli güçlü bir itirazı beklemesi değil, inşa etmesi gerekiyor. Bunun yolu da, fabrikaya, tarlaya, üniversiteye, okullara, medyaya, sokaklara ve meydanlara -yeniden- sahip olmaktan geçiyor…