Söyleşi: Bilge Umar Hoca’ya Sorular (13.8.2017)

Bilgiye, bilime ve tarihe olan tutkusunu asla kaybetmeyen, yeni nesil hukukçulara her zaman örnek olacak bir akademik hayata sahip olan Bilge Umar hocayla, yayın kurulu üyemiz oğlu Afşin Burak Umar’ın yapmış olduğu ve herkesi düşünmeye yöneltecek bu hoş söyleşiyi okuyucularımızla paylaşıyoruz.

 

Hukuk Defterleri: Bilge hocam akademik hayatınıza lisans eğitimini tamamlamış olduğunuz 1958 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başında Prof. Dr. İlhan Postacıoğlu’nun bulunduğu Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku kürsüsünde asistan olarak başladınız. Bilim insanı olmanız yolunda belki de ilk adım olan lisans eğitiminiz hakkında ilk soruyu sorarak başlamak isteriz. O dönem alınan hukuk eğitimi ve şu anda verilen hukuk eğitimini karşılaştırırsanız neler söylemek isterseniz?

Bilge Umar: Doğaldır ki 1958 dolaylarında Türkiye’de var olan iki hukuk fakültesinde yani en eskisi olan İstanbul Hukuk Fakültesi ile daha sonra açılan Ankara Hukuk Fakültesi’nde verilen hukuk öğretimi, her yönden, o dönem Türkiye’sindeki yöneticilerin, dolayısıyla Üniversite yöneticilerinin kabulündeki değer yargılarına ve ideolojik tercihlere uygundu; hatta bu uygunluğun dozu, derecesi, günümüzdeki uygunluk derecesine çok baskındı çünkü 1958 dolaylarında henüz üniversitelerin yönetimsel ve bilimsel özerkliği diye bir şey yoktu. Daha açık söyleyişle, DP döneminin merkeziyetçi zihniyeti, CHP’nin tek parti olarak ülkede egemenlik yürüttüğü dönemde yeğlediği uygulamaları aşağı yukarı aynen yürütüyordu. Hukuk öğretiminde insan haklarına, sosyal adalete, hukuk devleti ilkesine saygı bilincini geliştirmek amacı pek önemsenmiyor ve devletin korunması, kollanması amacının benimsetilmesi öncelikli sayılıyordu. Bugün, hukuk fakültelerimiz pek çoğaldı ama, her birinin aslında olması gereken düzeyde olduğu asla söylenemez, hele verilmekte olan eğitimin hem de bütün hukuk fakültelerinde, olması gereken içerikte ve düzeyde bulunduğu hiç söylenemez.

H.D.: Doçentliğe hak kazandığınız İstanbul Üniversitesi’ndeki yıllarınızdan sonra askerlik görevinizi yaptınız ve akabinde İzmir’den gelen önerileri değerlendirerek 1969 yılında Ege Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nin Hukuk Kürsüsünde ders vermeye başladınız. Daha sonra Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Medeni Usul Hukuku kürsüsü ve farklı anabilim dallarında ders vermeye devam ettiniz. Profesörlüğe yükseldiğiniz bu Üniversitede farklı fakültelerde olmak üzere birçok idari görevde de bulundunuz. Duayen bir eğitimci ve iyi bir idareci olmanızın yanında, sizi tanıyanlar ve anlatanlar şiir, tarih, arkeoloji ve sanatla uğraşan bir bilim insanından bahsediyorlar. Yayınladığınız birçok kitap da buna tanıklık ediyor. Şiire, tarihe, arkeolojiye ve sanata ilginiz nasıl başladı? Bu merakınızın bilim insanı olabilmenizde nasıl katkıları oldu?

B.U.: Şiir ve sanat ile uğraşmam ancak “eser miktarda” olabilmiştir; çünkü özellikle akademik meslekte yetişme döneminde birinci öncelikle hukuk üzerine bilgimi derinleştirmek zorundaydım; diğer yandan, tarih ve onunla bağlantılı alanlar hakkında bilgi edinmeye inanılmaz bir tutkuyla düşkünlüğüm, ilkokul yıllarımdan beri, olagelmiştir ve bu yüzden hukuk çalışmalarına ayırmam gereken zamanın dahi bir haylisini söz konusu tutku uğruna harcadım. Bu konuda bir tek örnek vermem yeterli olacak; Ben Yunanca bilgimi bu dilden çeviri dahi yapabilecek düzeye yükseltme çabasına 70’li yaşlar içindeyken giriştim. Çünkü yalnız Türkiye’nin Türkleşmesi tarihine değil dünya tarihine dahi yön veren bir savaş, 1071 Malazgirt savaşı hakkında o savaşa tanık olmuş Türklerden bir tekinin bile tek satır yazı yazmış, yayınlamamış olduğunu ama Bizanslılarda (eski Hellenlerden, Herodotos ustadan beri var olagelmiş tarihçilik geleneği nedeniyle) onların tarih yapıtlarında Malazgirt savaşı konusunda çok ayrıntılı bilgi verildiğini ve o arada yurttaşımız Antalyalı Mikhael’in Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in yanında ordunun en yüksek rütbeli askerî yargıcı sıfatıyla, bu savaşla sonuçlanan sefere başından sonuna kadar katıldığını ve sonradan yazdığı İstoria yani Tarih adlı kitapta savaşın anlatımına 50 sayfadan fazla yer verdiğini görünce, özellikle o kitabı Türkçeye kazandırmak için Yunanca bilgimi bu işi yapabilecek düzeye getirmeye azmettim ve getirdim. Kitabı çevirdim, yayınlattım. Daha önce, hukuk dalında iyi bir akademisyen olmak için İsviçre’de yayınlanmış hukuk kitaplarını okuyabilmek yani Almanca ve Fransızca bilmek vazgeçilmez koşul olduğundan, bu dilleri de çeviri yapacak derecede öğrenmiştim; İngilizceyi ise, ilk mezunlarından olduğum İzmir Türk Koleji’ndeki öğrenim yıllarında haftada 18 saat İngilizce dersi görerek İngiliz, daha doğrusu İskoç öğretmenlerimden öğrenmiştim. Bu dillerdeki bilgimi, sözünü ettiğim dillerde yayınlanmış tarih kitaplarını okumak, Türkçeye çevirmek için de değerlendirdim. İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunancadan Türkçeye çevirip yayınlattığım tarih kitaplarının sayısı 19’dur. Çeviri olmayan kitap yayınlarım ise 43 tanedir, bunlardan yalnız 12’si hukukla ilgilidir, diğerlerinin hemen hemen hepsi tarih, tarihsel adlar, tarihsel kalıntılar vb. ile ilgilidir.

H.D.: 1980 Darbesi sonrasında İhsan Doğramacı başkanlığında yapılandırılan YÖK ile birlikte oluşturulan yeni üniversite düzenine karşı tepki duyarak emekliliğinizi istediniz. Bildiğiniz üzere, Türkiye’nin bu döneminde de yükseköğretim kurumları üzerinde iktidar ve düzen tarafından baskılar devam ediyor. O dönem üniversitelere yapılan müdahaleye karşı tepki duyan bir bilim insanı olarak, bu dönemi nasıl değerlendirirsiniz?

B.U.: Kısaca şunu söyleyeyim; şimdiki dönemde baskı artık zulüm ve rezillik derecesine çıkmıştır. Ben 81 yaşımı tamamladım; zulmün ve her yönden rezilliğin bu düzeye çıktığı bir dönem görmedim. Bunu yapanlara hitabım, Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’deki hitabı gibi olacak: “Ne mümkün zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet? Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten”; yani, uğraş da insanlıktan idraki kaldır bakalım becerebileceksen; işte ancak onu becerebilirsen özgürlüğü yok edebilirsin, bilesin!

H.D.: Emekliliğe ayrıldığınız dönemde belirli bir süre avukatlık mesleğini de icra ettiniz. Hukukun hem teorik hem de pratik/uygulama alanında çalışmalarını yürütmüş biri olarak Türkiye’de hukukun gelişimini nasıl değerlendirirsiniz?

B.U.: Türkiye’nin gördüğü en büyük hukukçulardan biri olan Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun yapıtlarında vurgulandığı üzere, her dönemde ve her toplumda hukuk, oradaki toplumsal-ekonomik düzenin aynasıdır; onu yansıtır ve onu korumak, berkitmek amacını güder; bir devrim yahut karşı devrim gerçekleştiğinde bunun yansımaları hemen hukuk düzenlemesinde kendini gösterir. Dolayısıyla, ülkemizdeki toplumsal-ekonomik düzenin sefaleti de kaçınılmaz olarak hukuka yansıyacak idi ve yansımıştır.

 

 

H.D.: Dönemin ve geleceğin hukukçularına ve üniversitelerde hukuk alanında çalışma yapmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?

B.U.: Önce, geleceğin toplumsal düzeni konusunda öngörüm nedir, buna kısaca değineyim. Ne demiş diyalektiğin babası, yurttaşımız Herakleitos usta: “Her şey akar gider, aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” (çünkü ırmağa ikinci kez girdiğinde seni yıkayan su aynı su değildir, demek ki ırmak da aynı ırmak değildir). Öyleyse şimdiki rezillik ve zulüm düzeni de ebed-müddet olamaz; insan aklı elbette ki aklın kabul etmediği rezillikleri, zulmü yeryüzünden silecektir.  Bunu vurguladıktan sonra, geçelim sonunuzun asıl konusuna yani gerek toplumsal düzenin değişmesine katkıda bulunabilmek için gerek iyi bir hukukçu olabilmek, Üniversitelerde hukuk alanında başarılı çalışmalar yürütebilmek için gençlerin ne yapması gerekir sorununa.

Ben bu sorunla, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirip hemen aynı Fakültede Medenî Usul Ve İcra-İflâs Hukuku Kürsüsüne asistan olarak atanınca karşılaştım ve gördüm ki o günkü aşamada başlıca işim, kendi kendimi öğretim üyeliği doğrultusunda yetiştirmek olacaktır; bu iş, hem yoğun hem de çok yönlü bir çalışma gerektirmektedir. Önce; kendi dalımda ve yakın hukuk dallarında, sıradan bir Hukuk Fakültesi öğrencisinin edindiği bilginin çok daha üstünde bilgi edinmem gerekiyordu. Sözünü ettiğim hukuk dallarıyla ilgili yasalarımız İsviçre’den alındığı ve o yasaların orada uygulanan asılları üzerine orada pek çok kitap yazıldığı, mahkeme kararı yayınlandığı için, bunları okumama olanak verecek bir iki yabancı dil öğrenmeliydim. İzmir Özel Türk Koleji’nde İngilizce dersi görmekle bu dili öğrenmiştim ama hukukta akademisyen olarak yetişmek için bu dil işime yaramıyordu. Hırsla Almanca ve Fransızca çalışmağa başladım. Nasıl mı, onun anlatılması uzun sürer, onun için nasıl’ı atlayacağım. Diğer yandan, bir Hukuk Profesörünün ıkınıp sıkınmadan, düzgün ve akıcı, üstelik kolay anlaşılır biçimde, daha da üstelik dinleyicinin bıkmadan, dikkati dağılmadan uzunca süre dinleyebileceği biçimde konuşması, yazması gerekir. Bu ise, çok derin bir Türkçe bilgisiyle sağlanabilir ki böylesine derin Türkçe bilgisi ancak pek çok okumakla elde edilebilir. Yani, hukuk dışı konularda da okumaktan geri duramazdım.

İşte bu teşhislerin gereğini yerine getirmekle başarılı bir akademisyen olabildim; gençlere öğüdüm de bu yolda davranmalarıdır.

print