Yargının Bugünü Üzerine…

Danıştay Başkanı’nın, Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıldönümü Programı’nda yaptığı konuşmasında, dile getirdiklerinden bazıları:

“16 Nisan 2017 tarihinde halk oylamasına sunulan ve kabul edilen değişiklikle Anayasamızda var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir”

“Yargı kararları ve yargıçlar eleştirilirken idarenin yandaşı ya da idarenin faaliyetlerine engel çıkaran bir güç gibi değerlendirilmemelidir”

“Kararlarımızın bilimsel eleştirisine açığız. Ancak yargı kararları, taraf menfaatlerine göre değil, objektif, bilimsel ve hukuki kriterlere göre değerlendirilmelidir. Ne yazık ki kimi zaman algı oluşturmak amacıyla sübjektif, haksız, ölçüsüz eleştiri ve değerlendirmeler, yargının saygınlığına zarar verici olmaktadır”

“Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK’ların amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine, amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir”

Danıştay Başkanı’nın kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına ve yargı kararlarına bakışına dair sözlerimize, Başkanı olduğu Danıştay’ın mahkeme olarak, Yargıçlar Sendikasının kurulduğuna ve yasal bir sendika olduğuna dair verdiği karara uymadığını tekrar hatırlatarak başlayalım[1]. Hukukçu olmamasının bu davranışlarını belirlemesinde olumsuz bir etkisinin olduğu söylenebilir belki de.

İki yıl önce yapılan kuruluş törenlerinde, cübbesinde düğme arayıp bulamamanın telaşıyla Cumhurbaşkanını bırakıp Başbakanın arkasından koşturması da muhtemelen kuvvetler ayrılığı ilkesine olan sıkı inancıyla ilgiliydi. Hukukçular ve siyasetçiler, hatta ortalama hukuk bilgisi olanlar bilir; kuvvetler ayrılığının temel prensibi, basit olarak yargı, yasama ve yürütmenin birbirlerinden bağımsız çalışmasıdır.

Öyleyse hemen söylemek gerekir ki, getirilmek istenilen rejim değişikliği dünya literatüründe mevcut değildir. Anayasa hukukçularının üzerinde mutabık kaldığı tek şey “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye bir yönetim şeklinin olmadığıdır. Gerçekleştirilmek istenen, Türkiye’nin evrensel hukuk ve demokrasi ilkelerinden, düşman olarak görülen laik Cumhuriyet değerlerinden uzaklaştırılması, siyasal İslam’a dayalı bir tek kişi rejiminin kurulmasıdır. Son zamanlarda televizyon kanallarında Atatürk ve yakınları hakkında ucuz ve kirli yayınlar yapılmasının, her şeye karışan RTÜK’ün bu yayınları görmezden gelmesinin, savcıların ancak tepkilerin yoğunlaşması üzerine harekete geçmelerinin sebebi de budur. Halkın, Cumhuriyetle bu gerici hesaplaşmaya alışması istenmektedir.

Ve yine söylemek gerekir ki, Anayasa Değişikliği Halkoylaması YSK’nın tam kanunsuzluk hükmündeki kararıyla şaibeli hale gelmiştir. En kötüsü, şaibenin, halkoylamasının dürüstlük içinde ve güvenli bir biçimde yapılması için kendilerine emanet edildiği on bir “yüksek yargıç” tarafından yaratılmasıdır. Bu Türkiye’nin uzun zaman altından kalkamayacağı bir yüktür. Türkiye daha YSK travmasını atlatamamış iken Danıştay Başkanı’nın yukarıdaki açıklamaları adalete güven endeksini sıfıra kadar indirmiştir.

Konuya dönecek olursak; Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile “yasama” yetkisi, yasama organı olan TBMM’den alınarak tek başına yürütme organı olan Cumhurbaşkanına verilmektedir. Cumhurbaşkanı artık sembolik, temsili bir lider değildir. Aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanının yasama ve yargı alanına dair her tasarrufu, kuvvetler ayrılığı ilkesini yeniden ve yeniden ortadan kaldıracaktır. Cumhurbaşkanına TBMM’yi fesih yetkisinin verilmesini, olağanüstü hal ilanı yetkisi ile olağanüstü hal kararnameleri çıkarma yetkisinin aynı elde tutulmasını, OHAL ile ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin Anayasaya aykırılığının ileri sürülememesini, Cumhurbaşkanının aleyhine soruşturma açılmasının siyasi parti genel başkanı olarak adaylıklarını belirlediği TBMM üyelerinin beşte üçünün çoğunluğuna tabi tutulmasını ve Cumhurbaşkanının geri gönderdiği kanunun TBMM’nin salt çoğunluğu ile aynen kabul edilebilmesini öngören hükümlerin her biri, yürütme gücünün sorumsuz hale gelmesine ve yasama yetkisinin yürütmeye devredilmesine sebep olacaktır. Bunlar tümüyle değerlendirildiğinde ise yasama ve yürütme gücünün tek kişide, yani Cumhurbaşkanında toplandığı sonucu çıkar.

Anayasa değişikliği ile HSYK’nın “yüksek”liğinin Anayasadan çıkarılması yargının itibarının yok edilişine dair açık bir mesajdır. Cumhurbaşkanının kendisini yargılayacak, çıkardığı kararnameleri denetleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin çoğunluğunu bizzat, geri kalanını ise adaylıklarını belirlediği milletvekilleri eliyle seçmesi; öte taraftan HSK’nın dört üyesini doğrudan, yedi üyesini ise kendisinin belirlediği milletvekilleri aracılığıyla belirlemesi; Adalet Bakanı ile Müsteşarının ise bizzat Cumhurbaşkanı tarafından atanması, hiç bir demokratik ilkeyle bağdaşmamakla birlikte yargı bağımsızlığını bütünüyle ortadan kaldıracaktır.

Konunun daha iyi anlaşılması, HSK’nın yargı bağımsızlığı ve yargıçlık teminatını nasıl ortadan kaldıracağının anlatılabilmesi için İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi yargıçlarının ve duruşma savcısının verdikleri tahliye kararları nedeniyle açığa alındıklarını; Zaman Gazetesi muhabirini tahliye eden Ankara ACM Başkanının BAM üyeliğine, bylock tek başına delil olmaz diyen Antalya BAM Daire Başkanının Konya yargıçlığına atandığını; teamüllere aykırı olarak Ankara’da görev yapan yargıçlardan daha kıdemsiz yargıçların ACM Başkanlıklarına atandıklarını birer örnek olarak anımsamak yeterli olacaktır.

Türkiye ne yazık ki yasa ile yargıçların işine son verilmesi deneyimini yaşamış, Anayasa değişikliği ile de yargıçların yasayla yüksek mahkeme üyeliklerine seçilmesine tanıklık etmiştir. Siyasi iktidar HSYK üyelerinin şimdiye dek yaptıkları hizmetlerini, onları yasayla yüksek mahkeme üyesi yaparak ödüllendirmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz cezalandırmalar ve -yargı camiasında olanların çokça bildiği- ödüllendirmeler ile Türk yargısına bir ödül-bedel anlayışı yerleştirilmiş, ödül-bedel ilişkisi liyakat, kıdem, deneyim gibi eskiden bilinen değerleri yok etmiştir. Son yargıç atamalarının genellikle AKP örgütlerinde görev almış ve yüksek mahkeme başkanlarının yakınları olan avukatlar arasından yapılması siyasi iktidarın yargıyı bütünüyle ele geçirmek için hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi evrensel ilkeleri ve fakat en önemlisi adalet düşüncesini feda etmesi anlamına gelmektedir. Yüksek Mahkeme Başkanlarının, Sayıştay, YSK gibi kurumların başkanlarının Cumhurbaşkanıyla çay toplamaya gitmesi, sulama kanalı açılışına katılmaları, yargıç ve savcıların siyasi iktidar temsilcileri karşısında cübbelerinin önlerini kapayıp, eğilip bükülmeleri yargının yürütme karşısında kaybettiği güce tekabül eden davranışlardır. Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ın, yerleşmiş içtihatlarından dönerek Anayasa ve yasaya aykırı OHAL kararnamelerini tamamıyla yargısal denetim dışına çıkarmaları ve hukuksuz uygulamaları Türkiye’nin bir olağanı haline getirmeleri Türkiye yargı tarihinin yeni kara lekeleridir.

AİHS ve AİHM kararlarına, Anayasa ve yasalara aykırı bir şekilde, savunma olanağı dahi tanınmadan, üzerlerine atılan suç anlatılmadan on binlerce insanın işlerinden atılıp, aile bireylerinin dahi çalışmalarına izin verilmeyerek ölüme terk edilmeleri elbette siyasi iktidarın hesabını vermesi gereken bir hukuksuzluğun sonucudur. Hangi örgüte ne şekilde mensup, irtibatlı veya iltisaklı olduklarını bilmeden işinden atılan iki genç onurlu insanın sadece adalet isteği ile açlık grevine gitmelerinin görmezden gelinmesi ise insanlığın katlinin başka bir çeşididir.

Sonuç olarak, Danıştay Başkanının haklı olduğu bir tek konu vardır. Yargı kararlarının objektif, bilimsel ve hukuki ölçütlere göre değil de; sübjektif, haksız, ölçüsüz, siyasi iktidarın görüşleri doğrultusundaki ölçütlere göre verilmeleri yargının saygınlığına zarar vermektedir. Bu zararı en çok da bizzat yüksek mahkemelerin başkanları vermektedir. Yargıç ve savcı atamalarında, günlük siyasete bulaşmış çocuk istismarcısı dernek ve vakıfların temsilcilerinin tercih edilir olması, “yakın” olmanın başarı ve liyakatin önüne konularak önemli bir ölçüt olarak belirlenmesi yargıyı kuşkusuz uzun yıllar içinden çıkılamayacak bir kaosa sürükleyecektir.

[1] Bkz. “Birisi Danıştay İdaresine Hukuk Öğretsin”, BirGün, 08.10.2105. Web erişim: http://www.birgun.net/haber-detay/birisi-danistay-idaresine-hukuk-ogretsin-91627.html

print