25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle: Toplumsal Yaşamda Kadın

Sınıflı toplumlarda egemen güçler, halkın emek gücünü satın alır ve işçilerin ürettiği emeğin bir kısmına karşılığını ödemeksizin el koyar. Emekçiler patronun mülkü değildir ama özgürlükleri sadece görünüştedir. Açlık ve yoksullukla terbiye edildikleri için yaşayabilmeleri egemen güçlerin bu sömürüsüne rıza göstermekle olasıdır. Emekçilerin bu rıza ve terbiyesini sağlayabilmek için pek çok değer, hiyerarşik güç ve pozisyon inşa edilir ve bu pozisyonlar arasındaki eşitsizliğin doğal olduğu sanısı güçlendirilir. Bu hiyerarşik pozisyonlardan biri de cinsiyettir.

Cinsiyetler arasındaki bu sosyal hiyerarşi ya da eşitsizlik genelde iki ana gerekçeyle oluşturulur. Bunlardan birincisi, kapitalizmin ataerkiyle ortaklaştığı ekonomik yaşama ilişkin gerekçeler yani çalışma yaşamındaki sosyal ilişkilerdir.

Erkeklerin ucuz işgücü olarak kullanımını sürdürebilmek ve kadını yedek işgücü olarak tutabilmek için gerekli hiyerarşi. İlkin, özel alan /kamusal alan ayrımına bağlı cinsiyete dayalı işbölümü yaratılır ve bu iş bölümü toplumsal cinsiyete dayalı kadın erkek eşitsizliğini meşrulaştırır. Elbette, rasyonel seçiş, bireysel tercihler, maliyet/fayda analizleri ile mevcut toplum yapısının ortaya çıkardığı her türlü eşitsizliği meşrulaştırmada pek mahir olan liberalizmle teorik alt yapısını da kurgulayıp yansıtarak. Bir yanda hane dışında “eve bakan”, “ekmek kazanan” ücretli emek, diğer yanda ise yeniden üretimin üzerine yüklediği rolleri nedeniyle hane içinde “çocuk bakan”, “yemek yapan”, “evi temizleyen” ücretsiz emek. Yani kamusal alanda siyasetle, kamu hayatıyla ve mülkiyetle donanan, ücretli işi yapan erkekler ve bunlardan dışlanmış bir biçimde özel alana hapsedilen ve çocuk doğurma işlevi nedeniyle bu durumu meşrulaştırılmış kadınlar. Kadını kamusal alanın dışında tutmanın en önemli sonucu, kadının yaşama müdahale alanını sınırlamaktır. Böylece kadının kendini var etmesinin tek mekânı evi olur.

Müdahale alanı sınırlanmış kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliği ya da sosyal hiyerarşiyi belirleyen, kapitalizmle ortaklaşan ikinci gerekçeyse gericilik, aydınlanma karşıtlığı/bilim düşmanlığı ile toplumsal alandaki hiyerarşinin düzenlenmesidir. Kadının doğasından kaynaklandığı ifade edilen/doğalmış gibi gösterilen güçsüzlüğü, fıtratı, duygusallığı, zayıflığı gibi özelliklerin ve kadının toplumsal konumunun “doğa vergisi” olduğu savunulur. Ne var ki kadın doğası adı verilen şeyin bazı yönlerin zorla bastırılması, bazılarının da çokça uyarılması sonucu oluştuğu görülmez. Doğal olmayanın yalnızca alışılmış olmayan anlamına geldiği, alışılmış her şeyin doğal gözüktüğü bir gerçek (Berktay, 2016).

Bu ‘doğal’ görünüm zaten özel alanda var olmaya çalışan kadının bu konumda bile kendini eksik hissetmesini sağlamaya çalışır. Nasıl mı? Örneğin; Kadının en önemli görevi anneliktir, kadınlar sosyal alanda örtünerek görünmez olmalıdır, kutsal aile kurumunda bir sorun çıkarsa bu imamlarca çözülebilir, taciz ya da tecavüze uğranıyorsa bunun nedeni giyim tarzı ya da gece sokağa çıkmaktır; daha pek çok gerici örnek verilebilir kadınların sosyal yaşamdaki davranışlarına ilişkin.

İçinde yaşanan toplumdaki sosyal hiyerarşi o toplumdaki tüm kadınların bilincine işlemektedir öyle ki kadınlar kendi yaşamlarını bu kadar zorlaştıran bu kuralların korunması için mücadele bile ederler. Örneğin, 1980 Darbesi ile önü açılan dinci gericilik, kadınlara yönelik özel bir örgütlenme stratejisi geliştirmiş, türbanı kadının bir özgürleşme aracı gibi pazarlamıştır. Kentlere göç etmiş muhafazakâr kesimleri kapsayan dinci gerici siyaset, kadının aile içindeki rolünü pekiştiren ve kadınların siyasete katılımını türbanı savunmak üzerinden çizen bir politika oluşturmuştur. Tüm toplumun gericileştirilmesi ve dincileştirilmesi de kadının toplumsal konumunu olumsuz etkilemiştir.

Kadınların toplumsal konumuna ilişkin çok sık sorulan bir soru vardır. Kadınlar bu eşitsizliğin yeniden üretilmesine niçin karşı çıkmazlar/direnmezler de (pardon, direnmek de erkeklere mahsustur…) aksine yeniden üretilmesine katkı koyarlar. Bilindiği gibi günlük yaşam politiktir. Toplumsal yaşamın en azından bazı bölümleri egemen güçlerin çeşitli kazanımlarını gerçekleştirmek/sürdürmek üzere ideolojik aygıtlarla şekillendirilebilir. Bu ideolojik aygıtlara medya, eğitim, hukuk örnek verilebilir.

Tvrsky ve Kahneman’ın (1986) Nobel alan çalışmalarında höristik olarak betimledikleri bir davranış biçimi var. İnsanların kendilerine özgü, kendi sınama ve yanılmalarından oluşan, kendi kendilerine öğrendikleri ve karar alırken kullandıkları özel mantık diyebiliriz buna. Etrafımızdaki olaylara bakarak kendi mantığımızı işletmek, içinde yaşadığımız toplumda farkında olmadan öğrendiklerimiz. Bu olayları düzenlemek de yukarıda örnek verilen ideolojik aygıtların işi. Kadınların toplumsal konumunu inşa eden ideolojik aygıtlardan biri medyadır. Medyada gözlediklerimiz bu sosyal hiyerarşiyi bize yeniden ve yeniden üretir. Tartışma programlarından dizilere, yarışma biçimli programlardan izdivaç programlarına, kadın kuşağı diye bir program bütününün varlığından reklam kuşaklarına kadar her şey kadının müdahale alanının ya da var oluşunun eve ve ailesine bağlı olduğunu kafamıza çivilerle çakar. Okuyarak değil de izleyerek öğrenmeyi tercih eden insanlar haline getirildiğimizden evlerimizi, kahvaltılarımızı, kendimizi süslemek, ekmek dilimlerine kılıflar örmek, peynir dilimlerine kurdele bağlamak en büyük maharetimiz haline geliverir. Sosyal alanda kadınlar neredeyse sadece ev içi davranışlarıyla önemsenir. O yüzden gezi direnişini önemsiyoruz. Kadın kamusal alana çıkmaya başlayınca geride kalıyor pek çok kısıtlama ve diyor ki “Ben ülkede olan bitene müdahale edebilirim. Bunu özgürlüğüm, sevgilim, çocuğum için yapabilirim”.

Yukarıda ideolojik aygıtlar arasında sayılan eğitim, siyasaldır, zira insanların düşünceleri ile uygulama arasında bağ (praksis) vardır. Eğitim hem müfredatıyla hem de uygulama biçimleriyle insanları makul/makbul (sistemin isteğine göre kindar/dindar) insan haline getirir. Sıradan genel geçer bilgilere sahipseniz sorun olmaz. Zaten sistemin istediği, varlığından mutlu olduğu kişiler haline gelirsiniz. Bu durumda varlığınız ya da yokluğunuz hiçbir insana değmez. Sistemin çökmemesi için bütün insanlar birbirine benzemelidir. Asimile eder, edemiyorsa ötekileştirir.

Özünde bütün dinsel öğretiler, kendi dönemlerine özgü ve yereldir. Bu nedenle insanlığın tarihsel ilerleyişinde evrensel değerlerle çelişen birçok yan biriktirirler. Toplumsal gelişmenin temeli olan eğitim, insanların eşitliğini ve temel haklarını gözetecek, kendini gerçekleştirebilmesi için mevcut bilgi birikimine ulaşmasına ve eleştirel düşünce becerisini kazanabilmesine olanak sağlayacak şekilde bilimsel ve laik biçimde düzenlenmelidir. Dinselleşen eğitim böyle bir çerçeveyi dışlar çünkü seçilen dine göre kutsal olanın belirleyiciliği vardır.

Yasalar da kadının toplumsal ve siyasal yaşamın neresinde olduğunu belirleyen önemli ideolojik aygıtlardandır. Özellikle son 15 yıldır olumluymuş gibi yansıtılan ama arkasında pek çok hak gaspını biriktiren ve sosyal alandaki eşitsizliği pekiştiren ve elbette kapitalizme hizmet eden durumların çokluğu artık bizi şaşırtmamaktadır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı kadınların da adam gibi ölebileceğini söylerken bu cümledeki cinsiyetçiliğin ve aşağılanmanın farkına bile varmaz. Bu durum direniş görmedikçe giderek her türlü özgürlüğü baskılar hale geliverir.

Türkiye’de kadına seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934’de verilmiştir. 1935 yılından 2000’li yıllara dek kadınlar mecliste yüzde 4.6 ’dan daha fazla olmamıştır. Erken Cumhuriyet döneminde batılaşma ve modernleşme çabaları kadınların kamusal alana girmesini gerektirmiştir. Çünkü kadının iş gücüne gereksinim vardır. Bu tarihten sonra politik hakları kadınlara verilirken düşük oranda da olsa mecliste, istihdamda kadınlar da yer almaya başlamışlardır. Bu dönemdeki kadının işgücüne katılımı oranları günümüzde yakalanamamaktadır.

Günümüzde hem meclisteki kadın milletvekili oranı hem de kadının işgücüne katılımı oranı dünya ülkelerinin çok gerisindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki kadın milletvekillerinin erkeklere oranı yüzde 15 civarındadır. Dünya ortalaması yüzde 22. Ayrıca parlamentodaki pek çok kadın milletvekilinin kadınlar konusundaki bakışının erkeklerden farkı yoktur. Yani temsil ettiği kitle kadınlar değildir. Bu düşük oranın bile sadece yapmamız gerekense hiç durmadan bunların doğal olmadığını, çaresiz olmadığımızı, iki cinsin birbirine din perçeminden bakmasının cinsiyet eşitsizliğinin ve kadına yönelik şiddetin önemli kaynaklarından biri olduğunu anlatmaya devam etmektir.

Kadının kurtuluş mücadelesinin ve özgürleşmesinin ancak sosyalist devrimle mümkün olduğu önümüze serilmiş bir gerçektir. Ancak bu gerçeklik, devrime giden süreç içinde kadın mücadelesini, laiklik ve aydınlanma hattında mücadeleyle birlikte işçi sınıfı mücadelesinin vazgeçilmez unsurlarından biri olma sorumluluğunu vermektedir.

print