Yuvarlak Masa: Akademinin Sorunları

Bu sohbetimizde, akademiyi, akademinin sorunlarını üniversitelerde çalışanlar gözüyle ele almaya çalıştık. Derginin hazırlanmasında emek veren hocalarımız yanında, pandemi nedeniyle online olarak gerçekleştirdiğimiz yuvarlak masa söyleşimizde görüşlerini bizlerle paylaşmayı kabul eden Barkın Asal, Cemil Ozansü, Cemile Turgut ve Şeyma Sağdıç hocalarımıza çok teşekkür ederiz.

 

 

 

Hande Heper: Herkese öncelikle katılımları için teşekkür etmek istiyoruz. Bugün elimizden geldiği kadarıyla akademide çalışma yürütenler olarak, akademinin sorunlarını ele almaya çalışacağız. İsterseniz öncelikle akademide çalışma koşullarına ilişkin sorunların tespitiyle başlayalım. Cemil hocam ilk sözü size vermek isterim.

Cemil Ozansü: Akademide çalışma koşulları denildiğinde hâlâ (hukukçular içinde Barkın ile bana) bize soru yöneltilmesinin sebebi 2008-2009 yıllarında verdiğimiz mücadele, yani şu bilindik (50/d karşıtı) eylemlerdi. O zaman, o koşullarda başarılı olabilmiştik, en azından saldırıyı veya daha düzgün bir ifadeyle üniversiter yıkımı bir nebze durdurabilmiştik. 50/d eylemleri sadece başarılı bir savunma değildi, bazı kazanımlar dahi elde edilebilmişti. O zaman için sorunun kaynağı da şuydu: Daha 2008’de fırsat bulmuşken, üniversitelerden sol ve cumhuriyetçi geleneği tamamen temizlemek, kürsülerde köleleştirmeyi arttırmak istiyorlardı. Olamadı. Ancak bu kazanımlarımızın tamamına yakını 2016’nın uzun OHAL’inde tırpanlandı. Hatta sonunda o asistan hareketinin tüm öncüleri de “tırpanlandı”, KHK’landı.

Barkın ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden uzaklaştırılmamızın üzerinden beşbuçukyılgeçti.Bunedenlegündelikçalışma hayatının sorunlarını bugün için dışardan gözleyebiliyoruz. İlk tespit olarak şunu ortaya koyabilirim: Vakıf üniversiteleri sistem içinde onların varlığından beklediğimiz tehlikeli sonuçları ortaya çıkardılar. Vakıf üniversitesi devlet üniversitesi ayrımı silikleşti, çalışanlar bakımından sistem, asgari müşterekte herkesi buluşturdu. Yani en geri noktada birleştik. Oysa devlet üniversitelerinin avantajı, burada örgütlenmenin daha kolay gerçekleşmesiydi, sendikalaşma vs. imkanları daha fazlaydı. Bugün için bu alanlarda epey bir gerileme söz konusu.

Özgür bir akademisyenlik için, devletten ve sermayeden bağımsız faaliyet gösterebilmek gerekir. Bunun birincil şartı, akademisyenin mali güvencelerinin sağlanmasıdır. İş güvencesinin bulunduğu koşullarda kamuda çalışmak görece bir biçimde en yüksek garantileri temin edebilir. Bu koşulların yeniden ihya edilmesi gerekir. Proje asistanlığı veya burs temin edilerek yapılan araştırmacılık, sermayeye veya devletlere çok daha yüksek bir tâbi oluşu inşa etmeye yarıyor. İş güvencesinin bulunmadığı koşullarda “parayı verenin düdüğü çalması” mümkün hale geliyor. Akademik araştırmaların inceleme merceği, finansörün istediği mecralara ve istediği içeriğe yöneliyor. Bu durum sadece sosyal bilimlerde değil, fen bilimleri sahalarında bile gözlemleniyor. Bu kıskaç parçalanmaksızın gerçek bir üniversitenin inşa edilebilmesi mümkün değildir. Hatta bu durum böyle devam ederse (ki öyle gözüküyor) evrensel bir kurum olarak üniversitenin dünya ölçeğinde tarihten silinmeye başladığını da söyleyebiliriz. İşte, “ütopyasızlık çağının” pratik sonucu.

Şeyma Sağdıç: Kendi adıma akademideki sorunları şöyle ayırmamız gerekir diye düşünüyorum: Akademik çalışmalardan kaynaklanan sorunlar ve iş yaşamı, üniversitede çalıştığımız yerlere dair sorunlar. Çalışma yaşamına ilişkin sorunların en büyük kaynağı bana göre görev tanımlarımız. Özellikle de asistanlar bakımından görev tanımımızın anlaşılmaması ya da net olmaması en büyük sorun.

Özellikle benim gibi taşra üniversitelerinde çalışanlar açısından bu durum büyük bir sorun yaratıyor. Çünkü taşra üniversitelerinde akademik kültür, eksikli halde olsa bile bulunmuyor. Dolayısıyla araştırma görevlisinin ne yapıp yapamayacağına ilişkin olan büyük bilgisizlik ve bu bilgisizliğin kötü niyetle birleşmesi durumu, büyük bir sorun yığınına dönüştürebiliyor.

İkinci ise, idari ve akademik çalışmanın çatışması. Neoliberal politikaların bir etkisi olan güvencesizliği de hemen ardına ekleyebiliriz. Bu sorun vakıf üniversitelerinde daha da büyük çünkü, iş sözleşmesiyle mi yoksa idari bir sözleşmeyle mi çalıştıkları hala netleşmemiş durumda. Devlet üniversitelerinde de benzer bir durum var, çünkü çok farklı kadro kategorileri var ve bunlar arasında güvencesiz kadrolar da bulunuyor. Güvencesizliğin getirdiği bir rekabet ortamı var. 50/d’li bir araştırma görevlisi 33/a’lı bir çalışma arkadaşıyla rekabet içerisinde. Bu durum da işyeri barışını çok olumsuz etkiliyor ve çalışma yerlerimizi, akademik etikten uzaklaşılan bir çalışma ortamına dönüşüyor.

Cemile Turgut: Şeyma konuşurken not aldım, aklıma başka gelen hususlar da oldu ancak özellikle vakıf üniversitelerinde iş tanımının olmaması gerçekten problem. İş bölümünün olmadığı bir ortamda, bir kişiye iş veriliyor, o kişi işi iyi yaptığında süreklilik arz edecek şekilde üzerine kalıyor. Hatta diğer işler de o kişiye verilmeye başlanıyor ve iyi iş yapan adeta cezalandırılmış oluyor. Dolayısıyla bu durum hem adaletsizlik yaratıyor, hem motivasyonu düşürüyor.

Bir diğer sorun da katı mesai saatleri. Örneğin kimi üniversiteler sabah 9, akşam 17 üniversitede olmayı zorunlu kılıyor, kart basılarak üniversiteye giriş-çıkış yapılıyor. İdare de ay sonunda giriş- çıkış saatlerine bakıp akademisyenleri “kart bastın/ basmadın, geldin/ gelmedin” baskılarına maruz bırakıyor. Kaldı ki bu uygulamalar mesleki verimliliği de olumsuz etkiliyor.

Şeyma Sağdıç: Sadece vakıf üniversitelerinde olmuyor. Devlet üniversitelerinde de mesai uygulamasından kaynaklı mobbinge varan baskılar var, bu konuyla ilgili soruşturmalar açılıyor.

Hande Heper: Ben hep, vakıf üniversitelerinde özel şirket mantığından dolayı, akademisyene “işçi” olarak davranılıyor diye düşünüyordum. Örneğin hatırlarsanız geçen günlerde bir vakıf üniversitesinde çalışan akademisyenler, bu konuda açıklama yaptılar. Ancak devlet üniversitesinde de iş saatleriyle ilgili sorunların bu boyuta geldiğini düşünmemiştim.

Şeyma Sağdıç: Ne yazık ki artık devlet üniversiteleri de vakıf üniversitelerini aratmıyor. Özellikle performans değerlendirmesi üzerinden çok büyük bir baskı var. Hatta ben artık diyorum ki, vakıf üniversitesinde çalışayım; en azından yerimi, sınıfımı bilirim, ona göre haklarım için mücadele ederim. Çünkü devlet üniversitelerinde idarecilerin çok keyfi uygulamalarıyla karşılaşabiliyorsunuz.

Gökçe Çataloluk: Ya, aslında herkes farkında, Cemil de söyledi. Devlet-vakıf ayrımı zaten artık bitti gibi. Çünkü vakıf üniversiteleri, devlet üniversitelerini neoliberalleştirmenin yolu olarak, modeli olarak kullanıldı. Artık devlet üniversitesi denen kurum da kamu kurumu/ kamu üniversitesi gibi işlemiyor. Sertifika programları, kurslar, webinarlar vs. ile kısmen özelleşti. Sonra mesela vakıfta performans sistemini denediler, şimdi devlet üniversitesinde uygulamaya başladılar. Eskisi gibi bir durum yok. Devlet üniversitelerindeki 50/d mücadelesinden sonra, o iş bitti; ayrım neredeyse yok oldu. Bir tek işte memurluktan kaynaklanan güvenceler var.

Ahmet Mert Duygun: Evet, dediğiniz gibi devlet üniversitelerinde vakıf üniversitesindekilerle aynı uygulamaları görebiliyoruz. Örneğin devlet üniversitesinde de çalışma saatlerine riayet edilmesi, kart basılması, sadece bir gün okula gelinmemesine izin verileceğine ilişkin açıklamalar yapılıyor. Hatta bu kamuoyuna da yansıyan bir olayda gördüğümüz üzere sadece araştırma görevlilerine yönelik bu durum resmi yazıyla bildirilebiliyor. Burada çalışan akademisyenlerin tepkileri ölçülüyor, eğer çok tepki gelirse hemen geri çekilebiliyor, şimdilik.

Aslında biliyorsunuz, geçen sene pandemi döneminde, vakıf üniversitesindeki akademisyenlerin ücretleriyle devlet üniversitesindeki akademisyenlerin maaşlarının eşitlenmesinin de içinde olduğu bir kanun çıktı. Herkes bu konuya odaklandı, ancak o kanunda bir başka hüküm de disiplin hükümleriyle ilgiliydi. Şu anki 2547 Sayılı Kanun’daki disiplin hükümlerine göre 20 gün üniversiteye gitmemek, kamu görevinden çıkarma nedeni. Bir de 9 günden fazla gelmemek disiplin cezası, 1 günden fazla gelmemek kınama cezası ile cezalandırılıyor. Aslında o hükümler 657 sayılı Kanunda vardı ve öğretim elemanlarına ilişkin hükümler de bu kanuna atıf veriyordu ancak Anayasa Mahkemesi bu atfı iptal etti ve dedi ki ‘Akademisyenlerin çalışma koşulları ve mesai şartları tamamen memurlardan farklı oldukları için bu hükümleri onlara uygulayamazsınız.’ Kanun koyucu çözüm olarak bu hükümleri “kopyala yapıştır” ile bahsettiğim kanuna koydu ve iptal davası açmaya yetkili olan yegane siyasal parti anamuhalefet partisi de bu hükümlere dava açmayı unuttuğu için, bu hükümler yürürlüğe girmiş oldu.

Gökçe Çataloluk: Haberi çıktı, vakıf üniversiteleri maaş denkleştirmesi konusunun kaldırılması için fazlasıyla devlete bastırıyormuş. Doğruysa, bu üniversite sınavının barajının düşürülmesi de onlara bir taviz olarak verilmiş. Okuduğum kadarıyla bir üniversite “sahibi”, burslu öğrenci sayısını azaltın, barajı kaldırın, biz de çalışanları işçi statüsüne indirelim yoksa rekabet koşullarımız ortadan kalkacak minvalinde konuşmuş.

Hande Heper: Gerçekten burası belirsiz, şu an idari mahkemeler yetkilidir deniyor ama Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Başkanının yazdığı makalede, bunun bir iş sözleşmesi olduğu, kamu kurumu niteliğinde işverenlerin yapmış olduğu her sözleşmenin idari nitelikte olmadığı, iş sözleşmesi de yapabilecekleri, dolayısıyla vakıf üniversitesinin çalışanlarla yaptığı sözleşmelerin iş sözleşmesi olarak kabul edilebilmesi ve yetkili mahkemelerin de bu nedenle iş mahkemeleri olması gerektiği görüşleri belirtildi. Dolayısıyla, buradaki belirsizlik devam ediyor, süreç tam terse dönebilir, oraya zorlanabilir.

Gökçe Çataloluk: Sanırım süreç aslında özel üniversiteye doğru zorlanıyor.

Ahmet Mert Duygun: Sanki Gökhan Çetinsaya YÖK başkanıyken, onun döneminde bir kanun teklifi hazırlanmıştı. Orada üniversiteler devlet üniversitesi – vakıf üniversitesi- özel üniversite olarak üçe ayrılıyordu.

Hande Heper: Böyle bir kanun çıksa AYM ne der acaba günümüzde? 70’lerde özel üniversiteleri kapama gerekçeleri rafa mı kalktı, kadükleşti mi acaba?

Barkın Asal: Sözü geçen kanun teklifi 2012 yılı sonlarına doğru Yükseköğretim Kurulu tarafından hazırlanmıştı. 2013’ün başında ise üniversitelerde farklı farklı YÖK üyeleri tarafından, sanki bir meta imişcesine tanıtımı yapılıyordu. Biz de o sırada mensup olduğumuz üniversiteye gelen YÖK üyelerini uyardık: Taslak birçok hükmünde aleni biçimde Anayasaya aykırılıklar içeriyordu. Bunlardan biri de kamu ve vakıf üniversiteleri haricinde, özel üniversiteleri düzenlemiş olmasıydı. Yürütme erkinin içinde olan idare hukukunda niteliği tartışmalı bir kamu kurulunun mevcut Anayasa sanki yokmuş gibi düzenleme taslağı hazırlaması üzerine, gerektiği takdirde suç duyurusunda bulunacağımızı söylemiştik. Neyse bu başka bir konu… Ama eğer bununla ilgili bir Anayasa değişikliği olursa, mevcut vakıf üniversitelerinin çoğu da imkân tanınması halinde statülerini değiştirerek özel üniversite olurlar. Biliyorsunuz Anayasanın 130. Maddesine göre vakıf üniversiteleri kâr amacı güdemezler; ancak mevcut durumda birçok vakıf üniversitesinin kar eden birer işletme niteliğinde olduğu yadsınamaz. Bu noktada karın dışarı aktarılmasının çok çeşitli yan yollarla sağlandığı biliniyor. Ancak özel üniversite statüsü bu yan yollardan kurtulunmasını sağlayacaktır.

Ahmet Mert Duygun: Genelde bu işler dediğiniz gibi, mütevelli heyeti üyelerinin sahibi ya da ortağı olduğu şirketlere veriliyor.

Şeyma Sağdıç: Hatta çalışanların ya da üniversitenin çalıştığı şirketlerin, mütevellideki üyelerin memleketlerinden olduğunu da görebiliyoruz.

Barkın Asal: Ancak bu sadece vakıf üniversitelerine özgü değil; kimi devlet üniversitelerine de bakıldığında özellikle belirli fakültelerdeki idari personelin çoğunun hemşeri ve hatta akraba oluşuna şahit olunabiliyor.

Hande Heper: Cemile hocam konu konuyu açtı, sözünüzü kesmiş olduk. Tekrar size sözü vereyim.

Cemile Turgut: İş bölümü vs. meselelerinin bir şekilde üstesinden gelinir elbet ancak bazı korkuların, suskunlukların ve dayanışma eksikliğinin üstesinden nasıl geleceğiz, onu bilmiyorum açıkçası. Çünkü benim kendi deneyimimden gördüğüm, herkes ciddi anlamda korkuyor. Tabii ki işten atılma, fişlenme, iftira korkusuyla bu çekingenlik normal fakat yine de dayanışmadan bu kadar korkmak, sürekli duymadım, görmedim demek… Üniversiteler özerkliklerini, akademisyenler de özgürlüklerini yeniden kazanmalı. Bu konuda ne yapılabilir gerçekten bilmiyorum, belki de bunun üzerine konuşmalıyız biraz.

Not aldığım şeylerden bir diğeri ise fikir hırsızlığı. “Aa bu konu çok güzelmiş birlikte yazalım” deyip, sonra makalenin tek yazarlı olarak yayımlandığı da görülüyor. Bizzat yaşadım bunu.

Hande Heper: Mert hocam, sen vakıf üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştın şimdi de devlet üniversitesinde doktor öğretim üyesi olarak çalışıyorsun. İkisini de görmüş biri olarak düşüncelerini öğrenmek isteriz.

Ahmet Mert Duygun: Öncelikle Gökçe hocanın tespitinin çok doğru olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Vakıf üniversitelerinin, devlet üniversitelerinin insicamını bozduğu tespiti. Yani işte akademik başarının mutlaka proje ile ölçülmesi. Birçok şeyin performansa, projeciliğe göre belirlenmesi, sorunlardan bir tanesi bu. Öğretim elemanının başarısının, tamamen yaptığı proje, elde ettiği ve üniversiteye sağladığı gelir üzerinden değerlendirilmesi. İkisinde de öğretim elemanı yaptığı işin asıl “niteliği” ve bilimsel özgünlüğü açısından değerlendirilmiyor; vakıf üniversitesindeki öğretim elemanından bir işçi, devlet üniversitesindeki öğretim elemanından bir memur olmasının beklenmesi durumu söz konusu. Yani her koşulda, bunun sui generis (kendine özgü bir iş) olduğu algısı iki yerde de yok. Aradaki fark ise, vakıf üniversitesindeki mesele kar iken, devlet üniversitelerin de bunun pek gözükmemesi. Tabii orada da başka tür kaygılar gündeme geliyor. Bunun haricinde, iki üniversite arasında farklılıktan çok benzerliklerin olduğunu düşünüyorum.

Akasya Kansu: Ben de neoliberal politikalara dikkat çekmek isterim. Özellikle neoliberal politikaların akademiyi bir yere hapsetme meselesine. Bu politikalara göre, böyle çalışılması gereken ve tavsiye edilen konular var. Onların dışına çıkamıyorsun ya da çıkmaya çalışan kişilere karşı da şüpheyle yaklaşıyorlar. Örneğin yapay zekâ çok revaçta, kongrelerde ya da yayınlarda hep o konunun çalışılmasına yönelik bir sınırlama getirilebiliyor. O alana akademisyen hapsediliyor ve bu, aslında akademisyenin akademik özgürlüğüne doğrudan müdahaledir. Bu durum akademisyeni; tezinin, makalesinin konusuna kadar sınırlıyor.

Bunun dışında örgütsüzlük meselesi de çok önemli. Çünkü değişik biçimlerde narsistik kişilik bozuklukları olan insanlarla karşılaşıyoruz. Ve aslında bu kişilerin böyle olmasının nedeni sistemin kendisi. Örgütsüz olduğumuz için, kişiler değişse de baskı oluşturan o mekanizmadan, mantıktan, sistemden kaçamıyoruz.

Hande Heper: Peki akademideki iş yoğunluğu konusunda ne dersiniz? Akasya hocam?

Akasya Kansu: Ucuz emek. Özellikle yeni bir doktor öğretim üyesiyseniz, kendi anabilim dalı dersleriniz dışında da başka başka dersleri size verdirebiliyorlar. Zaten doktor öğretim üyeleri özellikle vakıf üniversitelerinde her kilidi açan anahtar gibi. Bütün idari işleri ve ders yükünü taşıyanlar onlar. Ders veren de biziz, afiş asan da. Aslında işte bu tam da görev/iş tanımının belirsizliğine geliyor: ne ders olsa verir, poster de asar, etkinlik yapar vs.

Ahmet Mert Duygun: Ders saatlerimiz yıllara göre değişkenlik gösteriyor. Pandemide özellikle online eğitim ile ders saatimiz çok arttı ama şu an yüz yüze eğitime geçiş ile daha makul. Özellikle kamu üniversitelerinde iş yükünü arttıran ciddi bir lisansüstü programlar- ki burada da piyasaya hizmet eden programlar var- açma eğilimi var. Sağlık hukuku, spor hukuku, imar hukuku vb. programlar gibi çok az sayıda uzmanın- eğitmenin- olduğu programlar son yıllarda birçok devlet üniversitesinde açılmış durumda. Ancak dediğim gibi bu konularda yetişmiş kişi oldukça az. Bu da kişilerin uzman olmadıkları alanlarda ders anlatıyor olmaları sorununu ortaya çıkarıyor.

Tabii çuvaldızı sadece idareye batırmayalım. Çoğu akademisyende de “kitabı olan her şeyi anlatırım”, “her dersi verebilirim” tutumu var. Yani vakıf üniversitelerindeki durumu eleştiren ne ders olsa veririz” başlıklı bir kitap var ya, aslında gerçekten birçok akademisyen ne ders olsa verebileceklerini düşünüyorlar. Esas daha da kötüsü, onlar her dersi verebileceklerini söylerken, sen veremem dersen, sen kötü duruma düşüyorsun.

Bir de öğretim elemanı çok az olan hukuk fakülteleri var, böyle fakültelerde öğretim üyelerinin çok fazla ders vermek zorunda olduklarını görüyorum. Cemile Turgut: Çok haklısınız hocam. Bir de şu var. Belirttiğiniz gibi az sayıda öğretim elemanı çalıştıran devlet üniversitelerinin çok ağır atanma kriterleri olduğunu görüyoruz. Örneğin, asgari 4 adet uluslararası sempozyumda tam metin tebliğ sunmak, 4 adet uluslararası indeksli dergide makale yayımlamak gibi…

Şeyma Sağdıç: Sanırım hocam, istedikleri kişilere o kriterleri uygulamıyorlar.

Ahmet Mert Duygun: Kesinlikle, kuralların istenildiğinde birçok üniversitede esnetilebildiğini görüyoruz. Eğer çemberin dışındaysan ve istenmiyorsan hiçbir şey yapamıyorsun.

Şeyma Sağdıç: Gerçekten de vakıf- devlet arasındaki fark azaldı. Örneğin devlet üniversitelerinde de bilgisayar vb. araçları vermiyorlar. Talep edildiğinde de proje yapın, kazandığınız fonla alın deniyor. Para veren kuruluşlara proje yazma hedefiyle hareket ediliyor. Böylece döner sermayeye daha fazla para aktarılması amaçlanıyor. Yine arabuluculuk, uzlaştırma gibi eğitimler vererek, oradan para kazanmak isteniyor. Lisans dersleri ve diğer akademik çalışmalar önemsiz hale geldi. Yönetici olarak bu arabuluculuk, uzlaştırma eğitimlerini verecek hocalar bulabiliyorsan, performansı yüksek ve takdir edilen bir yönetici olarak kabul ediliyorsun. Fakültelerin yönetimi genelde bu algıyla hareket ediyor.

Devlet üniversitelerinde söz konusu performansla bağlantılı olarak, tezli/ tezsiz yüksek lisans ve doktora programlarının açılması önemli hale geldi. Bu da benim gördüğüm kadarıyla yeni doktor öğretim üyesi olmuş hocaların ders yüklerini aşırı arttırıyor. Bu hocalar kendi çalışma alanlarından çok farklı anabilim dallarından dersler vermek zorunda kalıyor. Ve maalesef Mert hocanın da dediği gibi, bu hocalardan bazıları için sorun değil, çünkü onlar için verdikleri dersler ek ders ücreti kaynağı. Öte yandan çeşitli dersler vermenin özgeçmişte yer alması bir değişim değerine sahip olduğu için, farklı çalışma alanlarına ilişkin dersler vermek sorun teşkil etmiyor. Ama baktığınızda, hiçbir akademik çalışma yapabilecek zamanı yok.

Yani Devlet üniversitelerindeki durum, Vakıf üniversitesini aratmayacak seviyeye gelmiş halde.

Ahmet Mert Duygun: Burada aslında YÖK’e değinmek lazım. YÖK nasıl bunlara izin veriyor? Bu kadar fazla yüksek lisans-doktora programları nasıl açılıyor bilemiyorum. Denetimler neden yapılmıyor? Nicelik/ nitelik meselesinde nitelik, aslında yukarıdan bozuluyor. İdare açısından ise bu lisansüstü programlarda ya da arabuluculuk eğitimi gibi programlarda ders verenler daha kıymetli oluyor, lisans dersini vermenizin ise hiçbir önemi bulunmuyor.

Hande Heper: Aslında bu sanayi-üniversite işbirliği kapsamında yapılan teknokentler, projeler, sertifika programları ile gelinen noktada, artık sizin ne kadar iyi bir akademisyen olduğunuz, yetiştirdiğiniz öğrencilerle veya üretimlerinizin içeriğiyle değil, ne kadar fazla gelir getirdiğinizle bağlantılı. Akademide nitelik azalırken, buna karşı çıkması gereken akademisyenlerin birçoğu da bundan memnun.

Gökçe Çataloluk: Tablo çok kötü. O memnuniyet, bahsedilen rekabetler, hırsızlıklar, ayak kaydırmalar, bütünlüklü bir bozulmanın emareleri. Kişilik, karakter aşınması denilen şey bu ve zaten üniversitenin dışarıdaki sistemden bağımsız olacağı düşünülemeyeceğine göre sistemik bir mesele. Daha da kötüye gidecek çünkü belki uçuk gelecek ama…

Bir de belki uçuk gelecek ama, devlet üniversitelerinde kalıcı kadrolar tamamen ortadan kalkabilir. Kadrolar ortadan kalktığında yani teknik olarak ne denir bilmiyorum ama, kişilere diyecekler ki takımını, projeni al, paranı bul gel. Gidilen, Almanya’daki gibi bir nokta. Daha pespayesi olacak tabii.

Mehmet Cemil Ozansü: Avrupa üniversitelerinde de durum çok fena. Sosyal bilimlerde tam bir değerler diktası hâkim, bunların dışına çıkan hiçbir çalışma finanse edilmiyor. Projeciliğin sonucu bu tabii.

Akasya Kansu: Ancak bu projeler nicel-nitel çalışmalar için genelde veriliyor. Hukuk tarihi, genel kamu, hukuk felsefesi çalışan insanlar nasıl bu projelere başvurup, idarenin istediği o performansı sağlayabilecekler ki?

Gökçe Çataloluk: İşte tam da bu nedenle, bazı bölümler bazı temel dersler ortadan kalkacak ya da uzaktan eğitime geçecek.

Ahmet Mert Duygun: Aslında uzaktan eğitimin etkisinin de konuşulması gerekiyor. Yüksek lisans ve doktora programlarının çoğu şu anda uzaktan eğitim ile yapılıyor. Çünkü aslında ülkenin farklı yerlerinden bu programlara başvuruyorlar. Ancak çevrimiçi eğitim yüksek lisans, doktoranın gerektirdiği o tartışma ortamını kaldırıyor, niteliğini yok ediyor. İlginç olan yine aynı esnekliği burada da görüyor olmamız. YÖK kararına göre dersin %40’ı veya total derslerin %40’ı uzaktan eğitim ile yapılabiliyor iken, yüksek lisans ve doktoraların neredeyse hepsi uzaktan eğitimle gerçekleşiyor. Bu durum özellikle birçok vakıf üniversitesinin de şu an işine geliyor.

Barkın Asal: 2547 sayılı Kanunun 44. maddesindeki uzaktan eğitim düzenlemesi çok kötü. Üstelik buna ilişkin Yükseköğretim Kurulu tarafından çıkarılmış usul ve esaslar da uygulamayı çok genişletebilecek yönde. Buradaki en büyük açmaz, bizlerin, örgün eğitimden daha çok, yüz yüzeliği anlıyor olmamız. Halbuki bu ilgili kanun, öğrencilerin devam etme zorunluluklarına göre tanımlanmış, bu da uzaktan eğitimle de halledilebilecek bir şey.

Daha önceden bahsettiğim 2012 yılında YÖK tarafından hazırlanmış taslağın birçok hükmü şu anda 2547 sayılı Kanun’a işlendi. Patent ofisleri, akreditasyon meselesi vs. Uzaktan eğitim de bunlardan bir tanesiydi; diğerlerinden tek farkı daha önce kanunlaşmış olmasıdır. Üniversitelerin açıktan- uzaktan eğitim meselesine bakışı ise genelde kendine mali kaynak yaratmayla alakalı. Örneğin en basitlerinden biri, üniversite mekânından ve bunun getireceği mali yüklerden kurtulmakla alakalı: Giderleri kısarsanız, başka alanlara kaynak aktarabilirsiniz.

Makale meselesi, öğrenci değerlendirmeleri vs. de aslında öğretim elemanlarının performansını değerlendirmekle alakalı. Bunlar aslında şeffaflık, hesap verebilirlik ile rekabet ve kalite başlıklarının üniversiteye nasıl sirayet ettiğinin göstergesidir. Normalde taraftar olunabilecek hayat boyu eğitim, üniversite- sanayi işbirliği bağlamında farklı bir içerik alıyor.

Cemile Turgut: Hazır bir araya gelmişken, sormak istiyorum. Podcast kayıtları, bülten yazıları vb. şeylerin yapılması konusunda ne düşünürsünüz? Bunlar bir yerde faydalıdır mutlaka ancak son zamanlarda sürekli farklı bir şey üretme tedirginliği ve baskısı var gibi geliyor bana.

Gökçe Çataloluk: Yönetim size baskı uygulamasa teşvik ediyor dahi olsa, aslında sizin akademik üretiminize müdahale ediyor demektir. Bunu tatlı tatlı yapıyor olması, rızanızı bu şekilde oluşturuyor olması müdahale etmediği anlamına gelmez. Bir anlamda, hangi formda hangi sıklıkta hangi müşteriye hitap eder şekilde üreteceğinizi üniversite belirliyor. Bence bu zaten tanıtım, kariyer günleriyle başladı, bunu Ali Murat Hocaların kitabına yazmıştım. Podcast kendinde kötü bir şey değil, ben seviyorum. Ama bilginin haplaştırılması anlamına da gelebilir. O durumda bir ticaret faaliyetidir, size yaptırtılıyorsa “ek iş”tir.

Hande Heper: Üniversiteler aslında bu meseleyi maliyeti olmayan reklam olarak görüyorlar. Eskiden gazeteye, billboardlara ilan veriliyordu. Şimdi ise maliyetsiz ve herkese ulaşabildikleri bir tanıtım olanağı.

Ahmet Mert Duygun: Ben Cemile hocamın başlattığı yerden devam edeyim. Ne yazık ki şu anda bilim insanın kısa zamanda ve çok üretmesi kabul edilmiş durumda. Normalde nedir, bir makale yazacaksınız, bu birkaç aylık bir süreçtir. Araştırma yapacaksınız, bilgilerinizi olgunlaştıracaksınız, belki vardığınız sonuç başta beklediğiniz olmayacak ve belki de makaleyi yazamayacaksınız. Ama kısa yazalım, Webinar yapalım, blog yazalım meselesi bunun aksi bir duruma eğilimi işaret ediyor. Hatta her üretilen şeyin, halkın anlayacağı dilden yazılması gerekliymiş görüşü hakim olmaya başladı. Elbette bu yapılabilir, yapılmalı da ancak her üretim için bunun yapılması, karmaşık teknik konuların bile bu şekilde yazılmasının kabulü, blog yazılarının artmasının da bir nedeni. Hatta buna tepki olarak ABD’de sanırım Slow Science (Yavaş Akademi) diye bir akım da başladı.

Hande Heper: Konu konuyu açtı, birçok şeyi konuştuk. Tabii o kadar fazla konu var ki hepsini konuşmaya olanak bulamadık. Yuvarlak masa söyleşimizi bitirmeden, eklemek istediğiniz konu ve görüşler var mı?

Cemile Turgut: Bitirmeden vakıf üniversitelerindeki birkaç konuya değinmek istiyorum. En azından başlık olarak: Birincisi, öğretim elemanlarının azlığı karşısında çok öğrenci var. Bununla birlikte çoğu vakıf üniversitesi dershaneden dönüştürülmüş gibi olduğu için, çalışma ortamları oldukça sağlıksız, derslikler çok havasız. Öğrencinin veya öğretim elemanın zaman geçirebileceği, oturup dinlenebileceği, sosyalleşebileceği alanlar yok, fiziki şartlar yetersiz.

İkincisi, fen bilimi ve sosyal bilimi ayrımının atanma, akademik çalışma ve ilerlemede yeterince dikkate alınmaması. Oysaki farklı alanda çalışan akademisyenler için, değerlendirme ilke ve kriterleri de farklı olmalı. Fen bilimlerinde sayısal verilerle çalışmak, proje yapmak haliyle olağan. Sosyal bilimlerde ‘ki özellikle hukukta’ işin doğası gereği bu çok zor. Genelde rektörlük makamındaki kişilerin de fen bilimci olması nedeniyle, bu farklılık çoğu zaman göz ardı ediliyor ve hukukçulardan da aynı kriterler bekleniyor.

Son olarak üzerinde durmak istediğim husus; çoğu vakıf üniversitesinde öğretim elemanın azlığı ve sürekli bir sirkülasyon olması nedeniyle akademik kültürün yerleşmemesi. Özellikle araştırma görevlisi veya yeni doktor öğretim üyesi olarak konuşulabileceğiniz, danışabileceğiniz, soru sorabileceğiniz kişilerin olmaması akademik olarak da yalnız hissettirebilecek bir durum. Oysaki akademideki bu paylaşımların özellikle akademik çalışmalar açısından ne kadar kıymetli ve önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Kaldı ki, son zamanlarda çoğu vakıf üniversitesi, senelerdir kuruma emek veren araştırma görevlilerinin işten çıkartılması yönünde bir tutum sergilemekte. Buradaki adaletsizlik bir yana, bu tutum bile tek başına üniversitede akademik kültürün oluşumda engel.

Ahmet Mert Duygun: Ben de vakıf üniversitelerdeki sendikalaşma problemine vurgu yapmak isterim. 2017 senesinde vakıf üniversitesi personeli olarak üye olmak istediğimizde Eğitim- Sen bunun mümkün olmadığını söyleyerek bizleri reddediyor, vakıf üniversitesi personelinin kamu emekçisi olduğunu reddediyordu. Dolayısıyla, maruz kaldığın sorunlar karşısında yalnız kalıyorsun. Ayrıca piyasalaşmaya örnek olarak ders müfredatlarını da vermek istiyorum. Piyasa uygun şekilde hazırlanan müfredatlar ve yüzde 50-60 oranında derslerin avukatlara verdirildiği vakıf üniversiteleri bulunuyor.

Hande Heper: Son soru: Gelecek çok mu karanlık, sorunlar karşısında ne yapabiliriz?

Barkın Asal: Genelde toplum olarak algımız yaşanan sorunların çoğunun bize özgü olduğu yönünde. Ancak durum bunun tam tersi: Dünyada da işler iyi gitmiyor. Üniversiteler bir kül halinde sadece mesleki eğitim verir duruma geliyor. Yazılan makalelerin, kitapların ilgili dersin öğrencileri haricinde kimselerce okunmadığı, yabancı basın yayın organlarına da yansıyor. Kısaca bilgi üretimi üniversitenin elinden kaçmış görünüyor; doğal olarak burada bir tercih sorunu ortaya çıkıyor: Ya kapitalist ilişkilerin bugün getirdiği yerde bir konum almak, ya üniversitelerin kamuyla ilişkisinin farklı bir biçimde kurulduğu bir model için uğraş vermek, ya da üniversiteden tamamıyla vazgeçmek. Bana üçüncüsü çok makul gelmiyor: En azından Kıta Avrupası’nda üniversiteler hala çok önemli kamu kaynakları ile hareket ediyorlar; bu kamusallığı başka bir araçla ikame edebilmeniz mümkün değil. Ama birincisinin de akış yönü belli olduğundan aynı ölçüde işe yaramaz gözüküyor. Bu durumda da sadece üniversitede kamusallığın gerilemesinin tarifçisi olunabilir.

Cemil Ozansü: Üniversite devri kapanmış olabilir. Aydınlanma çağında da böyle değil miydi? Üniversiteler krallığın hizmetkarlarıyla dolmuştu ve geleceğe dair bir şey üretemiyorlardı. Hangi ansiklopedist üniversitedeydi ki? Bugün de buna benzer bir durumdayız.

Gökçe Çataloluk: Üniversitenin ilk anlamıyla ilgili kısmı kötüye gidiyor. İkinci anlamına yoğunlaşmak gerekecek. İdeolojik biçimlendirme fonksiyonuna, yani biraz daha meşakkatli bir biçimde öğrenciyi dönüştürmek gerekecek. Üniversitenin bu özgürleştirici fonksiyonunu da kaybetmişiz gibi gözüküyor ama akademik çıkmazdan çıkmak, diğerinden çıkmaktan çok daha zor görünüyor bana . Çünkü onu sermaye biçimlendiriyor. Bizim daha rahat yürüyebileceğimiz yolun üniversitenin politik anlamıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. O açıdan öğrenciye güveniyorum sadece, pedagojiye. Yani evet umutsuzum; akademik sorunun çözülebileceğini açıkçası düşünmüyorum ama üniversite ikinci fonksiyonunu hala görebilir.

Hande Heper: Gökçe hocam, senin dediklerini yapabilmemiz için de sanki önce biz akademisyenlerin bir donkişotluk ötesinde kendini güvence altında hissediyor olmaları lazım. Çalışma şartları açısından bu anlamıyla örgütlenmenin tek seçenek olduğunu düşünüyorum. İnsanlar eskiden hiçbir şeye karışmazsam, kendi işime bakarsam, böyle devam ederim diye düşünüyorlardı. Ancak neoliberal etkilerin getirdiği güvencesizlik, devlet üniversitelerinde çalışanların bile, hiçbir şey yapmasalar da çalışmaya devam edemeyeceklerini gösterdi. Bu nedenle, kolay olacağını düşünmemekle birlikte, bunu yapmamız gerekiyor. Bu konuda olumsuz örnekler yerine olumlu örnekleri öne çıkarmalı ve büyütmeliyiz. Aksi durumda, sanıyorum karamsarlığa düşmemek mümkün değil.page50image45950928

print