Müsilaj Sorununa Su Hakkı Açısından Bir Bakış

Marmara Denizi’nde geçtiğimiz Mayıs ve Haziran aylarında, ilk olmamakla birlikte çok daha yoğun ve kapsamlı bir biçimde görülen müsilajın (deniz salyası) ortaya çıkma sebepleri, genel olarak denizdeki sıcaklık ortalamasının artışı ve kirlilik yükünün artması şeklinde açıklanmıştır.1 İklim krizinin uzun vadeli olmaktan çıkan etkileri ve Marmara Denizi’nde özellikle deniz taşımacılığı ile evsel ve endüstriyel atıkların yol açtığı kirliliğin boyutları dikkate alındığında, ortaya çıkan tablo şaşırtıcı değildir. İstanbul’daki atık suların %70’inin yalnızca ön arıtma tesislerinden2 geçirilerek -ki bu tesislerde organik madde arıtımı mümkün değildir- denize deşarj edildiği bilinmektedir. Bu durum, Marmara Denizi’ni çevreleyen diğer iller ve diğer etkenler bir tarafa bırakılsa dahi kirliliğin artma nedenini açıklamaya yetmektedir.

Müsilaj sorununun “yüzeysel” olarak değil de “derinden” çözülebilmesi için iklim krizi ile mücadelenin etkili bir şekilde sürdürülmesi gerektiği kuşkusuzdur. Bununla birlikte Marmara Denizi’ndeki kirlilik tam anlamıyla kontrol altına alınmadıkça, yapılacak her şey sorunun daha endişe verici boyutlarda geri dönmesini beklemekten ibaret olacaktır.

Marmara Denizi’ndeki kirliliğin kontrol altına alınması ve su kalitesinin iyileştirilmesi, deniz ekosisteminin korunmasının yanı sıra su hakkının gerçekleştirilmesi ile yakından ilişkilidir. İlk defa BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin, Sözleşme’nin 11 ve 12’nci maddelerine ilişkin 15 No’lu Genel Yorum’da açıklığa kavuşturduğu su hakkı; temel olarak, herkesin kişisel ve ev içi kullanımları için yeterli, güvenli, kabul edilebilir, erişilebilir ve bedeli ödenebilir suya sahip olma hakkını ifade etmektedir.

Su hakkının önemi, suyun yaşamın ve sağlığın esası olan kısıtlı bir doğal kaynak olmasında ve bu hakkın insan onuru başta olmak üzere; yaşama hakkı, yeterli bir yaşam düzeyine sahip olma hakkı, yeterli beslenme hakkı, sağlık hakkı gibi insan haklarının gerçekleştirilmesi için bir ön koşul niteliği taşımasında yatmaktadır.

Bütün insan hakları gibi, su hakkının gerçekleştirilmesi de en başta devletin yükümlülüğüdür. Bu hak; devletlere, bireylerin eşit bir biçimde suya erişimini sağlama yanında su kaynaklarına zarar verecek eylemlerden kaçınma ve su kaynaklarının korunması bakımından gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü yüklemektedir. Bu tedbirlerden arasında, su havzaları ve su ile ilgili ekosistemlerdeki kirliliğin azaltılması ve ortadan kaldırılması ile buna ilişkin strateji ve programlar geliştirilmesi yer almaktadır. Ayrıca, koruma yükümlülüğü kapsamında üçüncü kişiler tarafından su kaynaklarının kirletilmesine yönelik yaptırımların etkililiği de önem taşımaktadır. Buna ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin deniz kirliliğini konu alan bir davada, başvurucunun yol açtığı devasa büyüklükteki deniz kirliliği dolayısıyla kendisine ağır yaptırım uygulanmasını Sözleşme’ye aykırı bulmadığının altını çizmek gerekir. AİHM bu yaklaşımı ortaya koyarken, Avrupa’da ve uluslararası alanda çevresel konularda meşru bir kaygı olduğuna ve devletlerin çevresel yükümlülüklerini yerine getirmek için ceza hukukuna başvurma eğiliminde olduklarını belirterek, somut başvurunun da bu “yeni gerçeklikler” ışığında değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir.

***

Yazının devamını Hukuk Defterleri’nin 32. sayısında okuyabilirsiniz.

print