Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Ahmed Arif “Otuzüç Kurşun”
Ahmed Arif’in dizelerinde bir siyasi cinayeti olağanüstü bir anlatımla ortaya koyması gibi, sinema sanatı ile de bazen yazı ile tam olarak anlatamadığımız tarihi dönemleri anlatma şansına sahip olabiliyoruz. Bu dönemleri iyi anlattığını düşündüğüm üç filmden kısaca bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki, bu yıl gösterime giren yönetmenliğini Fernando Meirelles’in yaptığı İKİ PAPA filmi.
Film, Papalık unvanının sahibi son iki kişiyi, 16. Benedict ile Francis’i merkeze alıyor. Papa Benedict son derece muhafazakar, katı tutumu ile tüm değişikliklere, yeniliklere karşı çıkan bir din adamı. Francis ise, Papa Benedict’in karşısında, onun zıttı karakterde, yeniliğe açık, yoksullara ve ezilenlere hoşgörü ile bakan insancıl bir din adamı görünümündedir. Ancak filmin sonuna doğru gelindiğinde Francis’in Arjantin’de askeri cunta döneminde cunta ile işbirliği içinde olduğunu öğreniyoruz. Papa Francis’in din adamı olarak görev yaptığı dönemde Arjantin, işkencenin, yargısız infazların, faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların sıkça yaşandığı bir ülkedir. Papa Francis’in yakın çalışma arkadaşlarının da içerisinde olduğu bir grup muhalif insanın askerler tarafından uçaktan denize atıldığı görüntüler hafızamıza kazınmıştır. Görüntülerde çocuklarından haber alamayan annelerin feryatları ile baş başa kalırız. Anneler, “kızlarımızı, oğullarımızı bize geri verin” şeklinde slogan atarlar. “Plaza de Mayo Anneleri” olarak isimlendirilen annelerin isyanları Arjantin’den dünyanın dört bir yanına hızlı bir şekilde yayılır.
İkinci film Costa Gavras’ın Missing / Kayıp filmi. Şili’de 11 Eylül 1973 günü Allende hükümetini devirerek iktidara gelen Pinochet diktatörlüğü dönemini anlatmaktadır. Bu dönemde binlerce faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp olayları yaşanmıştır. Gavras filmde, Amerikalı gazeteci ve film yapımcısı Charles Horman’ın askeri cunta tarafından öldürülmesiyle birlikte o dönem yaşanan faili meçhul cinayetleri ve kayıp olaylarını sade bir dille anlatmaktadır.
Üçüncü film ise Türkiye’de çekilen yönetmenliğini Sedat Yılmaz’ın yaptığı Press filmidir. Gerçeğin peşindeki gazetecileri anlatan “PRESS” filmi, Gündem gazetesinin kuruluş günlerinde karşılaşılan zorlukları, gözaltındaki kayıpları, faili meçhul cinayetleri, işkenceleri, sansürü ve JİTEM tarafından yapılan infazları yalın ve etkileyici bir biçimde anlatmaktadır.
Arjantin, Şili ve Türkiye’de yaşanan hak ihlallerini açık bir şekilde anlatan her üç film aslında hepimizin hikâyesini anlatmaktadır.
“Faili meçhul cinayet” bir öldürme eyleminin kimin tarafından yapıldığının bilinmemesi durumudur. Özellikle Türkiye’de yakın tarihinde işlenen faili meçhul cinayetlerde amaç, şekil ve süreklilik olduğu görülmektedir. Bu cinayetler siyasi amaçla yapıldığı için siyasal cinayet demek daha uygun olacaktır.
Özellikle iç savaş dönemlerde “faili meçhul” siyasi cinayetlerde büyük bir artış yaşanmaktadır. Bu dönemlerde mahkemeler, yasalar, yargıçlar, kolluk kuvvetleri, düzenli birlikler siyasetin doğrudan eklentisi haline gelirler.
Siyasi cinayetler insanlık tarihinde her zaman var olmuştur. Emperyalizmin güçlenmesi ile sistematik olarak kullanılan esaslı yönteme dönüşmüş, soğuk savaş dönemlerinde ve günümüzde ABD tarafından sıkça kullanılan ve bir merkezden yönetilen bir politika hâline gelmiştir. Zamanla büyük teknik olanaklar ve teknolojiler kullanılmaya başlanmıştır.
ABD emperyalizmi özellikle Latin Amerika’da yerli işbirlikçiler ile birlikte büyük katliamlara girişmiştir. Brezilya’da Mao Branca (Beyaz El) adını kullanan idam mangaları, sol görüşlü muhalif kişileri kaçırarak işkence ile boğarak ya da ateşli silahlarla öldürüyordu. Brezilya’da 1990 yılında sadece Sao Polo kentinde 1000’e yakın çocuk Mao Branca örgütü tarafından kaçırılıp, öldürülmüştür. El Salvador’da “Atlacat Taburu” adını taşıyan, ABD ordusu tarafından eğitilen örgüt binlerce insanı acımasızca öldürmüştü. Arjantin’de “Antikomünist Birliği” adını taşıyan örgüt benzer uygulamalarla yine binlerce insanı yok etmiştir. Guatemala’da 40 yıl içinde ABD destekli yönetim ve örgütler tarafından; gözaltında kayıp, faili meçhul cinayet, sokak ortasında infazlarla 100.000’in üzerinde Guatemalalı öldürülmüştür. Benzer uygulamalar Latin Amerika ülkeleri Şili, Kolombiya, Uruguay’da da muhaliflere gözdağı amaçlı olarak etkili bir şekilde hâlen kullanılmaktadır.
“Faili meçhul” siyasi cinayetler ve yargısız infazlar “Gayri Nizamı Harp” olarak isimlendirmiştir. Gayri Nizamı Harp ile özellikle komünizmle ve sol muhalefetle mücadele etmeyi kendisine birinci ilke edinen örgütlerin finans ve eğitim faaliyetleri ABD tarafından karşılanıyordu. ABD, Latin Amerika’da edindiği tecrübelerle Avrupa’da NATO’ya üye olan ülkelerde, yasadışı örgütlenmelere gitmiş, GLADYO benzeri örgütlenmeler ile siyasi cinayetlere ve yargısız infazlara başlamıştır.
Özellikle sol hareketin güçlü olduğu, İtalya, Almanya, Hollanda, Fransa, İspanya ve Belçika’da ölüm mangaları, Latin Amerika’da olduğu gibi siyasi cinayetler ve gözaltında kayıpların içerisinde yer almıştır.
Osmanlı döneminde siyasal cinayetler sık kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. İktidar için “Kardeş katli “son derece kabul gören bir uygulama olarak bilinmektedir. “Kardeş katlinde” öldürülen şehzadelerin kanların akıtılmaması esastır. Bu nedenle boğarak öldürme yöntemi kullanılmıştır. Tahta çıkan padişahın, kendi kardeşlerini, şehzadeleri öldürmeleri son derece doğal görülmüştür. İktidar savaşında onlarca vezir, komutan bir gecede sorgusuz, sualsiz öldürülmüştür. Öldürülenlerin bugün bile kim tarafından, nerede ve niçin öldürüldükleri, nasıl ortadan kaldırıldıkları halen bilinememektedir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, padişahtan iktidarın alınması ile İttihat ve Terakki, Teşkilatı Mahsusa eliyle muhaliflere yönelik acımasız yöntemler uygulanmıştır. İttihat ve Terakki Fırkası, siyasi cinayetler işlemek için Fedailer Cemiyetini kurmuş ve birçok cinayet bu örgüt tarafından işlenmiş ve muhalifler yok edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte siyasi cinayet ve “faili meçhul” cinayetler değişik yöntemlerle aynen devam etmiştir. Bugün bile tam anlamıyla aydınlatılmamış olan TKP üyesi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz’de katledilmeleri, Sabahattin Ali cinayeti, ilk siyasal “faili meçhul” cinayetler olarak önemini korumaktadır. Türk Edebiyatının en muhalif şairi ve yazarlarından biri kabul edilen Sabahattin Ali, sonradan MİT mensubu olduğu öğrenilen bir kişi tarafından öldürülmüştür.
Yakın tarihimizde 12 Eylül öncesi ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerin büyük sayılara ulaştığını ve siyasal muhalefete karşı bir yöntem olarak uygulandığını ifade etmek gerekir. 1 Mayıs 1977 tarihinde İstanbul/Taksim Meydanında 1 Mayıs İşçi Bayramı için toplanan insanlarımızın üzerine ateş açılması sonucu 35 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralanmıştır. 1 Mayıs 1977 katliamı, o tarihe kadar yapılmış en büyük “faili meçhul” cinayet kabul edilmektedir. Kemal Türkler’in katledilmesini de işçi sınıfı mücadelesini hedef alan önemli siyasi cinayetlerden biri olarak anmak gerekir.
Kendisi de bir siyasal cinayete (24 Mart 1978) kurban giden Savcısı Doğan Öz hazırladığı raporda;
“Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.” değerlendirmesinde bulunmuş ve kısa bir süre sonra raporunda belirttiği güçler tarafından öldürülmüştür.
12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte, sokak ortasından, evinden, işyerinden gözaltına alınıp işkencehanelere götürülüp işkence ile öldürme veya gözaltında kayıp olayları sık şekilde başvurulan esaslı bir yöntem olarak karşımıza çıkmıştır. Bugün hâlen yüzlerce insanımızın akıbeti hakkında yeterince bir bilgiye sahip değiliz.
12.4.1991 tarihinde 3713 sayılı Kanunla kabul edilen, Terörle Mücadele Kanunu ile “terör ile mücadele eden güvenlik kuvvetlerine” getirilen olağanüstü koruma zırhı ile hukuk dışı faaliyetlerde yer alan devlet görevlilerinin yasa dışı faaliyetlerine yasal kılıf getirilmiştir. TMK’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte, işkence olaylarında, yargısız infaz ve siyasi cinayetlerde olağanüstü büyük bir artış yaşanmıştır.
1990 yılından başlayarak “faili meçhul” cinayetler gözaltında kayıplar, infazlar ve işkence uygulamalarının alabildiğine yaygınlaştığı, Türkiye tarihinin en karanlık ve acılı yıllarıdır. Savaş koşulları ile birlikte bütün temel hak ve özgürlükler askıya alınmıştır. Yaşam hakkı ihlalleri yaygınlaşmış, yargılı-yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, “faili meçhul” siyasi cinayetler olanca hızı ile devam etmiştir. Özellikle Kürt illerinde binlerce “faili meçhul” siyasi cinayet işlenmiştir. İşlenen cinayetler sistematik olarak bir devlet politikası olarak olanca hızıyla devam etmiştir. 1990-1993 yılları arasında gerçekte ilan edilmemiş olmakla birlikte tam bir iç savaş koşulları uygulanmıştır. Bu dönemde yaşanan baskı, işkence, gözaltında kayıp, faili meçhul cinayetler adeta hayatın olağan bir parçası olarak kabul görmüştür.
Muammer Aksoy (1 Şubat 1990), Çetin Emeç (7 Mart 1990), Bahriye Üçok (6 Ekim 1990) Turan Dursun (4 Eylül 1990), Vedat Aydın (3 Temmuz 1991) Musa Anter (20 Eylül 1992), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Av. Metin Can – Dr Hasan Kaya 21 Şubat 1993), Ferhat Tepe (28 Temmuz 1993), Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999)…
Türkiye’de kayıtlara geçen kayıp olaylarına rakamsal olarak baktığımızda, 1926-1980 arasında; 6, 12 Eylül 1980 ile 1990 arasında 12, 1991-1992 arasında 12, 1993 yılında 33, 1994 yılında ise olağanüstü bir artışla 223 kişiye çıkmıştır.
İnsan Hakları Derneği’nin yıllık raporlarına göre, 1990-1991 yılları arasında sadece Kürt illerinde faili meçhul cinayetlere kurban giden muhaliflerin sayısı 42 kişi, 1992’de 362 kişi, 1993’te 467 kişi, 1994’te 423 kişi olarak kayıtlarla tespit edilmiştir. Faili meçhul olarak adlandırılan siyasi cinayetlerin kurbanlarının önemli bir bölümünü, Kürt siyasal hareketi içinde yer alan siyasetçi / gazeteci / aydınların oluşturduğu görülmektedir.
İHD raporlarına göre, cumhuriyet tarihi boyunca öldürülen gazeteci sayısından çok daha fazlası sadece 1992 yılında (13 gazeteci) öldürülmüştür. Öldürülen gazetecilerin neredeyse tamamı Kürt illerinde çalışan (12 kişi) Kürt gazetecileridir. Kürt siyasal tarihinde çok önemli bir yere sahip olan değerli gazeteci/yazar/siyasetçi Musa Anter de aynı tarihlerde siyasal bir cinayete kurban gitmiştir. Bugün bile öldürülen gazeteci cinayetlerinin hiçbiri, diğer siyasal cinayetlerde olduğu gibi devlet tarafından aydınlatılmamış/katilleri cezalandırılmamıştır.
1993 yılında, Kürt siyasal hareketine yakın Yeni Ülke ve Özgür Gündem gazetelerinde çalışan 13 gazeteci görev sırasında öldürülmüş veya bir daha kendilerinden haber alınamamıştır.
1993 yılında Başbakan Tansu Çiller, İstanbul’da Emniyet Müdürü olarak görev yapan Mehmet Ağar’ı, Emniyet Genel Müdürlüğü görevine getirmişti. Mehmet Ağar’ın görev yaptığı dönemde güvenlik görevlileri kendilerine göre muhalif gördükleri kişileri artık sağ veya yaralı olarak gözaltına almıyor, yargısız infazları tercih ediyorlardı. Bu yıllarda yargısız infaz olarak adlandırılan ev veya sokak infazlarının yaygınlaştığını, bu suçların faillerinin korunmuş ve ödüllendirilmiş olduğunu da belirtmek gerekir. ABD Başkanı Bush’un Türkiye ziyaretinden kısa bir süre önce “Devrimci Sol militanı” olduğu iddia edilen 10 devrimci yargısız infazla bir gecede 12 Temmuz 1991 tarihinde İstanbul’da öldürülmüştü.
1990 yılları Türkiye için, muhaliflere ve Kürt halkına karşı yeni bir iç savaşın başlama tarihi olarak kayıtlara geçmiştir. Hukuk kurallarının tamamen rafa kaldırıldığı, “Gayri Nizami Harp”, “Kontrgerilla” yöntemlerinin tek yöntem olarak kullanıldığı bir süreç başlamıştır. Bu yöntem uzun bir süredir Latin Amerika ülkelerinde ve üçüncü dünya ülkelerinde açık bir şekilde uygulanan hukukun yok sayıldığı, savaş kurallarının geçerli kabul edildiği bir yöntemdir.
1990’lı yıllar Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’ın görev yaptığı acımasız yıllardır. Mehmet Ağar görev yaptığı dönemde büyük bir gururla “1000 Operasyon” yapıldığını ifade etmiştir. Bu dönem, Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Ankara DGM Savcısı Ülkü Coşkun bu dönemde öldürülen gazeteci/yazar Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya cinayeti “devlet işlemiştir” diyerek devletin cinayette sorumluluğunu kabul etmiştir.
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İstanbul Holiday Inn Oteli’nde 4 Kasım 1993 tarihinde yaptığı basın açıklamasında “teröre destek veren iş adamı ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız…” şeklinde değerlendirmede bulunmuş, ardından adı geçen isimlerin yer aldığı liste gazetelerde yayınlanmıştır. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Kürt iş adamaları, sanatçı ve aydınlar sokak ortasında kurşunlanarak öldürülmüş veya evlerinden / işyerlerinden kaçırılmış kendilerinden bir daha haber alınamamıştır. Fuat Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan, Metin Can, Şevket Epözdemir bu dönemde sokak ortasında kurşunlanarak, kaçırılarak öldürülen avukatlardır.
12 Kasım 1994 tarihinde, basında “PKK’ya yardım edenler listesinde yer aldığı” iddia edilen Av. Medet Serhat arabasında kurşunlanarak öldürülmüştür. Ankara HEP İl Başkanı Av. Faik Candan bürosundan çıktığında “kimliği belirsiz” kişilerce zorla bir arabaya bindirilerek kaçırılmış ve kendisinden haber alınamamıştır. Kaçırılmasından 2 gün sonra Ankara’nın Bala ilçesinde bir yol kenarında işkence edilerek öldürülmüş bir şekilde bulunmuştur. Kamuoyunda Susurluk hükümlüsü olarak bilinen ve “1000 operasyona” katıldığını açıklayan Ayhan Çarkın, Av. Faik Candan’ın ölümü ile ilgili olarak açıklamada bulunmuş ve açıklamaları nedeniyle Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 5 Haziran 2011 tarihinde tutuklanmıştır. Ayhan Çarkın hakimlik ifadesinde Av. Faik Candan ile ilgili olarak;
“… Faik Candan’ın bürosundan alındıktan sonra Oğuz, ben ve Ercan Ersoy bizim kullandığımız arabayla gittik. Biz avukatın bulunduğu aracı takiben peş peşe 4 veya 5 araçla gittik. Gölbaşı’ndan sonra biz araçla devam ettik. Konya yolunda sol tarafta açık arazide Ahmet Sakarya’nın öldürdüğünü kendi beyanıyla duydum. Ondan sonra ben aylarca göreve gitmedim, ihraç edilmek istedim. Silahı da bıraktım, sonra peşimi bırakmadılar. Abdullah Çatlı’nın yardımıyla İstanbul’a gittik. Bu cinayetler MGK ve devletin bilgisi ile yapıldı…” şeklinde beyanda bulunmuştur.
TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetleri Araştırma Komisyonu 1993 yılında kurulmuş ve bu konu ile ilgili raporunu 12.10.1995’te yayınlamıştır. Raporda komisyonun yetki alanı “…Devlet sırlarının Meclis araştırma kapsamında kalacağı…”, görev alanı ise “… Siyasal düşüncesinden ötürü öldürme eylemine maruz kalıp da failleri bilinmeyen olaylarla ilgili araştırma yapmak üzere kurulmuştur ” tanımı ile belirlenmiştir.
Rapor faili meçhul siyasal cinayet kavramını, “siyasal düşüncesinden ötürü siyasal cinayete kurban gidenleri veya siyasal nedenden dolayı gerçekleştirilen cinayet eylemlerinin faillerinin bilinmemesi hali olarak” açıklamıştır. 8 bölümden oluşan raporun 4. bölümünde “… faili meçhul cinayetlerin yoğun olarak işlendiği, Olağanüstü Bölge Valiliği’nin genel görünüşü incelenmiş, adeta kuralsızlığın ve hüküm sürdüğü bu bataklık ortamında faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasının tamamen bir tesadüf olduğu…” saptaması yapılmıştır.
TBMM raporunda, 1980’li yıllarda İspanya’da ETA sempatizanlarına karşı kurulan ölüm mangaları “Teröre Karşı Özgürlük Grubu” olarak isimlendirilen örgütün doğrudan İspanya Başbakanı ile bağlantılı olduğu ortaya çıktığı, İngiltere’de İRA’ya karşı, eski İngiliz askerlerinden kurulan “Black and Tans ” adlı örgütün İngiliz devleti tarafından açıkca desteklendiği belirtilmiştir. Raporda ayrıca birçok ülkede işlenen siyasi cinayetlerde, devletin önemli bir rolü olduğuna atıflar yapılmıştır.
TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayet Raporunda, 1975-1994 yılları arasında 908 kişinin cinayete kurban gittiği belirtilmiştir. Bu cinayetlerin büyük bir kısmı 1992-1993 yılları arasında işlenmiştir. Bu dönemde 630 insanımız öldürülmüş, cinayetlerin hiçbiri aydınlatılmamıştır. Raporda gerçekleşen cinayetlerin bölgesel olarak il il değerlendirmesi yapılmış ve son olarak işlenen cinayetlerin büyük bir bölümünün Kürt illerinde gerçekleştiği rapor ile de tespit edilmiştir.
Eski Kuzey Deniz Saha Komutanı Emekli Koramiral Atilla Kıyat, faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak “1993-1997 yılları arasında faili meçhul cinayetlerin emir-komuta zinciri içinde yapıldığını, bunun bir devlet politikası olduğunu”beyan etmiştir.
Eski İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Atilla Kıyat’ın açıklamalarını destekleyerek “… 1994-1995 yılları arasında terörün bir an önce bitirilmesi için bazı devlet görevlisi olmayan sorunsuz kişilere görev verdirildiği ve bunların kullanıldığı bir gerçekliktir…” şeklinde beyanda bulunmuştur.
Cihan Sincar (1993 yılında öldürülen DEP Batman Milletvekili Mehmet Sincar’ın eşi), “…Kıyat’ın açıklamaları beni şaşırtmadı, 17 yıldır aynı şeyi söylüyoruz, ama kimse bizi dikkate almıyor” demiştir.
Şükran Aydın (faili meçhul cinayete kurban giden HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın eşi) “…Biz eskiden beri bunun devlet politikası olduğunu söylüyoruz. Bizim için katiller bellidir. O dönemin Başbakanı, İçişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı, OHAL valisi sorumludur. Biz cinayeti devletin yaptığını biliyoruz. Hiç olmazsa devlet de itiraf etsin, özür dilesin ki acımız biraz hafiflesin” demiştir.
Raporun sonuç bölümünde, faili meçhul cinayetlere karşı etkin tedbirler başlığı altında 33 öneri getirilmiş, ancak bu önerilerin hiçbiri fiili olarak hayata geçirilmemiş ve tek bir faili meçhul siyasi cinayet dahi aydınlatılmamıştır.
Şükran Aydın ve Cihan Sincar, aslında faili meçhul siyasi cinayetleri, gözaltında kayıpların sorumlularını net bir şekilde açıklamıştır. Şükran Aydın ve Cihan Sincar’ın feryatları, saptamaları aslında hepimizin düşüncelerine tercüman olmuştur.
Hikmet Çetinkaya ve Nihat Ekinci kitaplarında “faili meçhul” cinayetlerle ilgili önemli tespitler yapmışlardır.
“1995-1997 yılları arasında DGM’lerin yargı alanına giren faili meçhul cinayet sayısı neredeyse tüm cumhuriyet dönemininde gerçekleşen faili meçhul cinayetlerden fazladır.”
“1995 yılında 11699 faili meçhul cinayet dosyasıyla Diyarbakır ili birinci sırayı almaktadır. 1996 yılında 12523 faili meçhul cinayetle yine Diyarbakır birinci sıradadır. 1997 yılında ise Türkiye’de toplam 19692 faili meçhul cinayet dosyası bulunuyordu. Bu dosyaların büyük bir bölümü toplam 13344 dosya Diyarbakır DGM görev alanına giriyordu.”
Kürt illerindeki 90 yıllarında gerçekleşen faili meçhul cinayetlerinin sayısı bugün bile tam olarak bilinmektedir. Batman Barosu’nun Faili Meçhul Cinayetler ve Kayıplar Komisyonu tarafından 2011 yılı çalışma raporunda sadece Batman ilinde bu sayının 455 olduğunu saptamıştır. Batman ili bu tarihlerde “hayalet bir kent” konumundadır. Özellikle Hizbullah örgütü, Batman ilinde devlet kontrolünde / korumasında sayısız faili meçhul cinayet işlemiştir.
DEP Milletvekili Mehmet Sincar ve DEP İl Yönetim Kurulu Üyesi Metin Özdemir 4 Eylül 1993 tarihinde Batman’da öldürülmüştür. Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan, işlenen cinayetleri Hizbullah örgütünün yaptığını basına açıklamıştır. Oysa Susurluk Raporunda “… Mehmet Sincar cinayetinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım tarafından planlandığı …” belirtilmektedir.
1993 yılında gerçekleşen “faili meçhul” siyasi cinayetlerle ilgili olarak adı hep geçen kişi “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’dır. Eski İstihbarat Dairesi Başkanı Hanefi Avcı açıklamalarında bu bilgiyi açık bir şekilde doğrulamış ve faili meçhul siyasi cinayetlerden Mahmut Yıldırım’ı sorumlu tutmuştur.
Susurluk Raporu ile faili meçhul birçok cinayetle adı geçen “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım, adı devlet tarafından bilinçli bir şekilde ortaya atılmış ve işlenen bütün faili meçhul cinayetlerin Yeşil tarafından gerçekleştirildiği belirtilmiştir. Bugün hala “Yeşil” olarak isimlendirilen Mahmut Yıldırım’ın kim olduğu, ölü/sağ olduğu bilinememektedir.
Eski Adalet Bakanı Oltan Sungurlu cinayetlerle ilgili olarak “… Devlet içine sızmış bazı kişiler bu işi yapıyor. Bunların arkasında kimler var, bağlantıları neler, henüz çözülemedi…” şeklinde açıklamaları ile devletin sorumluluğunu bir şekilde kabul etmiştir.
3 Kasım 1996 yılında Susurluk’ta meydana gelen trafik kazası emniyet, siyaset ve mafyanın bazı yasa dışı eylemlerde işbirliğini ortaya sererken, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller kazada hayatını kaybeden mafya lideri Abdullah Çatlı’yı kastederek ‘‘Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” demişti.
Susurluk Kazası ile ortaya çıkan kirli ilişkiler ağı aslında bize birçok faili meçhul siyasi cinayetle ilgili olarak önemli ipuçları vermektedir. Susurluk’taki kazada araç içinde bulunan Sedat Bucak, Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı Türkiye’de işlenen cinayetlerde önemli rol oynamış kişilerdir. Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporunda ayrıntılı bir şekilde bu durum açıklanmıştır.
Abdullah Çatlı, 1984-1990 yılları arasında Fransa ve İsviçre’deki cezaevlerinde yatmış, 1990 yılında firar ettikten sonra Türkiye’deki faili meçhul cinayet sayısı, tüm zamanlarda işlenen cinayetlerden nerede ise daha fazla sayıda gerçekleşmiştir.
Cumhurbaşbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan olduğu dönemde bir yurt dışı gezisi öncesi 2006 yılında “… Derin devlet gelenek haline gelmiş, bu ifade Osmanlı’dan bu yana kullanılıyo . Kurumların içinde çeteleşmede diyebiliriz. Bu tür bir yapı var.” şeklinde değerlendirmesi ile devlet içindeki çeteleşmeyi açık bir şekilde açıklamıştır. Bu saptamaya karşın devlet içinde yer alan çetelerin ortaya çıkarılması için hiçbir çalışma yapılmamıştır.
Derin devlet kavramını, eski Cumhurbaşkanı S. Demirel “.. seçilmiş sistem zaafa düşerse, arkadaki sistem devreye girer. Derin devlet budur...” şeklinde açıklamalarıyla derin devleti meşrulaştırmıştır.
2 Temmuz 1993 tarihinde 33 aydınımız devlet güçlerinin kontrolü ve denetiminde bulunan kişiler tarafından, Sivas Madımak Oteli’nde diri diri yakılarak katledilmiştir. Bu davada sanık olarak yargılananların ve katliamın asıl sorumlularının cezalandırılması için uzun hukuki bir mücadele sürdürülmesine rağmen gerçek suçlular yargı önünü çıkarılmamıştır. Katliamı gerçek anlamda planlayanlar, devlet görevlileri gizli kalmıştır. Yakın bir tarihte de katliamda cezalandırılan bir sanık Cumhurbaşkanı’nın affı serbest bırakılmıştır.
12 Mart 1995, bu kez katliam yeri olarak, Alevi ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı İstanbul Gazi Mahallesi seçilmiştir. Alevilerin çoğunlukla gittiği 3 kahvehane gece yarısı “kimliği belirsiz” kişilerce otomatik silahlarla taranmış, kahvehane de oturan bir kişi ölmüş, 5’i ağır olmak üzere toplam 20 kişi yaralanmıştır. Olayları protesto eden halkın üzerine hedef gözetilerek ateş açılmış, olaylar ertesi gün Ümraniye ilçesine de sıçramıştır. Tüm bu olaylar sonucunda Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de 22 insanımız yaşamını yitirmiş, yüzlerce insanımız da ateşli silahlardan yaralanmıştır.
Uzun yıllar süren ve göstermelik olan açılan Gazi Davası yargılaması sonucunda, sanıkların büyük bir kısmı (18 polis) beraat ettirilmiş ve sadece 2 polise sembolik cezalar verilmiştir. Sanıklardan Adem Albayrak 4 kişiyi öldürmekten ayrı ayrı 24 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmasına rağmen mahkemenin uyguladığı “takdiri indirim”ler ile her bir cinayet için 1 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılmış, kısa bir süre cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edilmiştir. Katliamı planlayan devlet görevlileri hakkında yapılan suç duyuruları karşılıksız kalmış ve dönemin siyasal iktidarı yöneticileri hakkında tek bir soruşturma dahi açılmamıştır.
CHP tarafından hazırlanan 2011 seneli FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER raporunda; “... faili meçhul cinayet yoktur. Faili meçhul bırakılan cinayetler vardır saptaması yapılmıştır. Devletin görevi, bu cinayetlerin faillerini ortaya çıkarmaktır, cinayetlerin faillerini bulmayan devlet, cinayetin sorumluluğuna ortaktır.” demektedir.
TBMM Genel Kurulunda 2003-2011 yılları arasında faili meçhul siyasi cinayetlerle ilgili olarak Meclis Araştırma Grubu kurulması önergeleri verilmiş, önergelerin tamamı AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedilmiştir.
CHP, 6 Nisan 2006 tarihinde TBMM Genel Kuruluna “Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar olan süreçte işlenen ve faili meçhul bırakılan cinayetlerin neden, nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirildiğine dair” yeni bir araştırma önergesi vermiştir. Bu önerge, farklı tarihlerde, 5 kez verilmiş ve hepsinde de AKP milletvekillerin oyları ile reddedilmiştir.
90’lı yıllarda sıklıkla yaşanan gözaltında kayıplar, 1995 yılından itibaren aynı zamanda yeni bir direniş sürecini de başlatmıştır. CUMARTESİ ANNELERİ
Hasan Ocak, 21 Mart 1995 tarihinde Newroz günü gözaltına alındı ve siyasi polisler tarafından gözaltında işkence ile öldürüldü. İşkenceciler tarafından kimsesizler mezarlığına kayıt tutulmadan gömüldü. Hasan Ocak’ın avukatları, “Hasan Ocak’ın tanıklar tarafından son olarak İstanbul TEM Şb. Müdürlüğünde görüldüğünü” tespit etti. 17 Mayıs 1995 tarihinde aile ve avukatları Adli Tıp kayıtlarından Hasan’ı tespit etti. Otopsi raporunda işkence yapıldıktan sonra boğularak öldürüldüğü belirlendi. Hasan Ocak, 19 Mayıs 1995 tarihinde görkemli bir cenaze töreni ile Gazi Mahallesi mezarlığına gömüldü. Hasan Ocak, 12 Eylül’den sonra gözaltında işkence ile öldürülen yüzlerce devrimciden birisidir. Hasan’ın cansız bedeninin bulunması ile birlikte 27 Mayıs 1995 tarihinden sonra her cumartesi günü, saat 12.00’de “Kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın” talepli Cumartesi Anneleri eylemleri başlatılmıştır. Cumartesi Annelerinin eylemleri o tarihten bugüne aralıksız olarak sürmüş eylem sayı olarak 800. haftaya yaklaşmıştır. Eylemlerin yapıldığı meydanda, her hafta polis eylemin gerçekleşeceği yerde olağanüstü güvenlik tedbirleri almış ve ailelere karşı aşırı şiddet kullanmıştır. Tüm bunlara karşın aileler ve muhalif kurumlar ısrarlı bir şekilde eylemi gerçekleştirmiştir.
Örneklediğimiz diğer ülkeler gibi Türkiye tarihi de çok sayıda faili meçhul siyasi cinayetle doludur. Bugüne kadar Türkiye’de iktidarlar değişmesine rağmen devletin, siyasi cinayetlerdeki birincil rolü hiç değişmemiştir.
Bu nedenledir ki; “Faili meçhul” siyasi cinayetlerin büyük bir kısmı soruşturma ve yargılama konusu olmadan kapatılmıştır. Şeklen soruşturma yapılan ve dava açılanların neredeyse tamamında zamanaşımı ve beraat kararları verilerek CEZASIZLIK ile sonuçlanmıştır. Bu davalarda delillerin zamanında toplanmaması veya özellikle karartılması nedeni ile bir sonuç alınamamaktadır. Yargılamalar zamana yayılarak toplumun yavaş yavaş bu cinayetleri unutmasını sağlandıktan sonra dosyalar zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesi ile ortadan kaldırılmakta veya beraat kararları verilmektedir.
90’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetlerle anılan ve devletin varlığını uzun süre kabul etmediği Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Merkezi (JİTEM) 1988’den 2005’e kadar geçen sürede birçok faili meçhul cinayetlerden sorumlu tutulmaktadır. JİTEM eylemleri nedeni ile Ankara, Diyarbakır, Mardin ve Cizre’de ceza davaları açılmıştır.
Örneğin Ankara JİTEM davasında dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Eski Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin, Korkut Eken, Ayhan Çarkın vd. yargılandığı davalar açılmıştır. Sanıklar, “cürüm işlemek için oluşturulan silahlı teşekkülün faaliyeti kapsamında insan öldürmek” suçundan Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Davanın ilk duruşmasında eski MİT Güvenlik Daire Başkanı Mehmet Eymür kendisine verilen 29 kişilik infaz listesini mahkemeye sunmuştur. Tüm delillere, tanık beyanlarına, sanıklardan Ayhan Çarkın ve Mehmet Eymür’ün ifadeleri işlenen suçları açıkça ortaya koymasına rağmen dava, diğer benzer davalar gibi sanıkların beraati ile sonuçlanmıştır.
Yakın tarihimizin en önemli siyasi “faili meçhul” cinayetlerinden birisi olan Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi cinayeti açısından da durum benzerdir.
28 Kasım 2015’te Diyarbakır’da Dört Ayaklı Minare’nin önünde “Biz bu tarihi bölgede birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz” dedikten kısa bir süre sonra ensesinden vurularak öldürülen, hayatını barışa, insanlığın ortak değerlerini korumaya adamış değerli meslektaşımız Diyarbakır Baro Başkanı TAHİR ELÇİ cinayeti, onlarca kameranın ve herkesin gözü önünde işlenmiş olmasına rağmen failleri hala bilinçli bir şekilde ortaya çıkarılmamış/çıkartılmamıştır.
“Faili meçhul” adı verilen siyasi cinayetlerin büyük bir kısmında failin kimliği dahi açık olmasına rağmen cinayetlerin failleri, nedenleri ve arkasındaki güçler gizlenmeye devam ediyor. Tahir Elçi cinayeti bu durumun en yakın ve en çarpıcı örneğidir.
Beraat kararı verilmiş olsa da JİTEM’in varlığı ve işlenen suçlar artık sır değil.
1990’lı yıllarda ve sonrasında işlenen suçların ve gerçeklerin birgün mutlaka açığa çıkacağına inanıyoruz. İşlenen siyasal cinayetlerin failleri ortaya çıkarılmadıkça ve bunu üreten mekanizma ortadan kaldırılmadığı sürece demokrasi ve hukuk devleti iddialarının içi boş söylemler olmaktan öteye gitmeyeceğini özellikle belirtmemiz gerekir.
Devlet sırrı veya başka bir gerekçe ile siyasi cinayetlerin üstünü örten, işlenen siyasi cinayetlerin faillerini ve suçun arkasındaki güçleri ortaya çıkartmayan hiç bir siyasal iktidar demokrasi ve hukuk devleti kavramlarından bahsedemez.
Büyük şair Cemal Süreya “Üstü Kalsın” şiirinde söylediği gibi her ölüm erken, ama bu cinayetlerin geride bıraktığı yaralı yüreklerin acısı çok büyük ve hala açık.
“Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.”
Sayılarını henüz tam olarak bilemediğimiz, isimlerini burada anamadığımız bütün kayıplarımızı saygı ve sevgiyle anıyoruz.
Kaynakça
Orhan Gökdemir (Faili Meçhul Cinayetler Tarihi)
Nihat Ekinci (Faili Meçhul Cinayetler)
Hikmet Çetinkaya (Faili(m) Meçhul )
Fedai Erdoğ (TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu)
İHD Raporları
CHP Faili Meçhul Bırakılan Cinayetler 2011 Raporu
Robert Mantran (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)