Hukuk ve Sanat : “Savcı Bey” Atilla Hekimoğlu ile Kahve Sohbeti

Yargı mekanizmasının giderek işlevsizleştiği bir dönemde etik değerlere, evrensel hukuk ilkelerine sahip çıkmaya devam eden çok kıymetli hukukçulardan biriyle beraberiz bu sayımızda… İsmet Atilla Hekimoğlu, savcılıkla başlayıp, hakimlik ve avukatlıkla devam eden 50 yıllık meslek hayatında adalete olan inancı ile mücadeleyi hiç bırakmamış bir hukuk üstadı… Yıllardır meslekte yaşadığı anılarını, anı-roman tarzında en gerçek hâliyle yansıtmaya karar verince ortaya “Savcı Bey” adlı sıcak ve samimi dille yazılmış güzel bir kitap ortaya çıkmış. Atilla Bey’le hem kitabını hem de o dönemi konuştuğumuz söyleşimizi okurlarımızla paylaşıyoruz. Keyifli okumalar dileriz.

 

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1948 yılında Hopa’da dünyaya geldim, babamın memuriyeti nedeniyle okul yıllarımda Gümüşhane, Trabzon, Zonguldak Çaycuma ve Karabük gibi çeşitli şehirlerde okudum. 1965 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinde yükseköğrenime başladım. Ailemin maddi durumu zayıf olduğundan hem okuyup hem çalışmak zorunda kaldım. İstanbul liselerinde edebiyat ve coğrafya derslerinde vekil öğretmenlik ve maliyede memurluk yaparak tahsilimi tamamladım. 1971 yılında mezun oldum, askerlik dönüşü 1974 yılında hâkimlik sınavına girip kazandım ve 1975 yılında Şavşat Cumhuriyet Savcısı olarak tayin olmamla meslek hayatıma başladım. 12 yılım Şavşat, Oğuzeli ve Karabük’te savcılık görevinde geçtikten sonra Yargıtay tetkik hâkimliği günlerim başladı. 1989 yılında İstanbul’a hâkim olarak tayin olunca, sulh ceza, asliye ceza ve ağır ceza hâkimliklerinde görev yaptım. 2008 yılında ağır ceza hâkimliğinden emekli olarak avukatlık mesleğine geçiş yaptım. Hâlen avukat olan oğlum ve gelinimle birlikte çalışmaya devam ediyorum.

Kitabınızda ilk atama yeriniz Şavşat’ta başlayan meslek hayatınızın Oğuzeli ve Karabük duraklarında devam eden hikâyesini okuyoruz. Sizi bu anılarınızı yazmaya iten, bu anılarımı yazmalıyım dedirten neydi?

Cumhuriyet savcısı olarak başlayıp, hâkimlik ile devam eden meslek hayatım, bana bu meslekte birçok birikim sağladı. Özellikle mesleki açıdan olgunlaştım, hayat da bizi bir parça olgunlaştırdı. Mükemmel bir hâkim olduğumu söyleyemem, her insan gibi benim de zafiyetlerim muhakkak ki olmuştur. Ama elinden geldiğince hata yapmadan, görevimi mükemmele yakın bir şekilde yapmaya özen gösterdim. Bu birikimlerimi yeni kuşaklara aktarmayı öteden beri düşünüyordum. Bu işe, Cumhuriyet savcılığında geçen 12 yılımı kitaplaştırarak başladım ve “Savcı Bey” adı altında anı-roman tarzında en gerçek hâliyle yansıtmaya çalıştım. Amacın genç kuşaklara özellikle 1970- 1980’li yıllardaki yargı sistemini göz önüne sermek, bugünkü durumla farklılığını ortaya koymaktı. Bunu yaparken de anıları yorum yapmadan vermeye çalıştım, yorumu okuyucuya bıraktım.

Kitabınızın edebi olarak anılar biçiminde yazıldığı için akıcı olduğu hemen söylenebilecek ise de teknik olarak da başarılı olduğunu düşünüyorum. Anıları seçme, anılarınızda yer alan karakterleri betimleme ve ayrıntıları verme biçiminizde edebi bir olgunluk olduğundan bahsediyorum. Anılarınızı kitap olarak çıkarırken nasıl bir çalışma içinde oldunuz? Biraz yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Edebi olarak beslendiğiniz kaynaklar var mıdır?

Lise yıllarımda edebiyatı çok severdim, özellikle divan edebiyatına meftundum. Edebi olarak beslendiğim belli bir kaynak söyleyemesem de, asıl kaynak okuduklarımın bende bıraktığı izlerdir diye düşünüyorum.

Kitap yazmak da yılların içinde biriken deneyimleri gençlerle paylaşmak için hep arzuladığım bir şeydi. Kitap yazmaya karar verdikten sonra, anıları düşünmeye başladım, hatırladığım her şeyi küçük kâğıtlara not alıyordum, sonra onları müsvedde olarak yazdığım bir deftere geçiyordum. Bu süreç yaklaşık 3-4 senenin çalışmasıdır. Sonra bu müsveddeleri oğluma, gelinime, sekreterime dikte ettirerek kitap hâline getirdim. Ama hatırlayamadığım kim bilir daha neler vardır. Bence bir kişiye verilen en büyük hediye hafıza ve zekadır. Karabük Demir-Çelik Lisesinde okuduğum yıllarda lisedeki edebiyat öğretmenimiz Nihat Memik vardı. Kendisi çok iyi bir edebiyatçıydı ve inanılmaz bir hafızası vardı. Okul sonrası 1968-69 yıllarında bir defa otobüste karşılaşıp iki çift laf etmiştik. Yıllar sonra sanırım 2011-2012 senelerinde, kendisiyle bir pilav gününde karşılaşmıştık. Bu kadar az karşılaşmamız olmasına rağmen, 90 yaşlarında olan Nihat Hocamızın beni görür görmez “ooo Atilla nasılsın” diyerek beni hatırlaması çok şaşırtmıştı. Hatta bununla da kalmayıp bana “Sen Fuzuli’nin Şikâyetnâmesini ezbere okurdun.” demez mi? Nihat Hocamdaki gibi bir hafızam olsaydı, kitabımın içeriği daha zengin olabilirdi. Savcılık dönemim de epey gerilerde kaldığı için hatırlayabildiklerimi aktardım, ama sosyolojik olarak, psikolojik olarak önem taşıyacak nitelikte kim bilir daha ne anılar vardı.

Kitabınızdaki anılarınızın arka planında 1980 darbesini de kapsayan bir siyasi dönemi ve bu siyasal iklimin toplum nezdinde yarattığı sonuçları da görüyoruz. Sağ-sol çatışması nedeniyle önünüze gelen dosyalardan, ensest bir tecavüz nedeniyle hamile kalan kızın yine ailesi tarafından öldürülmesine dair bir olaya kadar önünüze gelen tüm bu dosyalar, aslında bir yandan da Türkiye panoraması. Bu anlamıyla deneyimlerinizden yola çıkarak, bugün Türkiye’deki suç tiplerinin arttığını veya suçların vahşileştiğini düşünüyor musunuz? Sizce bunda cezasızlığın ve savcıların ya da bir bütün olarak yargı mekanizmasının yeri nedir?

Muhakkak ki Türkiye’nin eski yıllarında yani benim mesleğe başladığım ilk yıllarda da çok iğrenç, çok irrite edici, toplumu geren suçlar vardı; ama bugün bunlar çok daha yaygın bir hâl aldı. Aslında suç ve suçluyu inceleyen akademisyenler sanıyorum şu konuda hemfikirdirler; suç ve suçlu aslında o toplumun bir olgusu, o toplumun içinden çıkıyor. Hangi suçluyu kazısanız altından insan çıkar. Bu yönüyle bakarsanız, insanlar doğduklarında suçlu değillerdir, yaşadıkları toplum onlara şekil vermiştir. Yani onların suçlu veya suçsuz bir yaşam sürdürmeleri, iyi veya kötü insan olmaları, düzgün veya dolandırıcı olmaları, bunları belirleyen, içinde yaşadıkları toplumdur. O toplumdan aldıkları eğitimle kendi karakterleri yön bulur. Zaten bütün meslek hayatımda şunu hiçbir zaman unutmadım, her suçun altında toplumun müterafik kusuru vardır. Çünkü o kişinin yetişmesinde toplumun, yani toplumu organize eden devletin kusuru olmasa, bu suçlar ya işlenmez yahut da asgariye inerdi. Mesela bir örnek olarak, kitabımda da bahsettiğim, Şavşat’taki iki kardeşin hikâyesini verebilirim. Şavşat’ta anne ve babasını kaybetmiş 11 ve 16 yaşlarında öksüz ve yetim iki kardeş, bir gece bakkalın camını kırıp bisküvi çalıp karınlarını doyurdukları için hırsızlık suçundan yakalanmışlardı. Şimdi anne-baba yok, hamallık yaparak, onun bunun işini görerek geçimlerini sağlıyorlar, ortalıkta kalmışlar. Devlet bunlara sahip çıkmadığı için, yaşam mücadelesini ve açlık içgüdüsünü bastırabilmek için bir şeyler çalıyorlar. Devletin burada çok ağır kusuru var. Nitekim o hâkim arkadaşımın da karar verirken gözleri dolmuştu ve “Sen niye utanıyorsun oğlum, seni bu koşullarda sokaklarda bırakan devlet utansın.” demişti, hatta bu yüzden o hâkim arkadaşımız da soruşturma geçirmişti. Ama evet devlet utanmalı, o her şeyden önce bir çocuk. Kaldı ki yetişkin de olsalar, hâkimler savcılar olarak değerlendirme yaparken devletin müterafik kusurunu yine de gözetmek durumundayız. Victor Hugo’nun Jean Valjean veyahut Dostoyevski’nin Raskolnikov karakterleri birer suçlu tipi olarak görünüyorlar ama onların yetişme tarzını ele alarak, o toplumun müterafik kusuru nedir ona bakmak lazım… Yargı sistemi içinde yer alan kişilerin suç ve suçluya bakış açılarını değiştirmedikleri sürece mesafe alamayız. Bunu şunun için söylüyorum: Sadece ilkel toplumlardaki gibi, devlet suç işleyenden intikam almak için ceza veriyorsa, bu hiçbir zaman doğru bir tutum değildir. Modern toplumlarda cezalandırmadan beklenen amaç nedir, o kişiyi eğitmek ve bir daha suç işlemeyecek hâle getirmek… İşte devlet ve toplum bunu yapabiliyorsa, o toplum modern bir toplumdur diyebiliriz. Ben meslek hayatım boyunca konuya bu yönüyle baktım.

Günümüz Türkiye’sinde de bakış açısını değiştirmeyen, tamamen göz ardı eden bir yargı sistemi var. Her suçlu aslında bir insandır, ona öyle bakmak lazım ve onun suç işlemesindeki gerçek nedenleri ortaya koymak lazım. Sadece ceza vermekle hiçbir şeyi halledemeyiz.  Elbette suç hiçbir zaman sıfıra inmez ama önemli olan en aza indirebilmektir. Bunun yolu da önce eğitimden sonra da ekonomiden geçer. Bunları sağlamadıktan sonra suç ve suçlu her zaman toplumda ön planda yerini alacaktır diye düşünüyorum.

Göreve başladığınız yılların Türkiye’sinde, en ücra köşelerde karşılaştığınız insanların arasında, cehalet ve geri kalmışlığın yanında, o dönemin zorlu şartlarına rağmen, kendilerini yetiştiren, eğitime, okumaya önem veren pek çok aydın kişiler de olduğunu görüyoruz. Özellikle köy enstitüsü eğitiminden geçmiş olan bu kişiler, doğdukları memleketlerine geri dönerek kendi yörelerine katkıda bulunmayı seçmişler, kendi memleketlerini kalkındırmaya çalışmışlar. Günümüzde benzer yaştaki gençlerin, ilk fırsatta yurt dışına gitme hayalleri kurduklarını düşünürsek, siz bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?

1970-80’li yıllar Türkiye’nin mağduriyet yıllarıydı. Nitekim o yıllardaki adliyelerin ahırdan bozma yapılar olduğunu söylemek de abartı olmaz. Karabük’te geçici görevle gittiğim adliye, gerçek bir ahırdan bozmaydı. Ulaşım imkanları çok zordu. İki arabanın geçemeyeceği yollardan Şavşat’a ev eşyalarımı ne zorlukla taşıdığımı hatırlıyorum. Ama tüm bu olanaksızlıklara rağmen hukuk çok daha isabetli bir yolda ilerliyordu. Şimdi pek çok olanaklara kavuşmuş olduğumuz düşünülebilir, ancak bununla orantılı biçimde ileri gitmesi gereken yargı sistemi maalesef çok çok geriye düşmüştür. O yıllarda yapılan istatistikler yargıya olan güveni en üst seviyede gösterirken iken, çok yakın bir zamanda yapılan istatistiklerde, toplumun yargıya güveninin %2,5 seviyesine düştüğünü duydum ve bundan büyük utanç duydum.

Yine o yıllarda mahrumiyet bölgelerinde olmalarına rağmen insanların asgari ölçülerde eğitimli ve kültürlü olduklarını müşahede ettim. Toplumsal ilişkiler daha sağlıklıydı, insan ilişkilerindeki olgunluk ve eğitimin yaygın oluşu beni çok duygulandırırdı. Şavşat bölgesinde hemen hemen okuma yazma bilmeyen yok gibiydi. Erkekler genellikle öğretmen, kızlar ise ebe, hemşire olmak için asgari ölçülerde eğitim alırlardı. Tabiat koşulları da başka çıkış imkanlarına el vermiyordu. O mahrumiyet koşullarında geçirdiğim yılları hayatımın en güzel yılları olarak anıyorum, çok güzel insanlar tanıdım oralarda. Kitabımda epey uzun bahsettiğim zabıt kâtibi İsmail Hakkı Bey, böyle bir insandı mesela. Ankara’da bakanlıklarda mevki sahibi bir devlet memuru olabilecek iken memleketine dönmüş biriydi. Kendini her konuda çok iyi yetiştirmişti. Mesleğimin ilk yıllarında, onun tecrübeleri bana çok yol gösterici olmuştur.

Bugün yurt dışına gitmeyi seçen gençleri suçlayamıyorum. Evet eğitim seviyesi ve eğitim olanakları eski yıllara nazaran oldukça yüksek, üniversite eğitimini tamamlayan çok sayıda genç var ama bunun karşılığını toplumda göremiyorlar, iş imkânı bulamıyorlar, dolayısıyla kendilerini yurt dışına atarak hayatlarını orada sürdürmeye çalışıyorlar. Bu yönüyle baktığımızda politikacıların, yöneticilerin ülkeye fazla katkıda bulunmadıkları ortaya çıkıyor. Çocukları eğitiyoruz ama karşılığında iş imkânı yaratamadığımız noktada, bunun sıkıntıları sosyal boyutlarda çok daha fazla oluyor. O yüzden gençleri hiç yadırgamıyorum. Yurt dışında bilimsel ve akademik anlamda gençlere sağlanan imkânlar daha fazla. Eğer bir çalışma üretiyorsan, devlet öğrencilere maddi destek bile veriyor. Oysa Türkiye’de böyle şeylerin önü açık değil. Biraz çaresizlikten gidiyorlar gibi. Maalesef ülkemiz, toplumumuzdaki eğitim ve kültür düzeyinin artmasına paralel bir politik olgunluk geliştirememiştir. Bunu da izlemekten üzüntü duyuyorum.

Kitabınızda Karabük’te görev yaptığınız dönem yaşadığınız bir olayın adalete olan inancınızı ciddi bir şekilde sarstığından bahsediyorsunuz. 1980 darbesinin ardından kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde, hakkında hiçbir delil olmadığı hâlde 3 yıl tutuklu kalan 18 yaşındaki bir genç kızın 3 yılın sonunda Yargıtay Ceza Genel Kurulundan beraat etmesi sizi çok etkilemiş. Ülkemizde bu şekilde hayatı karartılan çok insan var maalesef. Bu olaylar karşısında adalete olan inancınızı korumayı nasıl başardınız?

İşte çöküşün başladığı o zamandan belliydi. 80 dönemi Türkiye için önemli bir kırılma noktasıdır. Ondan sonra da gelen iktidarlar, gerek Özal dönemi olsun, gerek koalisyonlar dönem olsun, gerekse son 20 küsur yıldır başımızda olan iktidar dönemi olsun geri adım atma konusunda adeta birbirleriyle yarıştılar. Sıkıyönetim mahkemeleri kuruluyor, başına da kendilerinin beceremeyeceklerini düşündükleri için sivil hâkimleri getiriyorlar, ama bunların yanında yöresinde hep albay-yarbay hâkimler var o başkanların. En olumsuz kafa yapısına sahip olan meslektaşlarımızı o mahkemelerin başına getirdiler. Bunlardan biri de bahsettiğiniz olayın geçtiği yer olan Gölcük Donanma Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin başındaki kişiydi. 18 yaşındaki kızın yargılaması o mahkemede yapıldı. Kızın abisi o dönemin solcularındanmış, yurt dışına gitmiş. Onu yakalayamamışlar, kız kardeşini alıp getirmişler. Kız da demir-çelikte memuriyet işine yeni girmiş. Evde bir Vedat Türkali romanı bulmuşlar, bir de 5-6 sayfalık demir-çelik işçilerinin ekonomik durumunu inceleyen bir değerlendirme raporu. Bunların hiçbiri kıza ait değil. Ben takipsizlik kararı verdim, çünkü delil falan yok ortada. Ancak birileri konuyu takip etmiş, askeri savcılığa bilgi vermiş, askeri savcılık dosyayı bizden istedi, inceledi ve davayı açtı. Baba-kız yanıma geldiler, akıl danıştılar, tutuklanır mı diye sorduklarında ben hiç ihtimal vermediğimi, zaten delilin olmadığını söyledim. Fakat maalesef düşündüğümüz gibi olmadı, baba Gölcük’ten Karabük’e yalnız döndü, bunları da bana ertesi gün iki gözü iki çeşme anlattı, genç kız memuriyetinden derhal ihraç edildi ve 2,5 sene tutuklu kaldı. Yargıtay kararı bozdu ve bozarak tahliye kararı da verdi. Gene bana geldiler, tutuklanır mı endişesiyle. Bu kez de “Yok canım olur mu öyle şey, Yargıtay bozarak tahliye etmiş.” demişsem de iş yine öyle olmadı; eski kararda direnme veren mahkeme kızı yine tutukladı, bir 6 ay da öyle geçti. Yargıtay Ceza Genel kurulu tabii ki kararı yine bozdu, ama kızcağızın tüm hayatı mahvoldu.

Bunları görünce hâliyle olumsuz düşüncelere kapılıyorsunuz; ama yılmamak lazım, mücadele etmek lazım. Gene buna benzer bir şey 70’li yıllarda başıma gelmişti. Demir-çelik işletmeleri bünyesinde milyonluk bir yolsuzluk olayı ile ilgili soruşturma başlatmıştım. 3 sene boyunca devletin Demir-çelik işletmelerini adeta soymuşlar. Bu işin başındakilerin, ihale verilen firmanın başındaki kişi ve Demir-çelik’in kendi içindeki 3 müdür olduğunu tespit ettim ve ifadelerini alıp tutuklanmaları için sevk ettim. 4 kişi tutuklandı ve kıyamet koptu. Hemen ertesi gün beni müsteşar bey aradı, benden bilgi aldı. Ben de gereğini yaptığımı anlatırken, müsteşar benden hâkimle görüşüp tahliye etmelerini istemez mi? Ben bunu yapamayacağımı söyledim,  telefonu alı al moru mor şekilde kapatmışım ki etrafımdakiler bana ne olduğunu sordular hemen. Velhasıl müsteşar bey hâkime bir şekilde ulaşmış, gereken talimatlar verilmiş ve alelacele hazırlanan bir tensiple bir hafta sonraya duruşma günü verilip ve hepsi tahliye edilmişti.

İşte bu gibi şeyler tabi ki adalet inancımızı zedeliyor, ama ben açıkçası içinde kalarak mücadele etmenin daha etkili olacağını düşündüm. Yel değirmenlerine karşı Don Kişot gibi savaştık, bugünlere kadar geldik. Bu sorunları yaratan kendi içimizden de değil, bize dışardan monte ediliyor, kendi kendimizi idare eder hâle gelmediğimiz sürece, bağımsız bir ülke olmadığımız sürece de bu değişmez diye düşünüyorum. Gençliğe dinamizmini kaybettirdiler, ben bugünleri göreceğimizi hiç düşünmezdim ama maalesef çok daha kötü bir duruma getirdiler ülkemizi.

Okuduğumuz kitap savcılık yıllarınıza ait anılardan oluşuyor. Bildiğimiz kadarıyla mesleğin ilerleyen yıllarında hâkimlik yaptınız ve hâlen avukatlık mesleğini icra etmektesiniz. Bu yıllara ait anılarınızı da yayımlamayı düşünüyor musunuz?

Ben 1987-2008 yılları arasında hâkimlik yaptım. Hâkimlik dönemim daha yakın olduğu için anıları toplamakta o kadar zorlanacağımı sanmıyorum. Yakında bu kitapla ilgili çalışmalara da başlayacağım, üstelik bu sefer, ilk kitabın yazılma sürecindeki acemilikleri de yapmayacağımı, daha hızlı yol alacağımı da düşünüyorum.

Size bu keyifli sohbetiniz için çok teşekkür ederiz. Yeni kitabınızın röportajında yine buluşmak dileğiyle…

print