Kamusal Alan, Kadın ve Hukuk

I. Giriş

1980’lerin sonlarından itibaren “kamusal alan” toplumsal değişmeleri açıklama ve anlamada sıkça başvurulan bir standart olarak karşımıza çıkar.  Halen etkili bir şekilde siyaset, hukuk, yeni toplumsal hareketler gibi başlıklarda önemini koruyan kamusal alan kavramlaştırması özellikle üç muhalefet alanında geniş yer bulur. Birincisi toplumsal cinsiyet ve cinsellik: Özellikle özel alanın içinde yer alan üretim, çocuk bakımı, cinsel tercihler ve mahremiyet politikalarının düzenlenmesi konuları ve bunlara dair mücadeleler. İkincisi ırk ve etnik meseleler: 1980 sonrası neo-liberalizmle kamusal haklarda geri çekilme, etnik-ırkçı şiddetin yükselişi (faşist partilerin iktidara oynayabilmeleri de buna dâhildir), milliyetçilik, kimlik politikaları meseleleri. Üçüncü olarak da siyaset ve temsiliyet ilişkileri: Bu alanda küreselleşmenin etkileri, sosyal bilimlerdeki çok kültürlülük sorunu ve ulusal düzeyde yaşanan çatışmalar.[1] Bu belirtilen sorunlar kamusal/özel ayrımının siyasal, ekonomik, toplumsal ve hukuksal olarak kendini sınırlar ve baskılar şeklinde var ettiği alanlara da işaret etmektedir. Kadının tanınma mücadelesinde kamusal/özel ayrımının kadınlar için ne anlama geldiği bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.

Yaşadığımız toplumsal düzende kamusal alan patriyarka, ekonomik düzen, siyasetin işleyişi, gelenekler, din, aile vb. gibi kadın üzerinde baskı kurmanın araçlarından biridir. Bir toplumsal olgu olarak kamusal alan/özel alan ayrımı bireyin dışında, kolektif bir niteliğe ve bağımsız bir gerçekliğe sahiptir; ayrıca bireylerin üzerinde baskı kurar ve onları sınırlandırır.[2] Bu yazının kendisine problem ettiği konu kadınların kamusal alanın koyduğu sınırları nasıl yaşadıkları, bu sınırları aşmak için nelerle mücadele etmek zorunda oldukları ve devletin bu sınırların çizilmesindeki ve/veya kaldırılmasındaki etkisinin ne olduğudur.[3]

 II. Kamusal Alan ve Kadın

Kamusal alan ve kadın ilişkisini anlayabilmek için önce kamusal alan nedir, onu anlamamız gerekiyor. Bu konuda çalışmalarıyla tanınmış felsefe profesörü, sosyolog ve siyaset bilimci olarak niteleyebileceğimiz Jürgen Habermas’a bakmak gerekiyor. Habermas’a göre;

“‘Kamusal alan’ kavramıyla, her şeyden önce, toplumsal yaşamımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulabildiği bir alanı kastederiz. Bu alana tüm yurttaşların erişmesi garanti altına alınmıştır. Özel bireylerin kamusal bir gövde oluşturarak toplandıkları her konuşma durumunda, kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur. Bu tür bir biraradalık durumundaki bireylerin davranışları, ne iş ve meslek sahiplerinin özel işlerini görürken yaptıkları davranışlara; ne de bir devlet bürokrasinin yasal sınırlarına tabi anayasal bir düzenin üyelerinin davranışlarına benzer. Yurttaşlar ancak, genel yarara ilişkin meseleler hakkında kısıtlanmamış bir tarzda, yani toplanma, örgütlenme, kanaatlerini ifade etme ve yayınlama özgürlükleri garantilenmiş olarak tartışabildiklerinde kamusal bir gövde biçiminde davranmış olurlar.”[4]

Yukarıdaki tanım tüm yurttaşların, ortak meselelerde, eşit ve özgür olarak söz, irade ve eylemleriyle var ettikleri ortak bir iletişimsellik ortamını ifade etmektedir. Ayrıca bu tanım demokratik bir ülkede neler olması gerektiğini de içermektedir.[5]

Kamusal alanın idealize edilmiş halini ifade eden bu tanımın altına baktığımızda kamusal alanın öznesinin, hane reisi ve mülk sahibi erkekler olduklarını görürüz.

“Özel şahıs statüsü, mal sahibi rolüyle aile reisliğini mülkün sahibiyle ‘insan’ın rollerini bağdaştırır. Özel alanın daha yüksek bir düzey olan mahremiyet alanında uçlaşması, mülk sahibi ile ‘insan’ rollerinin ‘özel’ başlığı altında özdeşleşmesine zemin hazırlar; burjuva toplumunda kamunun siyasi özbilinci de son kertede bu özdeşleşmeye dayanır.”[6]

Yukarıdaki alıntıyı özetlersek: Burjuva oluşum sürecinde ortaya çıkan kamusal alan, dönemin belirleyici öğeleriyle biçimlenmiştir. Birincisi özel alandaki bireyler, evlerinden çıkıp kamusal alana katılırlar. İkincisi bu bireyler mülk sahibidirler. Üçüncüsü özel bireylerden kastedilenler cinsiyet açısından erkeklerdir. Kadının kamusal alanda yeri yoktur; aile ve ev içi gibi konular kadının alanı olarak görülmektedir. 18. yüzyıl burjuva kamusal alanı dışlayıcı karakterdedir. Bu model orta sınıfın sınırlarıyla çizilmiştir ve kadın bir başlık olamayacak kadar gündem dışıdır.[7] Bugün de durum çok farklı değildir: Kadın halen kamusal alanın dışındadır ve yeri özel alanda görülmektedir.

III. Kadınların Mücadelesi ve Hukuk

Modern dünya, eskiden var olanların dışında kendine özgü yeni bir düzen yapılandırırken, bunun bir parçası olan kamusal/özel alan ayrımı da kadınlara yönelik yeni normlar getirmiştir. Zaten cinsiyetçi yaklaşımı verili kabul eden kamusal alan ve özel alan ayrımı, iki alan olarak “iki ayrı kurallar seti”nin varlığına işaret eder. Bu iki ayrı alanda farklı iktidar biçimleri, farklı iktidar odakları olduğu varsayılır. İktidar odağı özel alanda baba veya aile reisi, kamusal alanında ise devlet olarak tanımlanmakta; özel alanda doğal yasalar (doğanın yasaları anlamında), kamusal alanda ise devletin yaptığı yasalar geçerli kabul edilmektedir.[8] Sonuç olarak her iki yasa düzeni de kadının yeri olarak özel alanı görmekte ve kamusal alana ve iktidara erişemez hale getirmek için her türlü çabayı göstermektedir.

Hukuk var olan toplumsal düzenden, ekonomiden, siyasetten bağımsız ele alınamaz ve bunlardan bağımsız olarak ortaya çıkamaz. Bu noktada da hukukun kamusal/özel alan ayrımını veri kabul ederek hareket ettiğini, yasalarını buna göre biçimlendirdiğini görmekteyiz. Kamusal alan aslında farklılıkların çatıştığı ve bu çatışma ile kararların alındığı bir alan olması gerekir. Hukuk ise kadınların var olma mücadelesini yürüttüğü alanlardan biri olarak eşitliğin en somut tartışılabildiği cepheyi oluşturmaktadır. Hukukun sağladığı formel eşitlik gerekli, fakat yetersiz kalmaktadır. Yetersizliği eşitlik kavramının erkek üzerinden tanımlamasından kaynaklanır. Kadınların farklılığına yapılan vurgu, genellikle kadınların tümden dışlanmasını getirmektedir. Bu nedenle hukuk önünde eşitlik kadınlar için daha somutlaştırılarak düşünülmelidir. Hukuk alanında kadınlar lehine başarılar elde etmek tek başına amaç değildir; ama güçlü bir araçtır.

IV. Sonuç

Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi yüzyıllardır devam ediyor ve edecektir. Bu mücadele patriyarkaya, ekonomik düzene, siyasete, hukuka, geleneklere, dine, aile kurumuna, kalıp yargılara, kamusal/özel alana vb. karşı verilmektedir.

Kadınların haklı mücadelesine küçük de olsa bir katkı yapma amacıyla “Kadın, Kamusal Alan ve Hukuk” adlı kitap çalışması yaptık. Bu kitap hem kadın mücadele tarihini ortaya koyma, hem de mevcut Türkiye hukuk düzeninde kadına biçilen rollere işaret etme ve diğer yandan da kadına yönelik düzenlemeleri açıklama girişimidir.

 

[1] Jürgen Habermas, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, İstanbul, Bakış Yayınları, 2002, ss. 85, 88, 114; Samuel Bowles, Herbert Gintis, Demokrasi ve Kapitalizm, Çev. Osman Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1996, ss. 290-292.

[2] Emile Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları, İstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2004, ss. 47-50.

[3] You-me Park, Gayle Wald, “Native Daughters in the Promised Land: Gender, Race, and the Question of Separate Spheres, Masses, Classes, and the Public Sphere, Ed. Mike Hill, Warren Montag, London, Verso, 2000, p. 227.

[4] Jürgen Habermas, “Kamusal Alan,” Kamusal Alan, Ed. Meral Özbek, İstanbul, Hil Yayın, 2004, s. 95.

[5] Meral Özbek, “Kamusal Alanın Sınırları,” Kamusal Alan, İstanbul, Hil Yayın, 2004, s. 32.

[6] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, ss. 95–96.

[7] Park, Wald, p.  230.

[8]Aksu Bora, “Kamusal Alan/Özel Alan: Mahrumiyet-Özgürleşme İkileminin Ötesi,” Toplum ve Bilim, Sayı 75, Kış 1997, ss. 85–93.

print