Hukuk Defterleri dergimiz, 2016 yılında yayın hayatına başladı. Dokuz yılı geride bırakmaya hazırlanan dergimizin, hem yazarları hem de ele aldığı konular ile ciddi bir külliyat oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu değerlendirme, salt bir öznel yorumdan ibaret değil elbette. Geride bıraktığımız dokuz yılda ülkede ve özelinde hukuk alanında yaşanan gelişmeler de önemli tartışmalar yapmamıza yol açtı.
Dergimizin ikinci sayısının matbaaya gittiği tarih, 15 Temmuz 2016 günüydü. Hafta başında dergiyi okuyucularımızla buluşturmaya hazırlanırken bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldık. O sayımızda da anayasa ve rejim tartışmalarını ele almaya hazırlanmıştık ki, hayat bizi doğrudan o tartışmanın merkezine yerleştirdi. Devamında, üç yıllık bir OHAL süreci, şaibeli bir referandum ile yapılan rejim değişikliği, mevcut Cumhurbaşkanının bir kez daha aday olması ve seçilmesi, pandemi, ülke içinde ve bölgede yaşanan gelişmeler ile birlikte şekillenen tartışmalarla dergimiz yayın hayatını sürdürdü. Memleket gündeminin sıcaklığı da göz önünde bulundurulduğunda, derginin bu özelliğinin daha da artacağını söylemek işten bile olmasa gerek.
Bu kısa tarihçemiz sonrasında, yazı başlığındaki sorulara geçelim. Bu sorunun cevabının, aynı zamanda memleketin gidişatına ilişkin bir değerlendirme ve cevap olacağını da belirtelim. Verilecek cevap, aynı zamanda sorunun çözümüne ilişkin yürütülecek mücadelenin de bir anahtarı olacaktır.
AKP, 80 yıllık bir Cumhuriyet birikiminin üzerine iktidara getirilmiş bir siyasi partiydi. 50’li yıllarda Menderes ile başlayan, akabinde Demirel, Türkeş, Erbakan gibi figürlerle sürdürülen karşı devrimci ve piyasacı dönüşüm, yol almış olsa da tam anlamıyla başarılı olamamıştı. Ülkede hâkim olan kurucu değerler, özellikle kurumlar yönünden karşı devrimci hattın yayılmasını bir vadede engelleyebilmiş, en azından yavaşlatabilmişti. Bu alandaki radikal müdahale 24 Ocak kararları ve peşinden gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesi oldu. Darbe, bir hükümet değişikliği veya toplumsal hayata müdahalenin çok ötesinde, rejime yönelik bir müdahale sonucunu taşıyordu. Kamucu, devletçi, halkçı Cumhuriyet ve kurumları hedef alınarak piyasacı, özelleştirmeci, dışa bağımlı bir ekonomi ve gericileştirilen bir toplum ‘’projesi’’ hayata geçirildi.
12 Eylül sonrası başlayan ‘’proje’’, ilerliyordu ancak yetmiyordu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından, daha hızlı bir dönüşüme ihtiyaç vardı. Tansu Çiller’in dediği gibi, ‘’son sosyalist ülkenin’’ yıkılması gerekiyordu. Emperyalizm ile tam boy entegre olan, içeride de ‘’ılımlı’’ görünen bir İslamcı iktidara ihtiyaç vardı. İşte AKP, tam olarak bu ihtiyacı karşılamak üzerine iktidara geldi: Yıkım. Dolayısıyla, AKP’nin sıradan bir iktidar partisi değil, doğrudan rejim yıkma ve yeni rejim inşa etme misyonuyla oluşturulmuş bir parti olduğunu öncelikle tespit etmemiz gerekiyor.
Yıkım ve yeniden inşa misyonu ile iktidara getirilen bir siyasi partinin, kurulu düzeni her yönüyle alt üst etme hedefinin olacağı açıktı. Nitekim, siyasi iktidar bu hedefini hiçbir zaman gizlemedi. İktidara gelmelerinden hemen birkaç ay sonraki 1 Mart Tezkeresi teklifinden başlayarak, kurulması amaçlanan yeni rejimin hedefinin ne olduğunu net bir biçimde gösterdiler. Her ne kadar siyasi iktidar ile ittifaklar yapan çeşitli kesimlerin daha sonrasında siyasi iktidarın o dönemde eğilimlerini gizlediğine dair “kandırılma’’ beyanlarına şahit olsak da AKP, 22 yıldır aynı misyonundan hiç geri adım atmadı. Orduya yönelik tasfiye operasyonu, Ergenekon-Balyoz gibi davalar, 2010 ve 2017 referandumları, eğitimdeki dönüşüm gibi tüm başlıklarda hep bu misyonu görmüş olduk, hâlen de görmeye devam ediyoruz.
Rejimin yıkılması ve yeni bir rejim inşasından bahsederken buradaki en büyük paylardan birinin hukuk alanıyla gerçekleştirildiğini vurgulamak gerekiyor. Yazı başlığını da yeniden hatırlarsak, hukukun bu dönüşüm, yıkım ve yeniden inşa süreçlerinde oldukça kritik bir unsur olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Süreç, devam eden rejim ve alışılagelen ezberler ile değerlendirildiğinde bir hukuksuzluklar silsilesiydi ancak başka bir yönüyle bakıldığında da aslında yeni dönemin izleri olarak değerlendirilmesi gerekli. Mevcut sınırlar zorlanacak ve aşılacak, yol alınacak ve sonrasında yeni sınırlar oluşturulacak. Bu yönüyle yaşadığımız süreci “hukuksuzluktan hukuka geçiş’’ olarak ifade edebiliriz.
***
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 42. sayısında okuyabilirsiniz.