Mizah: Çıktı

Tanıdığım ve bende vekaleti de olan meslektaşımı, müvekkilinin boşanmak istediği şahıs, yani karşı taraf CİMER üzerinden şikâyet etmiş. Müvekkiline ve ailesine küfrettiği sabit olan şahsın ceza davasında aldığı mahkumiyet/HAGB kararını şikâyete konu ettiği görülmekle, şikâyet dilekçesinde meslektaşımın hâkim ve savcılarla birlikte hareket etmiş olabileceği söylenmiş, boşanma davasında ceza davasındaki kararın beklenmesinin istenmesi manidar bulunmuş, meslektaşımla hâkim ve savcıların telefonlarına elkoyularak inceleme yapılması talep edilmiş. CİMER güzel bir mecra gerçekten; kanepende çayını kahveni içip, pijamanı giyip uzanarak böyle taleplerde bulunabiliyorsun.

CİMER’den gelen talep üzerine yemeyen içmeyen ve İstanbul’dan birkaç saat uzaklıkta butik bir adliyede arzı endam eden savcılık makamımız da, iddiayı ciddi bulmuş olacak ki soruşturmayı başlatmış. (Bir CMK m.158/6 vardı, lekelenmeme hakkını koruyordu, ne oldu ona?)

Avukatımız “şüpheli” olduğu için savunması istenmiş, Mart başında İstanbul Adliyesinden muhabere ile savunmasını sunmuş, ayrıca baroya yazı yazılmış, yazıda “Böyle bir avukat var mı?” denmiş, avukatımızın “varlığı” ispat edilmiş.

Ben de o taraflarda işim olduğu için Nisan sonunda dosyayı sordum, hatta dosyaya vekaletname de sundum. Bana, savcının henüz dosyayı incelemediğini, Mart ayındaki dilekçenin fiziken gelmediğini ama sistemlerinde görüldüğünü, çıktı alıp dosyasına koyacaklarını söylediler. Savcı ile görüşmek istedim, dilekçeyi anlattım, şikâyete ve şikâyetçiye güldü, dosyayı Adalet Bakanlığına göndermek zorunda olduğunu, haftaya göndereceğini söyledi. Meslektaşıma bu müjdeyi verdim, çok da dertlenmemesi gerektiğini söyledim.

Sonra yolum bir daha, Haziran ayında oraya düştü. Savcımızın kararname ile tayininin çıktığını, şu anda adliyede olduğunu, ancak dosyalardan elini eteğini çektiği için bir şey yapamayacağını, yeni savcının da adli tatilden sonra belli olacağını, muhtemelen dosyanın ona verileceğini, dosyanın henüz Adalet Bakanlığına gitmediğini söylediler. Savcının eline ve eteğine bir sonraki adliyesinde başarılar dileyerek olay yerini terk ettim.

Eylül sonunda yolum tekrar oraya düştü. Henüz savcının belli olmadığını, ama bu tür dosyalarla başsavcının ilgileneceğinin kuvvetle muhtemel olduğunu, ancak bir başka savcıyı da yetkilendirebileceğini, dosyalara kimin bakacağının yarın veya öbür gün belli olacağını, “Tüh keşke yarın gelseydiniz.” bitiş cümlesi ile söylediler. Bu sırada şikâyetçinin ifade verip vermediğini sordum. Vermediğini, oralara yolunun düşmediğini söylemiş, bu husus zabıt altına alınmış. Benim yolum düşüyor; şikâyetçinin nayn! Yani dosyayı şikâyetçi bırakmış, savcı bırakmış, adliye bırakmış, hatta suç isnadı altındaki benim meslektaş bırakmış; ben sarılıyorum can havliyle.

Dosyayı fiziken görmek istediğimi söyledim, dosyaya bir baktım, meslektaşın Mart başında sunduğu dilekçe dosyaya girmemiş, “Hani çıktı alacaktınız?” dedim eski savcının kâtibesine, “Dilekçe sistemde gözükmüyor ki.” yanıtını aldım. “Daha önce görülmüştü ama.” diye sormadım, herhâlde yanlış hatırlıyorum diye düşündüm. Bu arada ekleyeyim, avukatların soruşturulduğu “BM” (Bakanlık Muhabere) dosyalarını UYAP’tan göremiyoruz. Ama anlaşıldı ki, kâtibe hanım da göremiyor. Sonra “Ben o zaman yanımdaki İstanbul Adliyesi alındılı dilekçeden fotokopi çekerek, elimde olan eklerle birlikte bir üst yazı ile sunayım.” dedim. Hazırladım üst yazıyı küçük mü küçük baro odasında. Sunmadan önce nöbetçi savcıdan havale aldım (Hey gidi eski ve havaleli günler), dosyasına sunmak için kâtibe hanıma gittiğimde, “Şimdi o dosyayla kim ilgileniyor belli değil, o nedenle yazı işleri müdürüne gidin.” buyurdu kâtibe hanım.

Yazı işleri müdürü, nöbetçi kâtibe gitmemi istedi. Nöbetçi kâtibe hanıma, neden böyle bir dilekçe hazırladığımı uzun uzun anlattım, nöbetçi kâtibe hanım bilgisayarına baktı, dosya numarasını girdikten sonra dilekçenin sistemde gözüktüğünü söyledi. Bu sevindirici gelişmeyi, ekleri ile birlikte 27 sayfadan ibaret dilekçeden çıktı alıp dosyasına koyarak kutlama teklifinde bulundum; nöbetçi kâtibe hanım, “Ben nöbetçiyim, çıktı alıp dosyaya koyma yetkim yok.” dedi.

Yazılarımı takip edenler hatırlayabilirler, iş yavaş yavaş iki sayı önceki Ekran yazıma dönüyor. Farkı şu; burada adli tatil yok, fakat herkes kafa olarak tatilde.

Kâtibe hanıma, 2 saatlik yoldan geldiğimi, bir sonraki gelişimde tek işimin ilgiliyi bulup ctrl+p yapmasını sağlamak mı olacağını söyleyince nöbetçi olduğu kadar yapıcı da olan kâtibe hanım, “Gelin bu konuyu yazı işleri müdürüyle görüşelim.” dedi. Bu arada Ekran yazısından güzel fark şu, o odadan o odaya gidişlerim neyse ki 20-25 adım tutuyor. Ekran yazısında adliye parkurunu 10.000 adımda tamamlamıştım.

Yazı işleri müdürü, “Sen bir çıktı alıver.” diyerek nöbetçi kâtibe hanıma bu zorlu ve riskli görevi verdi; bana da “Tamam avukat bey siz gidebilirsiniz, o alır çıktıyı.” dedi. Çıktıyı almadan memleketime dönmeyeceğim kendisine söylenmekle birlikte bir şekilde yazıcıdan o çıktıların çıktığı görülmeden memlekete doğru yol alındı. Bir sıkıntı olma ihtimaline binaen -ki o bina yükselmeye gayet elverişli- nöbetçi kâtibe hanıma cep numaramı, TC kimlik numaramı ve ihtiyaç olması durumunda e-nabız şifremi bildirerek ve nöbetçi kâtibe hanımın dahilisini alarak adliyeyi terk ettim.

Alınmış mıdır çıktı, belli olmuş mudur savcı, soracağım nöbetçi kâtibe. “Ben artık nöbetçi kâtip değilim, nöbetçi kâtip şu arkadaş, onunla görüşün.” derse ve o yeni nöbetçi kâtip sistemde dilekçeyi göremezse de, üç ay sonraki “yol tekrar düşüşünde” görüşürüz.

print