O İstanbul Barosu’nun yaşça en büyüğü; ama (taşıdığı yaşam sevinci, meslek heyecanı ve -hızından hiçbir şey kaybetmeyen- araştırmacı kişiliği ile) yüreği en genç üyelerinden… O bir Cumhuriyet çocuğu… O yaptığı çalışmalarla Baro’nun ve mesleğin tarihine ışık tutmuş, yön vermiş, gerek İstanbul Barosu, gerekse TBB yönetimlerinde üstlendiği görevler ve yaptığı araştırmalar/çalışmalarla mesleğe katkı sunmuş, ilerlemiş yaşına rağmen, halen de (İstanbul Barosu’nun Tarih Komisyonu’nda) sunmaya devam etmekte olan bir hukuk çınarı…
Dergimizin Danışma Kurulu üyesi Avukat Cem Alptekin’in, Avukat Osman Kuntman’la gerçekleştirdiği röportajı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Av. Cem Alptekin: Sayın Kuntman isterseniz birbirini tamamlayan kısa sorularla başlayalım. Mesleğe kaç yılında, hangi şartlar altında, nerede başladınız? Ne gibi zorluklar yaşadınız? Dünyaya bir kere daha gelseniz yine bu mesleği seçer miydiniz?
Av. Osman Kuntman: 1943-1944 ders yılı sonunda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1947 yılında, Çanakkale ilinde sağlık müdürlüğü görevini sürdüren babamın yanındayken, hâkimlik için başvurduğum Adalet Bakanlığı’ndan gönderilen 04.02.1948 günlü telgrafla (30 lira maaşla) Çanakkale yargıç adaylığına tayin edildiğim tarafıma bildirilmişse de, 24 Aralık 1947’de İstanbul Barosu’nda avukatlık stajına başlayarak, bu tayine uymadım.
C.A.: Neden?
O.K.: Çünkü ben o sırada Ticaret Bakanlığı’na bağlı Yaş Meyve ve Sebze Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin Avukatı Umran Nazif Yiğiter’in yanında kadrolu takip memuru olarak göreve başlamıştım. Bu mesaim benim için aynı zamanda çok keyifli ve öğretici bir staja dönüşüvermişti. Bu arada, gerek ablamın, gerekse üstat Umran Bey’in, avukatlık mesleğinde daha başarılı ve mutlu olacağım yönündeki telkin ve teşvikleri de devreye girince, benim için avukatlıkta karar kılmak hiç de zor olmadı. Mahkeme ve Av. Umran Bey’in yanında yaptığım stajı 1949 yılında tamamlayarak, 2126 sicil numarasıyla levhaya yazıldım.
“Ne gibi zorluklar yaşadınız?” sorunuza gelince; belirli zorluklar yaşadığımı söyleyemem. Ancak, ilk yıllarda mesleği isteyerek veya hakkını vererek yürüttüğümü de söyleyemem.
C.A.: Neden?
O.K.: Çünkü o yıllarda avukatlık mesleğinin mana ve ehemmiyetinden bihaberdim. Ancak benden kıdemli Av. Hami Karayel’le tanıştıktan, yine onun çevresindeki, İstanbul ticaret mahkemelerinden emekli olup (3151) sicil numarasıyla Baro’ya kaydolan Dr. Av. Sait Önen, (3281) sicil numarasıyla Dr. Av. Tahir Çağa gibi üstatları tanıdıktan, önemli bir davada büromda bir araya gelip istişarelerde bulunduktan sonradır ki; avukatlık mesleğinin önemini ve de kutsallığını anladım.
Evet, dünyaya bir daha gelsem yine bu mesleği seçerdim. Niye? Eski ve büyük hâkim d’Agesseau şöyle der:
“Bütün mesleklerin hemen umumiyetle boyunduruk altına alındığı bir sırada hâkimlik kadar eski, fazilet kadar asil, adalet kadar lüzumlu bir topluluk vardır ki kendine has bir seciye ile diğerlerinden ayrılıyor. Yalnız odur ki mutlu ve sakin, istiklâline sahip olarak her zaman tutundu. Vatanına faydasız olmaksızın hür olan bu topluluk, ammenin kölesi olmaksızın ammeye nefsini hasrediyor. Her türlü esaretten beri olan avukatlık mesleki, serbestlik hukukundan hiçbirini zayi etmeksizin en yüksek mertebeye çıkıyor ve fazilete lüzumu olmayan bütün süsleri istihkar ederek bir asalet unvanına sahip olmaksızın insanı asil, mala sahip olmadan zengin, rütbe ve nişana malik olmadan âli, servetin yardımına hacet kalmaksızın mesut kılabiliyor. Bu kadar şerefli bir mesleki yapan ve az bulunur böyle bir saadeti idrak eden sizler, imtiyazınızın şümulünü biliniz ve fazilet istiklalinizin prensibi olduğu gibi bunu kemale erdiren de olduğunuzu asla unutmayınız.
Liyakat ve şöhretin birbirinden ayrılmadığı, kendi kendini yaratan insanın başka insanları aydınlattığı ve dehasının yüksekliğine boyun eğdiren bir mesleğe mensup olmakla bahtiyarsınız.” (Av. Ali Haydar Özkent, Avukatın Kitabı, 2. tıpkı basım, 2002, İstanbul, s.14).
“Rusya Çarı Birinci Nikola’nın şu sözü meşhurdur: Ben Çar oldukça Rusya’da avukata ihtiyaç yoktur. Biz onlarsız da pekâlâ yaşıyoruz: daha evvel, Deli Petro’nun Londra seyahatinde takma saçlı, cübbeli avukatları görerek bunlara ne lüzum var? İmparatorluğumda iki hukuk adamı var. Memleketime döner dönmez birisini asacağım, öteki bize yeter dediği malûmdur.” (Aynı kitap, s.9).
Kendini bilmez bir muktedirin beyanlarını göz önünde tuttuğunuzda, büyük hâkim d’Agesseau’nun avukatlık mesleği ve avukatlar hakkındaki değerlendirmesinin ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
C.A.: Peki sizin için hukuk eğitimi ve avukatlık bir seçim mi yoksa zaruret miydi?
O.K.: Amcam Abdurrahman Hulusi Kuntman’ın İstanbul Barosu’na (30), amcazadem Av. Rifat Kuntman’ın (1836) sicil numarasıyla kayıtlı olması, diğer amcazadem Arif Kuntman’ın da uzun yıllar İstanbul icra hâkimliği görevinde bulunmasının avukatlık mesleğini seçmemde etkili olduğunu söyleyebilirim.
C.A.: Aileden hukukçusunuz, ne güzel Osman Bey. Sizin mesleğe atıldığınız yıllarda yargının ve hukuk mesleğinin sorunları nasıl bir seyir izlemiştir?
O.K.: Bu çok önemli ve kapsamlı soruya, benim mesleğe başladığım 1950’li yıllardan önce, İstanbul Baro Mecmuası’nın 1943 yılı nüshasının 713-727. sayfalarında yayınlanmış, Temyiz Mahkemesi Birinci Reisi Halil Özyörük’ün 1943-1944 Adli Yılını Açış Nutku’na atıfta bulunarak cevap vermek istiyorum.
İstanbul Barosu Başkanlığı’nın 15.10.1943 günlü ve 837 sayılı yazısıyla istenmesi üzerine açılış metni Temyiz Mahkemesi Reisliği’nin 18.10.1943 günlü yazısıyla Baro’ya gönderilmiş, Baro Mecmuası’nda yayınlanmıştır.
Bu önemli açış nutkunun son bölümünü bilgilerinize sunuyorum:
“…Hâkimlerimizde birçok vasıflar arıyoruz . Bunların başında şunları istiyoruz:
Doğru bir adalet fikri taşımak ve daima adaleti muzaffer kılmak arzusuna sahip olmak: Bunun için hâkimin kendisine sunulan davanın aydınlanmasına yarayacak bütün noktaları araştırmak ve bunları bulduktan sonra karar vermeyi düşünmesi lazımdır. Bundan sonradır ki, kararın dayanacağı sebepler ele alınacak ve bunlardan en makul ve en mantıklı olanlar seçilecektir.
Hâkimin adalete uygun bir hukuk düzeni yaratılmasına imkân vermesi için toplum ihtiyaçlarına ve hakkaniyete ve doğruluk isteklerine göre hükmetmesi icabeder.
Bundan başka; hâkimde yüksek bir zekâ bulunması, anlayış ve sezişinin kuvvetli olması, kavrayış ve bilgisinin geniş bulunması şarttır.
Kendisinde aradığımız vasıflardan biri de kararlarında emin ve isabetli olmasıdır. Yapılmış olan bir hukuki muamelenin ekonomik ve toplumsal faydasının ne olduğunu tayin edecek olan hâkimdir. Kendisinin bu işi layıkıyla yapabilmesi, bir defa hukuk esaslarını ve mevzuatı mükemmelen bilmesine ve çok geniş bir umumi kültüre sahip olmasına bağlıdır.
Nihayet, hâkimlerimizde tam bir vazifeseverlik, yüksek bir kalp ve vicdan istiyoruz. Çünkü hâkim her şeyden önce mükemmel bir insan olmalıdır. Her gün birbirine aykırı menfaatler, birbirini yutmak isteyen ihtirasları düzenleyecek ve yatıştıracaktır…”.
Dikkat edilirse görülür ki; Halil Özyörük, hâkimlerde bulunması gerek vasıfları sayarken Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin “Hâkimin evsafı beyanındadır” başlıklı 1792. maddesinde öngörülen (hâkim – yani âlim, bilgin), (fehim – yani zeki, anlayışlı), (müstakim- yani doğru), (emin – yani emniyetli güvenilir), (mekin – yani vakarlı, temkinli), (metin – yani sağlam, dayanıklı) vasıflarına işaret etmektedir.
Yargıtay Birinci Başkanı Cevdet Menteş’in 1974- 1975 Adalet Yılı Açılış Konuşması da 14 sayfalık olup, yargının dışında Baroları ve avukatlık mesleğini ilgilendiren önerileriyle önemli bir belgedir.
C. A. : Ve bu belge ve metinlerin mesleğin sorunları konusunda bizlere ışık tuttuğunu söylüyorsunuz… Maalesef bugün, özellikle hâkimlik mesleği bu metinlerin, bu direktiflerine o kadar uzağında ki… Peki sizce siyasetin hukuka ve barolara bakışı dünden bugüne nasıl bir seyir izlemiştir?
O.K.: Sorunuzun “siyasetin hukuka bakışı” ile ilgili birinci bölümüne, soru “dünden bugüne” gibi, sınırsız bir zaman öngördüğünden ve bu konuda yeterli bilgi birikimim, tecrübem bulunmadığından cevap veremiyorum.
C.A.: Estağfurullah. Bence tevazu gösteriyorsunuz. Ama ben sizi zorlamayayım, buyurun…
O. K. : Teşekkür ederim. Sorunuzun Barolara ilişkin ikinci bölümüne gelince: 5 Nisan 1878’de İstanbul Barosu’nun kuruluşundan kısa bir zaman sonra, 3 Eylül 302 (1886) tarihli bir padişah iradesiyle, dava vekâletinin ruhsatı resmiye istihsal etmiş olanlara münhasır tutulması kuralı değiştirilmiştir. Bu iradenin metni:
“Dava vekâletinin ruhsatı resmiye istihsal etmiş olanlara münhasır tutulması hakkındaki kararın cereyanında ademi istikamet ve Mecelle ahkamına da mugayeret görüldüğü cihetle umuru cezaiyeden maada deavide inhisarı carinin ilgası hakkında şurayı devletten tanzim ve meclisi mahsusu vükelada tezyil olunan mazbata veçhile muktezasının ifası hususunda 20 Zilhicce 303 ve 3 Eylül 303 tarihinde iradeiseniyei cenabı padişahi şerefteallük buyrulmuştur.”şeklindedir.
Av. Ali Haydar Özkent bu olayı “Hain Bir İradei Seniye” olarak değerlendirmektedir.
Yine bu konuda; değerli meslektaşım Av. Haluk İnanıcı’nın İstanbul Barosu Dergisi’nin 2000/3 Eylül nüshasında yayınlanan “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Meslek: Avukatlık” başlıklı yazısı da bize ışık tutmaktadır:
“İki Baro başkanı: Lütfi Fikri ve Orhan Apaydın Dünya görüşleri farklı ve birbirlerini tanıma imkânı bulamamış İstanbul Barosu’nun Osmanlı döneminin ilk başkanı Lütfi Fikri ile 12 Eylül döneminin başkanı Orhan Apaydın’ın kaderlerindeki benzerlik ; siyasi iktidarla görüşlerinin çatışması ve her ikisinin de olağanüstü yargı organlarında yargılanmalarındandır. Lütfi Fikri İstiklal Mahkemesinde, Apaydın askeri mahkemede yargılanmıştır.
Orhan Apaydın, 12 Eylül rejiminin gadrine uğrayarak üyesi bulunduğu Barış Derneği davasından dolayı yargılanmış, dünyanın en büyük birkaç barosundan biri olan İstanbul Barosu başkanlığı sıfatı devam ederken tutuklanmış ve cezaevine atılmıştır. Dünya tarihi utanılacak bir bölüm olarak açtığı ‘12 Eylül Rejimi’ klasöre bir sayfa daha eklemiş, belki de ilk defa 56 yaşındaki bir baro başkanına, üstelik eski bir parlamentere, Dünya Barolar Birliği başkan yardımcısına; adı barış olan bir derneğin üyesi olduğu ve barışı, hukuku, adaleti savunduğu için tek tip elbise giydirmiş, ellerine
kelepçe takmış, saçını sıfır numaraya vurdurmuştur. Bununla yetinmemiştir. Değerli baro başkanına cezaevinin kötü sağlık ortamında amansız bir hastalık musallat etmiş. Onu tedavi ettirmemiş, tutukluğu bittikten sonra yurtdışına çıkışına izin vermemiş, ölümüne neden olmuştur.
İstanbul Barosu’nun Cumhuriyet dönemi ilk başkanı Lütfi Fikri hilafetçidir. Hilafeti övdüğü için yargılanır. İktidarla aynı düşünmemektedir. Sonu İstiklâl Mahkemesinde sanık sandalyesidir. Mahkûm olur, ancak daha sonra affedilir. Bizzat Mustafa Kemal, Ankara Hukuk Fakültesi açılış konuşmasında Lütfi Fikri’yi hilafetçi olarak niteler ve baro başkanlığına seçilmesini acıklı bir olay olarak tanımlar (s.35). Ancak aynı Mustafa Kemal Lütfi Fikri’inin yargılandığı İstiklal Mahkemesi başkanlığına telgraf göndererek, müsamahakâr davranılmasını ister (s.36,37). Bu davranış bize, Cumhuriyeti kuranların bile kendisiyle rejimin temeli konusunda aynı düşünmeyen bir baro başkanına karşı baskı yönetimini seçmediğini göstermektedir…”
C.A.: Peki, günümüzde, bir meslek örgütü ve demokratik baskı grubu olan barolar bu işlevlerini yerine getirebilmiş midir? Nasıl veya neden?
O.K.: 19 Mart 1969 günlü ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun (2.5.2001 günlü ve 4667 sayılı Kanunun 46. maddesi hükmüyle değişik) Baroların kuruluş ve nitelikleri başlıklı 76. maddesi hükmünde belirtildiği gibi;
“Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır.
(Değişik: (18.6.1997-4276/3md) Barolar, kuruluş amaçları dışında faaliyette bulunamazlar.)
(Değişik: (2.5.2001-4667/46 md.) Protokolde barolar, İl Cumhuriyet Başsavcısının yanında yer alır.”)
Yukarıda açıkladığım 76. madde hükmünün dayanağının 7.11.1982 günlü ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “H. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları” başlıklı 135.madde hükmü olduğunu belirtmek isterim.
135.maddeyle ilgili olarak 23.7.1995 günlü ve 4121 sayılı Kanunla yapılan kısıtlayıcı hükümler göz önünde tutulursa Baroları “demokratik baskı grubu” olarak tanımlamak yerinde olmaz.
C.A.:Yani bundan kastettiğiniz, bu düzenlemeler nedeniyle baroların “demokratik baskı grubu” olmaktan da öte “yasal bir baskı grubu” oldukları, hususu mudur?
O.K.: Aynen öyle… Dikkat edilirse görülür ki; yukarıda anılan 76. madde ile barolara hukukun üstünlüğü, insan haklarını savunmak ve korumak görevi de verilmiştir. Ancak barolar bu görevi hakkıyla yerine getirebilmişler midir? Bence buna olumlu cevap vermek mümkün değildir.
Bununla beraber; İstanbul Barosu’nun 11.11.2008 tarihinde, “Test Edilen Güneydoğu”, “Demokratik Cumhuriyet Tartışması”, “Anayasa Değişikliği”, “Üzmez Olayı”, “Vakit Gazetesi ve Şeriat Hukuku Çağrısı”, “Ekonomik Bunalım”, “Zorunlu Müdafilik ve CMK” konularında Basın Açıklaması yaptığını görüyoruz. İstanbul Barosu’na kayıtlı 800 avukatın, 8.9.2010 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Avukatlar Hayır Diyor!” başlığı altında iktidarın Anayasaya aykırı işlemlerini eleştirdiklerini görüyoruz. Sayıları on binleri geçen İstanbul Barosu avukatları nerede?
18 Kasım 2009 tarihinde, Av. Muammer Aydın başkanlığındaki İstanbul Barosu öncülüğünde 46 baroya kayıtlı binlerce avukatın Taksim’e yaptığı yürüyüşle ilgili olarak: “Uzun süreden beri siyasi iktidarın yargı; özellikle de yüksek yargı üzerindeki saldırı ve kuşatmasının artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı, görüşü ne olursa olsun kimsenin yaşananlara sessiz kalmaması gerektiği, hukukun birgün herkese, hatta yasaya ve hukuka uygun olmayan dinleme kararları talep edenlere ve verenlere lazım olacağı…” şeklinde, Yargıya saygı çağrısı yaptıktan sonra; Başkan Aydın ve 26 baro Başkanı, CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, Manisa Milletvekili Şahin Mengü, Mersin milletvekili İsa Gök ve CHP İl Başkanı Gürsel Tekin’in de katılımıyla, yaklaşık 3 bin avukat İstiklal Caddesi üzerinden Taksim Meydanı’na kadar yürüyüşe geçti. Yurttaşların da alkışlarla desteklediği yürüyüşte Atatürk posterleri ve Türk bayrakları taşındı. CHP Beyoğlu İl Binasının önünden geçerken kitlenin üzerine kırmızı beyaz karanfiller atıldı. Taksim Atatürk Anıtı’nın önüne gelen kalabalık kitle, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere yargının oluşmasına katkıda bulunan avukatlar için saygı duruşunda bulundular.
Kitlenin saygı duruşunda bulunduğu sırada Taksim Meydanında bulunan Square Otel’in 7.katından imzasız olarak; “Darbeci Baro Taksim’e hoş geldin!” yazılı pankart sarkıtıldı. Türkiye Gençlik Birliği Başkanı Adnan Türkkan ve bir TGB üyesinin otel katına çıkmasıyla pankart yerinden söküldü. Türkkan, otel çıkışında yaptığı açıklamada; demokratik bir yürüyüş gerçekleştiren kitlenin darbeci olarak gösterilmek istendiğini belirterek, “Asıl darbeciler aydınlarımızı cezaevlerine atanlardır. Pankartı asan iki kişi hakkında suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Polis güvenlik gerekçesiyle pankartı asan iki zanlıyı otelin arka kapısından çıkarıp emniyete götürdü (19-20 Kasım 2009 tarihli Cumhuriyet ve Milliyet gazetesinde yayınlanan haberlerden özetlenmiştir).
– Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul şubesi üyesi 49 avukat, Gezi Parkı direnişçilerine müdahalesini protesto etmek isteyince, Çağlayan Adliyesi’nde yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar (12 Haziran 2013).
– 1 Mayıs’ta Taksim ve civarında çıkan olaylarda gözaltına alınanların avukatları, Çağlayan’da bulunan İstanbul Adalet Sarayı’nın içindeki Themis Heykeli’nin bulunduğu alanda saat 12:00’de toplandı. Çevik kuvvet polisi, eylem yapmak istedikleri gerekçesiyle avukat grubuna sert müdahale etti. Polis ellerindeki kalkanlarla avukatları adliye dışına doğru iterken, avukatlar da kalkanlara tekme atarak karşılık verdi (5.5.2015 günlü gazete haberi).
– 7.4.2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin birinci sayfasında büyük puntoyla “Zorbalığa Hayır” başlığı altında: Avukatlar tutuklanan meslektaşları için İstanbul Adliyesi’nde Adalet Nöbeti tutmak istedi. Avukatlar ellerinde “Savunmaya Özgürlük” dövizleri ile sessizce merdivenlerde oturdu. Eylemin bitirilmesini isteyen polis, avukatları döverek, kalkanlarla iterek ve gaz kullanarak adliyenin dışına attı. Polisin sert müdahale ettiği avukatlar arasında Alp Selek, Bahri Belen gibi duayen hukukçular vardı. Müdahale sonrasında çoğu yaralı sekiz avukat gözaltına alındı, haberi yayınlandı.
– 11 Eylül 2018 günlü Cumhuriyet Gazetesinde, Seyhan Avşar tarafından kaleme alınan Avukatlar Saldırı başlıklı yazıda;
“Halkın Hukuk Bürosu (HHB) ve KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi 17’si tutuklu 20 avukatın Terör örgütü üyeliği ve silahlı terör örgütü yöneticiliği suçlamasıyla yargılandığı davanın ilk duruşması dün Bakırköy’de bulunan
İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Duruşma devam ederken mahkeme heyetinin verdiği ara sırasında tutuksuz avukat Ezgi Çınar ile tutuklu avukatların konuşmasına jandarma kaba kuvvet kullanarak müdahale etti. Jandarmanın saldırısında avukat Süleyman Gökten’in gözlüğü kırıldı.
Silahla tehdit duruşma öncesi avukatlar Terörle mücadele polislerinin salondan çıkarılmasını istedi. Polislerden biri dışarı çıkarken avukatlardan birine silahını göstererek dışarıda hesaplaşırız diyerek tehdit etti.”
Görülüyor ki; en başta üyesi en çok İstanbul Barosu olmak üzere barolar ve avukatlar baskı grubu değil, basılan grup durumuna düşmüşlerdir.
C.A.: Üstelik kendilerine Anayasayla, Avukatlık Yasasıyla tanınmış görev ve güvencelerine rağmen…
O.K.: Maalesef… Biraz önce açıkladığım olumsuz tabloyu ortadan kaldırarak ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 76.maddesi hükmünün öngördüğü vecibeleri yerine getirmek ve mesleğin itibarını sağlamak bakımından öncelikle avukatların ve onlarınseçtikleri yönetimlerin büyük çabalar sarf etmesi gerekmektedir.
Avukatlık Kanunu’nun 76. maddesi hükmüne göre Barolar; 109. maddesi hükmüne göre ise Türkiye Barolar Birliği, T.C. Anayasası’nın 135. madde hükmü uyarınca kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu sayıldığından; (2.5.2001 tarihli ve 4667 sayılı Kanunun 1. maddesiyle değişik 1. maddesinde); “Avukatlık, kamu hizmeti ve serbest bir meslektir. Avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder. ” dendiğinden; gerekçesinin “Hukuk devletinin güvencesi ve vazgeçilmez unsuru yargıdır. Yargının bağımsızlığının sağlanması, adil yargılanmanın gerçekleşmesi ve demokratik toplum düzenine ulaşabilmesi için de; yargının kurucu unsurlarından biri olan savunmanın etkinliğinin işlevine uygun biçimde artırılması, bağımsızlığa kavuşturulması gerekir” şeklinde olduğundan; olumsuz tablonun ortadan kaldırılması bakımından hâkim – savcı – avukatın işbirliği yapması da gerekir.
C.A.: Ancak bugün avukat, savcı ve hâkimle birlikte yargının kurucu unsuru olmasına rağmen; silahların eşitliği prensibi açısından avukatla aynı konumunda bulunması gereken savcı hâlâ hâkimle aynı seviyede oturur ve avukat da yargının istenmeyen unsuru haline getirilirken, yakın zamanda bu işbirliği mümkün görünüyor mu size?
O.K.: Haklısınız, bugünkü konjonktürde bu pek mümkün görünmüyor. Oysa, hukuk devletinin güvencesi ve vazgeçilmez unsuru olan yargının önemini göz önünde tutarak, geçmişte bu konuyla ilgili bir uygulama veya bir değerlendirme bulunup bulunmadığını araştırdığımda aşağıdaki sonuçlara ulaştım:
– 1920-1925 yıllarında İstanbul Barosu Başkanlığı görevini yapmış Av. Lütfi Fikri, İstanbul Barosu Mecmuası’nın 65 ve devam eden 7 sayfalık “Hâkim ve Avukatlar Arasında Münasebet” başlıklı yazısında, o zamanın üslubu içinde çok önemli konulara değinmiş, değerlendirmeler yapmış; “…Hasılı adliye ailesini teşkil eden hâkim ve avukat sınıflarından her birinin ayrı ayrı tealisi ve aynı zamanda yekdiğeriyle olan münasebetlerinin tekemmülü pek uzun, ömürler törpüleyecek bir mülazemete, nefisle mücadeleye mütevakkıftır…” sonucuna varmıştır.
– Yargıtay üyesi Senai Olgaç, 1968 yılı Ankara Barosu Dergisi’nde yayınlanan 9 sayfalık “Adaletin Gerçekleştirilmesinde Hâkimlere ve Yargıtaya Düşen Ödevler” başlıklı 9 sayfalık yazısında tam bir vukufla önemli konulara değinmekte ve çözümlemeler yapmaktadır.
– Ankara Barosu’na kayıtlı Av. Saffet Nezihi Bölükbaşı’nın 29 Mart 1969 günü verdiği “Avukatların Mesleki Tutum ve Davranışları” konulu konferansının Ankara Barosu Dergisi’nin 1969 yılında, 26. Cildinde yayınlanan özeti; aynı derginin 1973/6. sayısında yayınlanan “Yargıtay” ve aynı derginin 1974/1. sayısında yayınlanan “Eleştiri” başlıklı yazıları, bugün dahi bize ışık tutacak niteliktedir.
– Yargıtay hâkimi Mustafa Reşit Karahasan’ın Ankara Barosu’nun 36. Genel Kurulu toplantısında Yargıtay adına yaptığı konuşmanın, Ankara Barosu Dergisi’nin 1974 yılı 1. sayısında yayınlanan “Yargıç ve Avukat İlişkileri” başlıklı yazısı, o tarihlerde bir Yargıtay hâkiminin bir baronun genel kurulu toplantısında konuşma yapması ve özellikle içeriği yönlerinden önemli ve örnek niteliktedir.
– Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz’in özellikle hâkimler hakkındaki değerlendirmeleri çok önemlidir.
Bakınız! 24 Nisan 2009 günlü Cumhuriyet Bilim Teknoloji’ de neler söylüyor: “… Yargıçlık , savcılık yapmadım. İnsanları hiç yargılamadım. Korktum. Yargıç, peygamber postunda oturur derler. Dünyanın en zor işidir. Yapılacaksa, doğru dürüst yapılmalı. Peki, nasıl doğru dürüst yapılır bu ulvi meslek, bu tanrısal iş? Önce millet adına, adalet adına el attığın hayatların insan hayatı olduğunu bileceksin. İnsan ki, Tanrı’nın suretidir, kimince insan ki asla ve kat’a dokunulamayacak bir onur taşır, seninle benimle eşdeğer. Ne uğruna olursa olsun, dokunamayacağın hakları vardır, insanlık uğruna. Kibirden, gururdan kaçacaksın. Giydiğin cüppenin cehennem ateşinden dokunduğunu hissedeceksin. Yanmayacaksın, yakmayacaksın…”.
Aynı derginin 12 Ağustos 2011 günlü nüshasındaki değerlendirmeleri şöyle: “…Biz günahlarımıza rağmen belki işimizi görebiliriz , ama Yargı. Onlardan arınmadan kürsüye asla çıkamaz. Yargı. Erdem sınavlarından yüksek bir başarıyla geçmekle hükümlüdür. Her tökezlemesi onu kürsüden diplere fırlatır. İnsan yargılamak kolay iş değildir. Aslında ‘iş’ değildir. Ama biz bunu birilerinin işi yapmışsak, o zaman böyle bir işti. O yedi günahından arınıp, yedi erdemin kisvesini giyinmeden kendisine sunulan peygamberler postuna oturamaz. Suçlu değil, yargı. Titremeli adaletsizlik korkusuyla…”
Türkiye’de Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz gibi hâkimlik görevinin önemi konusunda hassasiyet gösteren daha da ileri giderek “Türkiye’de Yargı Yoktur” diyen hâkimlerimiz de var.
– Hâkimler Orhan Gazi Ertekin, Faruk Özsu, Kemal Şahin, Muzaffer Şakar ve Uğur Yiğit, 2013 yılında, görevleri devam ederken “Türkiye’de Yargı Yoktur” başlıklı bir kitap yazmışlar, Ankara’da Nika Yayınevi tarafından yayınlanmıştır.
– Orhan Gazi Ertekin, Gaziantep Asliye Ceza Mahkemesi Hâkimi ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı iken gördüğü bir davada; sanık avukatının savcıyla aynı seviyede olması için, avukatı da yanına oturtmasının ardından Başsavcılığa, kürsüyü düzenleyin yazısı göndermiş, bu tutumu hâkim ve savcılar tarafından eleştirilmiş, avukatlar tarafından beğenilmiştir (12 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Gazetesi, İsmail Saymaz haberi).
C.A.: Gerçekten çok çarpıcı tespitler ve gelişmeler bunlar. Kötü günler yaşayan yargının geleceği açısından da umut verici… Son olarak bu meslekte yaşadığınız çarpıcı bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
O.K.: Bu söyleşinin ağırlık merkezi hâkim-avukat ilişkisi olduğundan, birisi tanığı olduğum, diğeri ise tarafı olduğum iki ilginç olayı anlatmak isterim:
1950’li yıllarda, Cağaloğlu’nda Vilayet binasına yakın çok eski, ahşap bir adliye binasındaki sulh mahkemelerinden birinde sıramı beklerken, görülen davada hâkim, taraf vekillerinden birine;“Talibi tahlif misiniz?” diye bir soru yöneltti. Genç meslektaşımız, “tahlif” kelimesinin Türkçe karşılığını bilmediğinden ne diyeceğini şaşırdı. Hâkim kızarak soruyu tekrarladı. O gün bende, soruyu “Yemin teklif ediyor musunuz?” şeklinde sormayarak, hâkimin genç avukatı zor duruma düşürmekten zevk aldığı kanaati oluşmuştu. Ne var ki bu hâkim, emekli olup avukatlığa başladıktan sonra, takip ettiği bir davanın Laleli’deki keşfi sırasında (benimde aynı gün o mahkemede keşfim olması sebebiyle) avukat sıfatıyla hâkime cevap verirken kanter içinde kaldığını gördüm. İçimden, “oh olsun!” dediğimi hatırlıyorum.
Taraf olarak bizzat başımdan geçen olaya gelince: 1950-1951 yıllarıydı. Hukuk fakültesinden sınıf arkadaşım Av. Necdet Çobanlı ile karşılıklı takip ettiğimiz davanın temyiz murafaası için gittiğimiz Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Başkanı Fevzi Bozer, bizlere söz vermeden önce: “Heyetimiz dosyanın görev yönünden 1. Hukuk Dairesi’ne gönderilmesi kanaatinde. Bu konudaki içtihadınız nedir?” sorusunu yöneltti. Yüksek Mahkemede görev yapacak konuma yükselmiş bir hukukçunun biz avukatlara verdiği değeri görünce, o an şaşkınlıktan ne cevap verdiğimizi de hatırlayamıyorum.
C.A.: Bu keyifli söyleşi, bize ayırdığınız zaman ve tüm katkılarınız için çok teşekkür ederiz Sayın Kuntman.
O.K.: Ben teşekkür ederim.