Hukuk Felsefesi: Mülteci Krizini Arendt’le Düşünmek

Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’ne ilişkin ünlü eleştirisinde Edmund Burke, bu hakların yalnızca bir soyutlama olduğunu ve ancak vatandaşlıktan kaynaklanan hakların var olabileceğini savunur.1 Hannah Arendt’in bu görüşle sıkça yan yana tartışılan insan haklarına eleştirisi ise Beyanname’den beri insan olarak doğmakla kazanıldığı varsayılan insan haklarının, devletsizler tarafından kullanılamadığını tespit ettiği noktada başlamıştır. Yazarın temel tezi, insan hakları özneliği için vatandaşlığın bir ön koşul olduğudur.

Bugün insan haklarının vatandaşlık olmaksızın mevcut ya da kullanılabilir olmadığı tezini Arendt’in ortaya attığı dönemle aynı kesinlikle savunmak ilk bakışta zor görünür. En başta 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ile 1967 tarihli Ek Protokolü’nden kaynaklanan bir mülteci hukukunun yanında ‘insan olmakla öznesi olunan’ bir insan hakları hukuku da uzunca süredir mevcut. Buna rağmen örneğin Festus Okey davası, devletlerin yalnızca vatandaşları değil egemenlik alanlarındaki herkes için yaşam hakkını koruma sorumluluğu olduğu ve bu hakkın evrensel olarak korunacağı iddiasını tekrar tekrar sınamaktadır. Dahası mevzuatın veya uluslararası hukukun adlandırması ne olursa olsun, silahlı çatışmalar sebebiyle ülkelerini terk eden “yabancılar”ın yaşadığı haklara erişim hatta hak süjeliği problemi, son aylarda Avrupa ile Türkiye arasında yaşanan ülteci2 geriliminin de gösterdiği üzere ne kaynağı yalnızca maddi hukukta aranacak bir statü ya da hak kataloğu sorunudur ne de tek mesele geri kabul anlaşmasının uygulanmasıdır. Karşılıklı resmi açıklamaların ve uygulamaların hemen ardından mültecilerin yaşadığı ikili bir sıkışma söz konusu: İlki, iki ülkenin sınırları arasında yaşanılan sıkışma -ki bu insanların haklarının hâlâ egemenin iki dudağı arasında olduğunu somut olarak gösterir- ikincisi ise (birçok başka “öteki” grupla beraber) hak özneliği anlamında da 1945 öncesinin katı hukuki pozitivist döneminde sıkışmışlıkları… Mültecilerin haklara erişim probleminin bir boyutunun maddi hukuk olduğu doğruysa da bahsedilen kriz hak kuramı boyutuyla tartışıldığında, her göç dalgasında nükseden sorunun daha köklü bir kaynağı olduğu da ortaya çıkmaktadır.

***

Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 24-25. sayısında okuyabilirsiniz.

print