Dergimizin bir önceki sayısından elinizde bulunan sayıya kadar gelişen süreçlere, tek tek mercek tutmak neredeyse imkânsız. Neyse ki, bu iki aylık sürede yaşananların kuyruğu birbirine o kadar bağlı ki, merceği bu sayıda da yukarıdan tutmak, ayrıntıları kaçırmak anlamına gelmeyecek.
Ülke gündemine uzun bir süredir yerleşen suç örgütü lideri Sedat Peker’in açıklamalarından başlamak en işlevli kuyruğa da değinmek anlamına geliyor.
Buradan başlayalım o halde.
Sedat Peker’in “kendisini kurtarmak” için başladığı ifşaların AKP cephesinde var olan sıkışmayı derinleştirdiği bir gerçek olarak karşımızda dursa da, bundan büyük bir gerçek daha var. O da AKP’nin yirmi yıllık yatırımının, tam da böyle durumlarda işine yaramasıdır. Deyim yerindeyse, AKP’nin ezberini bozmamasıdır.
Peker’in açıklamaları, bilinen bazı gerçeklerin (rant, rüşvet, yandaş gazetecilik, yandaş belediyecilik, 15 Temmuz ayrıntıları vb.) somut deliller ile açıklanması açısından değil, bunun AKP’nin bekası için elinden geleni yapmış bir figür yani içeriden bir kişi tarafından yapılması açısından değer taşıyor. AKP- MHP ortaklığının iddiaların üzerine gidip “temiz eller operasyonu” gibi adımlar atmak yerine kulağının üzerine yatmış olması, ittifakın dengelerinden ziyade, yukarıda bahsedilen ezber ile bağlantılıdır.
Ezber şudur: bugün başkanlık sistemi ile de perçinlenen ve seçim döneminin de giderek yakınlaştığı bir dönemde, AKP’nin her kabulleniş davranışı bir günah çıkarma anlamına gelecektir. Bu, AKP’nin uzun zamandır tercih etmediği yollardan da birisidir. Siyasi iktidar tarafından ise, ifşaların boyutu ve derinliği karşısında bile, sinekten yağ çıkarma, kişilerin itibarının kurtarılması gibi çırpınışlar görülmektedir ki, bu AKP’nin kendi tabanı için hiç de az bir uğraş sayılmamalıdır.
Gelelim, ifşa sürecinin erken dönem sonuçlarına.
Ve burada karşımıza çıkan başka bir ezbere.
Peker’in açıklamalarını “Aaa neler duyuyorum!” gibi bir şaşkınlıkla karşılamayan, oldukça geniş bir toplumsal kesim var. Adalet, eşitlik, bağımsızlık, özgürlük taleplerinin de doğal taşıyıcıları olan bu kesimin, gerek ifşa sahibi gerekse de çeşitli siyasi özneler tarafından “vekâlet mücadelesine” hapsedildiğini görmemek imkansız.
Sadece 3 örnek bunu anlatmaya yeterli.
İlki ne yazık ki meslektaşlarımızın mimarlığında gelişti. Bazı baro genel kurullarında seçim listelerine Sedat Peker yazılmış olmasını bir espri olarak anlayacak isek, buna en çok Sedat Peker’in güldüğünü de tahmin edebiliriz. Bir suç örgütü liderinin hukuk mücadelesi ile özdeşleştirilmesi, mağdur- hak- hukuk kavramlarının da nasıl içinin boşaltıldığını göstermiyor mu bizlere?
İkinci örnek, doğrudan ifşaa sahibinden gelsin. Onca ifşa sonrasında seslendiği kim varsa paralelinde bir korku ve kaygı yaratmayı da başarabilen bir yetenekten mi bahsedeceğiz yoksa, bu rüzgar beni de alır götürür kaygısından mı? Tartışma programlarında sıkça rastladığımız şu tezatlığın sahibini söyleyende değil de söyletende aramalı: “Adam öyle şeyler açıkladı ki, normalde halkın sokaklara taşması lazım. Ama bir iç savaş istiyorlar galiba. Uzak durmak lazım sokaktan”
Üçüncü örnek ise, değişmeyenimiz nerdeyse. Elinde mumla bu karanlığa karşı vicdanlı ve cesur bir savcı arayanlar. AKP’nin yirmi yılda en çok da hukuk alanında yarattığı tahribatın enkazından çıkmak için yargıç ve savcı aramak, bu enkazın sadece hukukçuların üzerine yıkıldığını varsaymak anlamına gelmez mi sizce de?
Evet ülkemizde, halen, vicdanlı ve cesaretli yargıç ve savcılar vardır. Hukuk sistemi, rejimle birlikte değişse dahi, bu damar kendini öyle ya da böyle var etmekte, örgütlü ya da örgütsüz bir biçimde biz buradayız demektedir. Ancak Sedat Peker vakasının izdüşümü sadece hukuksal alanda aranırsa, çözüm olarak da yukarıda bahsedilen formül dışında bir diyeceğiniz elbette ki kalmaz.
Oysaki, Sedat Peker’in açıklamaları, ülkemizin iktidar- mafya- bürokrasi ve yandaş ortaklığının küçük bir resmidir. AKP’nin yarattığı yeni hukuk sistemi ise bu zincirin sigortası olmak üzerine kurgulanmıştır.
Üstelik uzun bir zamandır AKP’nin meşruluğunu kaybettiği alan, hukuksal alandan ziyade, ekonomik kriz, savaş politikaları, pandemi süreci, özetle, halkın en geniş kesiminin doğrudan yaşamlarında yaratılanlardır.
Yirmi yılda gelinen nokta, mafyanın bile adalet aradığı bir dönem değil, mafyanın bile pastasının daraldığı bir dönemdir.
Yirmi yılda gelinen nokta, ülkenin genç nüfusunun geleceğini başka ülke kapılarında aramasıdır.
Yirmi yılda gelinen nokta, ülkenin dost olduğu komşusunun kalmaması, düşman siyasetinin hem içeride hem dışarıda bir başarı olarak yutturulmasıdır.
Yirmi yılda gelinen nokta, emekçilerin ömürlerinin kısalması, iş cinayetlerinin alıp başını gitmesidir.
Yirmi yılda gelinen nokta doğadaki talanın, rantın, sel ile müsilaj ile afet ile sonuçlanmasıdır.
Yirmi yılda gelinen nokta, bilim insanlarının aşağılanması, hedef olarak gösterilmesidir.
Şimdi tekrar soralım. Bir savcının cesaretine mi ihtiyacımız var yoksa bir halkın örgütlü gücüne mi?
Birincisi ikincisini içermez ama, ikincisi her zaman birincinin de ön koşuldur.
Kuyruğu buradan tutalım.