2020’nin sonunda Adalet Bakanlığınca, 2021’de yeni reformların hayata geçirilmesinin sürdürüleceği, yargı ve adalet hizmetlerinin etkinliğinin artırılacağı, vatandaş odaklı uygulamaların kalitesini güçlendirecek faaliyetlerin yürütüleceği belirtildi. Bu kapsamda, yeni yılda yargı bağımsızlığı, yargı ve adalet hizmetlerinde performansın artırılması, hukuk eğitimi alanlarında yeni uygulamalar ve düzenlemelerin gündeme geleceği ifade edildi.
Yine aynı dönemde Cumhurbaşkanı “Hükümete geldiğimizden beri demokrasi ve kalkınma merkezli bir anlayışla ülkemizi güçlendirme amacının arkasında bu gerçek yatıyor. Son 1 yıldır yeni reformu hayata geçiriyoruz. Yaptığımız her reform yerli ve uluslararası yatırımcılara da hitap ediyor. Önümüzdeki aylarda öngörülebilir, kolay erişilebilen yargı sistemi için yeni adımlar atacağız. Yapısal reformların içindeyiz. Ülkemiz yatırım hukuku standartlarına sahiptir. Hukuk sistemimizin taraflarıyla, ekonominin tüm temsilcilerinin istişareleri ile ortaya çıkacak ihtiyaçları süratle hayata geçirerek ülkemizi yeni döneme hazırlayacağız. Yatırım iklimini olumlu yönde geliştireceğiz. “ açıklamasında bulundu.
Hatırlarsak 3. Yargı Reformu Strateji Belgesi, 30 Mayıs 2020 tarihinde açıklanmış ve o tarihten bu zamana kadar üç paket yürürlüğe girmişti. Bu paketlerin yansımalarının etkisiz olduğu herkesin malumu.
Ne var ki herkes, reform lafını ağzından düşürmüyor. Hatta İstanbul Havaalanında 7/24 hizmet verecek adliye bile, Adalet Bakanlığı tarafından reform kapsamında yapılan bir yenilik olarak sunuldu. Bu reformların devamının geleceği ifade edildi. Çalışmalarının sürdüğü ve Ocak sonuna doğru yeni bir paketin geleceği konuşuluyor. Herkesin dilindeki bu reform söyleminin anlamı nedir?
Çok açık ki, pandemi dönemiyle birlikte ekonomik olarak daha da sıkışan AKP, Türkiye’nin normalleştiği ve sermayenin yatırım yapabileceği bir ülke olduğunu anlatma derdinde. Kapitalizmin doğası gereği, sermayenin rahat hareket edebilmesi için, hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik şart. Yine çıkan uyuşmazlıkların hızlıca çözümü ve yine bu uyuşmazlıklara kaybedilecek paranın da önceden öngörülebilir olması gerekiyor. Ayrıca AB ile ilişkilerini düzeltmeye çalışan AKP, demokratik bir ülke olduğunu da göstermek istiyor. Uzun tutukluluk sürelerine ilişkin tartışmalar veya hazırlanan İnsan Hakları Eylem Planı da hem AB’nin hem de sermayenin güveninin kazanılmasına yönelik.
Tam da bu yüzden Erdoğan; demokrasi, yargı bağımsızlığı, kolay erişilebilen yeni yargı sistemi, ihtisas mahkemelerinin yaygınlaştırılması, tahkimin teşvik edilmesi, ticari uyuşmazlıklar için arabuluculuk merkezleri gibi alternatif çözüm yollarının arttırılması, davaların hızlandırılması konularını gündeme getiriyor.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi1 bu reformlar sadece hukukun daha çok piyasalaşmasına ve yargının daha çok özelleşmesine neden olacaktır. Yoksa bir günde atanan Yargıtay üyesinin, göreve başlamadan Anayasa Mahkemesine aday olup, HSK seçimlerinde en çok oyu alıp Anayasa Mahkemesi üyesi olduğu; AİHM kararı karşısında Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakmayan ya da kendi yüksek mahkemesi AYM’nin kararını tanımayan ilk derece mahkemelerinin olduğu bir yargı yapılanmasından bağımsızlık beklemek; Meclis’te halkın temsilinin en yüksek oranda sağlanabilmesi için yapılması gereken değişiklikler yerine, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sistemini değiştirmek için formül arayışında olan bir iktidar ve ortağı partiden de demokrasi beklemek en hafif tabiriyle naiflik olacaktır.
İşte, bu reformların bizi daha mı demokratikleştireceği yoksa daha mı sermayeye bağlayacağı sorusunun cevabı çok açık. Önümüze gelecek her reformu tek tek tartışmanın bir anlamının olmadığı ise izahtan vareste. O hâlde, tartışmamız gereken esas konular tüm önemiyle hâlâ ortada duruyor: Nasıl bir meslek, hukuk ve ülke istiyoruz?