GİRİŞ
2024 yılı Ağustos ayına girdiğimiz bugünlerde ülkenin siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel durumu her zamankinden farklı değil. Yani, başta ekonomik perişanlık olmak üzere, toplumsal ve siyasal olarak gerilim ve huzursuzluklar, eğitim ve kültür sistemlerimizdeki olumsuz (Milli Eğitim’deki ÇED ve yeni “Maarif “ Modeli !) gelişmeler, hukuksallıktan uzak, siyasi yapısı ve aynı çerçevedeki müdahaleleri açığa çıkmış kimi soruşturma ve davalar ile üstüne üstlük, bir şeyleri değiştirmeyeceği aşikar olan 9. Yargı Paketi ile, sokak hayvanları için katliam niteliğinde önlemler getiren yasa değişikliği ve tüm bunları tartışan, tepki veren, sokaklara çıkan ilerici demokrat kesimler, hayvanseverler, sade yurttaşlar ve uzun süredir yaşanan bir sürekli “krizde olma hâli”. Sürekli kriz kavramını biraz açmak gerekirse, bunun, sürekliliğinin çok uzun bir zaman dilimine, belki 20 yıldan fazla bir süreye yayıldığını (ondan önce kriz yoktu gibi bir şey söylemiyorum kuşkusuz !), her türden siyasi, ekonomik, adli, kültürel, eğitimsel, hatta savunma ve uluslararası ilişkileri de içeren çok ve çeşitli sorunlardan kaynaklanan ve bir türlü çözülemeyen, insanların gündelik yaşamını, devletin düzenini doğrudan etkileyen olay ve gelişmeler olduğunu belirtebiliriz. Kriz yaratan etkenler, genellikle siyasi iktidarın karar ve uygulamalarından kaynaklandığı için, bunların değiştirilmesi ya da düzeltilmesini beklemek de çok anlam ifade etmiyor ve hâlen bu durum sürüp gidiyor. Siyaset kurumunun iktidar cephesinden umutlanmak olası değilse de, muhalefet cephesi de hiç umut vermiyor. Siyaset ilke ve kurallarına ters düşen bir şekilde, siyasi iktidarın seçmen kitlesini hedef alan, kendi kitlesini ihmal eden, söylem ve eylemlerinde her türden tutarsızlık yansıtan, yeni bir proje, kavram, kuram veya eylem üretemeyen muhalefet, ülkenin geleceği adına yalnızca umutsuzluk oluşturuyor. Bu koşullarda çerçeveyi daraltarak asıl konumuz olan yargıya gelirsek, sürekli kriz hâlinin orada da yaşandığı, bunun müzmin bir kriz durumu olduğu, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile siyasi iktidarın yargıya el atma yolunun tümüyle açıldığı ve iktidarın bunu net bir şekilde kullandığı, kendi tercihi ile iş birliği yaptığı ve desteklediği Fetö’cü grubun gerçekleştirdiği 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında yargının yönetimine tamamen egemen olduğu, sonrasında yapılan Anayasa ve yasa değişiklikleri ile yargıya olan egemenliğini perçinlediği görülmektedir. Bu süreçte yapılan Anayasa değişiklikleri ve çıkarılan yargı “paketleri” ile, devamlı olarak yargı reformu yapıldığı ve yargının sorunlarının çözümlendiği iddia edilmişse de, ağırlaşan ve karmaşıklaşan yargı sorunlarının hâlen sürüp gittiği kuşkusuzdur.
Son olarak bu metin kaleme alınırken yakın zamanda Meclis’ten çıkarılması beklenen 9.Yargı Paketi de eleştiri ve tartışmalara yol açmış olup sorun çözme yeteneği tartışılır bir durumdadır. Birden çok fazla yargı krizi bulunan ülkemizde yargının bizzat kendisi sorun durumunda olup siyasi iktidarın bu sorunun yaratıcısı olarak sorunu çözeceğini beklemek hiç gerçekçi bir tutum olmayacaktır.
İktidarın hukuku kullanarak yargıyı elinde tutma yaklaşımı uzun süredir biliniyor ve uygulamalar ile açıkça görülüyor. 2017 yılındaki Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesi sonrasında, partili Cumhurbaşkanının seçilmesi ve hukukçu danışmanlar atanarak oluşturulan kurul aracılığı ile yargı organlarının ve genel olarak yargının sürekli bir izleme ve denetim altına alınması net bir şekilde gerçekleşti. Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yeniden yapılandırılması sonrasında, TBMM aracılığı ile seçimler yapılarak ve ayrıca Cumhurbaşkanına üye seçme hakkı tanınarak oluşturulan Kurul’un iktidar doğrultusunda etkinlik yürütmesi garanti altına alındı. Siyasi etkilere tümüyle açık bir HSK’nın yönlendirmesi ile hâkim ve savcılar ve mahkemeler devamlı bir takibe tabi tutuldu. İstenen, beklenen ya da tercih edilen kararları veren hâkim ve savcılar terfi ettirilip üst görevlere atanırken, istemeyen kararlar veren veya istenen kararları vermeyen hâkim ve savcılar sürgüne gönderildi, mahkemeleri ve yetkileri değiştirilerek pasifleştirildi. Böylece, Cumhurbaşkanlığı Hukukçuları ve HSK eliyle oluşturulan bir tür “Jüristokrasi” yargıya tam olarak egemen oldu.
Oligarşik bir yönetimin yargıda yerleşmesi ile, hâkim ve savcıların özgüvenleri yok edildiği gibi, bağımsız karar verme yetenekleri ortadan kaldırıldı. Aynı etkiler yüksek yargı için de gerçekleşti ve Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararları iktidar hesap ve çıkarlarını gözeten bir niteliğe büründü. Toplumun yargıya ve adalete güven duygusu büyük ölçüde sarsılırken, oransal olarak %20’ler düzeyine kadar geriledi. Bu süreçte, her biri başlı başına sorun ve kriz denebilecek kararlar ve uygulamalar arka arkaya geldi. AKP iktidarı, bu krizleri yargıyı dönüştürmek için kullandı. Kura çekerek göreve başlayacak, bağımsız ve tarafsız olması gereken hâkim ve savcıların, kura çekim törenleri partili Cumhurbaşkanının sarayında yapılarak, adeta “emre amade” herhangi bir görevli gibi hissetmeleri sağlandı. İktidar partisinin il ve ilçe teşkilatlarında görev yapan çok sayıda avukat, hâkim ve savcı yapılarak yargı iktidarı (!) pekiştirildi. Evrensel ilkeler, uluslararası sözleşme ve diğer belgeler ile Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı şekilde, “türbanlı” kadın hâkim ve savcılar göreve kabul edildi. “Siyasallaştırılmış” bir yargı oluşturularak iktidarın payandası olmasının yolu açıldı. Soruşturmalar ve yargılamalarda verilen kararlarda siyasi etki açıkça görülür oldu.
***
Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 41. sayısında okuyabilirsiniz.