Kavramları Tersyüz Ediyoruz: Hukukun Üstünlüğü Üzerine: Hukuk, Otorite, İmtiyaz

I

Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti kavramları, çoğu zaman modernliğe özgü kavramlar olarak anlaşılırlar. Bu iki kavramın farklı coğrafi ve tarihsel gelişim süreçlerinin ürünleri oldukları gerçeği bile; hukukun, kendisi dışında kalan şeylerin üstünde olduğu anlayışının daha ziyade modern devlet ve modern demokrasiyle ilintili olduğuna dair o örtük kabulü ortadan kaldırmaz. Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi bir tarafa, “modern” sözcüğünün kendisi dahi modern değildir. Marksist kültür kuramcısı Fredric Jameson, A Singular Modernity (Biricik Modernite) başlıklı kitabında, “modern” sözcüğünü MS. 5. yüzyılda görmenin mümkün olduğunu söyler. Papa 1. Gelasius Latince modernus sözcüğünü, Kilise babalarının son dönemlerini, İsa’nın yaşamına tanıklık edilen önceki dönemlerinden ayırt etmek amacıyla, yalnızca kronolojik bir bağlamda kullanmıştır. Burada modernus, yalnızca “şimdi”ye, “şimdinin zamanı”na karşılık gelir. Dolayısıyla, nasıl modern sözcüğünün bile farklı “şimdi”leri varsa, her “şimdi”nin de farklı bir hukuku olduğunu unutmamak gerekir.

Jameson, Roma’nın Gotlar tarafından fethedilmesiyle, modern sözcüğünün günümüze kadar ulaşan yeni bir anlam kazandığına dikkat çeker. Modernus artık yalnızca şimdiyi, yeniyi (novus) imlemez; kültürel ve sosyal bir kopuşa denk düşecek biçimde antiquas’ın, eskinin antitezini ifade eder. Hukukun üstünlüğünün ilk bakışta modern bir kavram olarak zihnimizde belirmesinde de “eski hukuk”un antitezi olarak “modern hukuk” varsayımı iş başındadır. Oysa, hukukun üstünlüğünün de farklı “şimdi”lerinin olduğu; kendinden menkul, içeriği sabit modern bir hukuk ilkesini ifade etmediği; ve her şeyden önce bir coğrafyadaki siyasal güçler dengesiyle bu güçler dengesindeki mücadele ve yer değiştirmelerin hukuki-politik kavramına karşılık geldiği, ancak “eski”ye de bakarak, daha doğrusu tarihsel bir bakış açısıyla net bir biçimde kavranabilir.

II

Hukukun orta çağdaki üstünlüğünü sağlayan güçlerin en önemlilerinden biri, ilginç bir biçimde Kilisedir.[1] Bilindiği üzere, orta çağın büyük bir bölümünde seküler iktidar ile papalık arasında Batı Roma tarihine kadar geri götürülebilecek uzun erimli bir güç mücadelesi söz konusu olmuştur. Bu süreç boyunca hukukun seküler güçler bakımından sınırlayıcı nitelik taşıyan karakteri, şu iki dönüşümün eş zamanlılığının bir sonucu olarak karşımıza çıkar: Bir yanda Kilise Roma Mutlakiyetçiliğinin temel niteliklerini benimseyerek güçlenirken, diğer yanda Roma Mutlakiyetçiliğinden kalan miras dinsel bir kisveye bürünmektedir. Bilindiği gibi Roma mutlakiyetçiliğinin kökeninde -söz gelimi Lex Regia’da ve Corpus Iuris Civilis’te- “mutlak hükümdar yasanın üzerindedir” düşüncesi yer alır (king above the law); hukukla yöneten hükümdar, hukuken hukukla sınırlanamaz. Bu dönemde, imparatorun hem seküler hem de dinsel mutlakiyetçiliği kendi elinde topladığı görülmektedir (sezaropapizm). Ancak bu durum, Roma Mutlakiyetçiliğinin görece kısa bir zaman içinde kendisini dinsel bir meşruiyet ilkesine dayandırmasına neden olur. Öyle ki 800 yılına gelindiğinde Şarlman (Charlemagne, Carolus Magnus), kendisinin bütün Hristiyanların kralı, rahibi ve reisi olduğunu söyler; İmparatorun hesap vereceği tek mercii Tanrıdır.

Roma şehrinde ise karşımıza farklı bir tablo çıkar. İmparatorluğun başkentinin Konstantiniyye’ye kaydırılması ve Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte Roma’da seküler bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğu Kilise doldurur. Kilisenin seküler dünyanın yönetimine ilişkin belirli yetkileri dahi bulunmaktadır. Dahası, papalara hukuk eğitimi verilmekte ve mutlakiyetçilik fikri aşılanmaktadır. Bu süreç, üç yüz yıl sonra 7. Greogorius’un buyruklarını beraberinde getirir ve doğal hukukla ilahi hukukun pozitif hukuku denetlediği fikrini muazzam biçimde güçlendirir. “Kutsal Roma”, yani Frankiaİmparatorluğunun siyasal birlikten ziyade dinsel birliği sağladığı düşünüldüğünde bu bir hayli önemlidir; haliyle de Kilise’nin üstünlük iddiaları zaman içinde kademeli olarak karşılık bulur. Örneğin meşhur taç giydirme törenlerinde sembolize edilen bu yeni güç dengesine göre, kralın esas görevi toplumun hukukunun muhafızlığını yapmaktır (Krala özgülenen bu rol seküler Germen örfi hukukunda halihazırda içerildiğinden benimsenmesi kolay olmuştur). Bu husus, kralların hukuku ve adaleti muhafaza edeceklerini belirttikleri yeminlerinde de kolayca görülür. Bu yeminler (ve fermanlar) doğal, örfi ve ilahi hukukun, kralın emirleri, fermanları ve kararnamelerinin üstünde olduğunun kabul edilmesi ve onaylanması anlamına gelir. Tüm bunları kralın artık pozitif hukukla da bağlı görülmesi takip eder. Kral kendi koyduğu yasalarla da bağlıdır; çünkü adaletin korunması bunu gerektirir. Sonuç olarak, sözü edilen güç mücadelesi Roma’nın mirası olan mutlakiyetçiliğe karşı, hukuka tabi bir monarşi anlayışının ortaya çıkmasıyla sonuçlanır (ve kuşkusuz bu dönüşümü, burada bütünüyle aktarılması mümkün olmayan başka türlü dönüşümler takip eder).

***

Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 37. sayısında okuyabilirsiniz.

[1] Bkz. Harold J. Berman, Hukuk ve Devrim. Batı Hukuk Geleneğinin Oluşumu, çev. Kıvılcım Turanlı, İstanbul: Pinhan, 2020, s. 416 vd.

print